Hani bulmacalar vardır ya hafta sonu gazete eklerinde : “İki resim arasındaki farkı bulun!”
Hafta sonu da okuyabileceğiniz yazımı iki resim eşliğinde sunuyorum.
Biri, beyin ölümünün gerçekleştiği söylenen kızına veda busesi kondurmaya çalışan mahzun bir babanın canlı fotoğrafı.
Diğeri, az önce beyin ölümü gerçekleştiği için organları bağışlanmış bir kız çocuğu bedeninden-biz doktorların mekanik deyimiyle kadavradan- “doku parçaları” almak için bekleyen soğukkanlı sağlık görevlileri.
İki fotoğraf arasında bir benzerlik yok ki farklarını bulasınız.
İki fotoğraf da aynı mekanda ve ihtimal aynı günde çekildi.
Fotoğrafın altına, “Babadan kızına veda busesi” yazılmış. Fotoğrafa haksızlık bu. Çok yükleniyorlar renklere, ışığa ve biçimlere. Fotoğraf nasıl anlatsın ki vedayı! Renklerin haddine mi düşmüş bir buseyi resmetmek!
Hıh!
*
Bir veda… Hem de babadan kızına… Hem de kızını dünyada bir daha göremeyeceğini bile bile… Hem de babanın da kızının da razı olmadığı bir veda… Hiç beklemedikleri, öncesini hesap edemedikleri, hiç hazırlanamadıkları…
Bir veda… Tek taraflı… Biri güle güle diyor ama diğeri suskun…
Bir buse… Babadan kızına… Babanın dudağı sımsıca, kızın yüzü soluk ve soğuk. Babanın gözleri kızının yüzünde geziniyor, kızının gözleri babasına dönmüyor bile. Küçük de olsa bir işmar, bir kıpırtı, bir göz kaçırma yok.
Bir buse… Canlı dudaktan cansız yanağa. Babanın hayallerinde, rüyalarında koşuyor, gülüyor, coşuyor kızı… Babaya dair bir hayalin teselli edici bir kıvılcımı bile değmiyor babanın yüreğine.
Veda… Biri özlediği/özleyeceği hissedilsin istiyor, diğeri ‘özleyeceğim’ bile diyemiyor. Biri dünya dolusu bir hasreti gökyüzü yapıp kızının gözlerine dökmek istiyor, diğeri solunum cihazının kişiliksiz nefesleri arasında yüzünü bile dönmüyor/dönemiyor.
**
İki beden görünüyor fotoğrafta… Biri yaşça büyük, hayatta ve ayakta. Diğeri çok küçük… Çocuk. Yaşıyor sanılıyor ama yaşamayacağına dair rapor veriliyor. “Organları kendisine yaramayacak…” deniyor. Nefes aldırıp verdiren cihazları bağlamaya değmeyecek kadar gözden çıkarılmış… Kalp atışı monitörler için bile kayda değer değil.
Fotoğraftan bize yansıyan bunlar.
Yansımayacaklar da var fotoğraftan. Ne kadar sık bakarsak bakalım varlığını somutlaştıramayacağız. Ne kadar çok çoğaltırsak çoğaltalım bir kez olsun var edemeyeceğimiz…
Işıkla görülebilir şeyler değil o yansımayanlar; üzerine ışık değmeyecek kadar uçarı, renklere ve biçimlere dökülmeyecek kadar ötelerde…
Bir bakıştan sonra unutacağımız kadar gelip geçici.
Bir hatırlamadan sonra kenara bırakacağımız, dert edinmeyeceğimiz kadar kararsız.
Ama var…
Var ama..
***
Kelimeler anlamlara dar gelir çoğu zaman.
Tasvirler gerçeğin özgür çırpınışlarını kafesler, hapseder.
Bir deniz köpüğü taklidi yapabilmek için önce deniz olmalı önce değil mi insan?
Denizin hakkını vermeden köpüğün hakkını kim verebilmiş?
Deniz olmayı göze almak gerek bir köpük olarak göze girmek için…
Denizce mavi.
Denizce derin.
Denizce bol.
Denizce kıyıları olmak gerek; upuzun.
Denizce serin durmak gerek bir anda eriyiveren köpük olabilmek için.
Deniz olmak gerek var yok arası titrek ve elde avuçta kalmayası uçarı bir köpük taklidi yapmak için bile.
Olamazsın ki…
Olsan bile en fazla taklit edersin, en fazla köpüğünü taklit edebilirsin.
***
Ellerinde kutularla bekleyen adamlar yoğun bakım cihazlarına bağlı o bedenin sakladığı ruha baba değiller. Az sonra parçalarını alacakları bedene üflenen o ruh, elleri kutulu adamların kızı olarak üflenmiş değil. Gövdesinden kaçıp giden o ruh, o nefha, o nefes, kutulu adamları hiç kız tebessümü göndermedi ki… Bir kız tebessümünü “görebilmek” için o kıza baba olmak gerek… Olmak gerek ama, olmak…
Fotoğrafın birinde baba-kız olmuş iki beden var. Diğerinde ise babaların kızları görünmüyor; adamlar kızlarının babaları olarak duruyor değil. “Baba-kız” olmak kelimelerin taşıyabileceği bir şey değil. Karı-koca olmak da öyle. Dost olmak da. Sevilen-seven olmak da öyle… Kelimeler köpük taklidi yapabilir sadece. Deniz olmak başka, bambaşka… Az sonra bölüştürülecek o bedene “kızım” diye bakan biri olmaktır deniz olmak.
***
Deniz olmak o mahzun veda busesini konduran adama düştü bu defa. O adam da, ellerinde kutularla bekleyen adamlardan biri, ellerinde kutularla bekleyen adamların fotoğrafını seyreden adamlardan biri, ellerinde kutularla bekleyen adamların fotoğrafları üzerine yazı yazan/okuyan adamlardan olabilirdi şimdi. Tıpkı benim gibi. Tıpkı senin gibi.
O adam da biliyor ki o parçalanacak beden değil kızı. Kızı, o yüzü resmeden et ve kemikten daha ötesi, daha fazlası.
Birini kızı olmak bir takdirdir, bir ruh üflemelik ayrıcalıktır. Bir defalığınadır, tekrarı yoktur, eşi benzeri üretilemez.
Kızımız olmak denen o sırlı ve biricik, özel ve tanıdık nefes üflenmiştir, üflenmektedir her an kızlarımıza. Üflenmiştir ve üflenmektedir her an ‘baba olmaklık’ da bedenlerimize.
O fotoğrafa bakınca asla göremeyeceğimiz, şeffaf ama her şeyden daha kalıcı ve sahici o nefesi, o nefhayı, o fotoğrafın içinde olunca görebiliyoruz ancak. Deniz olunca yani. Deniz olmak da bir kereliğine.. Son kez olduğunda anlaşılıyor, hakkı veriliyor ancak. Son buseden önce anlamak neredeyse imkansız. Belki son buse de yetmeyecek.
***
Bulmacayı birlikte çözelim:
O fotoğrafın içindeyiz şu an.
Yüzünün solacağını bile bile öpüyoruz kızlarımızı.
Yüzümüzün soğuyacağını bekleyerek öpüyor kızlarımız biz babalarını/annelerini.
Et ve kemik dağılıyor, ten ve beden pörsüyor.
O kudsi nefha, o Rabbani üfleme hep yeni kalıyor, yineleniyor.
O nefha, o fotoğrafların içine sahici bir deniz olarak yerleştiriyor bizi.
Deniz gibi derin. Denizce mavi. Denizce sahici.
Yoksa, dolduracak tek şeyleri soğuk kutular olan adamların fotoğrafında yer alırız.
Yoksa, anlamlarını bir kutuyu dolduracak bedenleriyle tamamlamayacak adamlar olarak kalıveririz.
***
İki fotoğraf arasına fark koymak için…
…varlığını ev, ofis, araba kutularını doldurmaktan fazlasıyla anlamlandır, nefeslendir.
Önemsendiğini, pek önemsenmeyen gönlünden ve ruhundan bil…
İşte burada kızınlasın, oğlunlasın, babasın, annesin..
Bir nefhalık bir fırsatın, bir nefeslik özel ve biricik deneyimin ortasındasın.
Veda etmeye değer, veda edilmeye değer kılınmışsın.
Ruh: ağır bildiğin her şeyin tartıcısı.
Ruh: değerli bildiğin her varlığın mayası, aslı.
Ruh: Yaratan’ın nefesi.. Ne O’nun kendisi, ne O’ndan ayrı anlaşılası.
Sorulmayası…