İNSANIN EVVELİ SÖZ AHİRİ SÖZ

Mona İslam

Sözüm şerefimle, sevgim kalbimle beraber bakidir.



HAYATIN EVVELİ söz , ruhlar aleminde yaratıldığımızda bize ‘Elestu birabbikum’ diye soran Rabbimize ‘Bela’ diye cevap verdik. Oysa ‘bela’ demek zordu. Elbette, kuşkusuz sen bizim Rabbimizsin. Çok zorlandık bu ahdi yaparken. Nefsimiz, ve o nefse takılı şuurlu bir tel olan enemiz, ‘ene ene ve ente ente’ ‘ben benim sen de sensin’ demek arzusundaydı, dedi de. Arzusunu fiiliyata cüretle döktü. Ve cehennem azabı çekti. Çünkü parçanın ait olduğu bütünden kopuşu bu cümledeydi, ‘ene ene ve ente ente’. Büyük azap. Kendine Ondan gayrı, Ondan bağımsız bir varlık veriş. Haza cehennem!

Ama avdet ettik. Tevbe ettik, döndük. İnsan ancak ait olduğu yere döner. İnsana ‘dön’ denilmiştir. ‘İrci ila rabbike radıyeten mardıyye’ ‘rabbinden razı ve rabbin de senden razı olarak dön’ yahut ‘ seni seviyorum, sen de beni sevdiğini biliyorsun ya, hadi dön’. Fakr insanın burnunu sürttü, ihtiyaç canını sıktı, ayrılık ateş oldu yaktı, anladı ki ‘Ona muhtacım, Onsuz yapamam, Onu özledim’. Ne yapacaktı, bir kere itmişti sevdiğini, bir kere meydan okumuştu, bir kere ağzını Onun hiç layık olmadığı sözlerle bozmuştu. O anda meleklerin bilmediği bir ismi canının ortasında hissetti, Ya Vedud. Umut doldu içi. O seven sevilendi. Sevgisinin karşılıksız olmadığını derk etti. Peki yaptığını nasıl temizleyecekti, yaptığı şüphesiz çirkindi. O an Onun Kuddusiyetine hiçbir sözün halel getiremeyeceğini hissetti. O kendi kendine sövmüş kendi kendine azab etmişti. Ne meleğin ne şeytanın bilmediği bir şeyi bildi azabın orta yerinde, O Gafurdu, Tevvab’dı. Dönmesini bekliyordu, ‘fe’ hemen döndü. Dönüşünün arzu edildiğini anladığı an, hiç tereddüt etmeden ‘Ente Rabbiyel ala, ve ene abdukel aciz’ deyiverdi. Bu cümleye öyle susuz kalmıştı ki. Ona öyle hasret kalmıştı…

Ve sözleşme tamamlandı. İlk sözleşmeydi bu. Evvel Onunla sözleşilmişti. Ahirde sözleşildiği yerde yeniden buluşulacaktı. O sözünü tutardı, acaba ‘ben’ de sözünü tutacak mıydı?

İnsan berzah varlıktı, alemle Allah arasında,daire-i imkan ile daire-i vücub arasında, ara varlık. Kendine bakan yönüyle mümkün bir varlık, Hakk’a bakan yönüyle ezelde var olan bir hakikat. Hem zalim ve cahil, hem Rahman sureti üzere olan. İkisinin de özellikleri kendinde mevcuttu. O hem alemden süzülmüş bir damlaydı, bir özdü. Hem esma-i küllihaya mazhar bir halife/suret. İki el ile yaratılana bir de bu cihetten bakmak gerek.

Allah alemi esmasıyla yahut suretiyle yönetirdi. Bu alemde işler ibadun mukramun(ikrama mazhar kullar) ile yürütülürdü. Yalnız unutmamak lazım, kullar sadece izzet ve azametin önünde birer perdedardılar. Yoksa zahirin sultanlarının avanesi gibi işlerde pay sahibi değildiler. Nazır yahut bekçiydiler. En güzeli dellaldılar. Mahlukata yönelen tüm esma-i ilahi onlar vasıtasıyla tecelli ederdi. Halifeler mahlukata rahmet ederlerdi, rahmetleri ceplerinden değildi, tablacıydılar hepsi. Emanet olan rahmeti taşır ve aleme dağıtırlardı. Enenin şuurlu teli çok iyi bir iletkendi, tüm akımı geçirirdi. Ondan aldı, aleme verdi. Aldı, verdi, aldı, verdi…

Alıp verirken üzerinden geçen tecelliye en fakir, en muhtaç olanın kendi olduğunu bildi.

Alemden de makam-ı uluhiyyete elçiydi halifeler. Alemin tesbihatlarını, tahmidatlarını, ibadatlarını, hacatlarını onlar sunarlardı dergah-ı ilahiye. Mütemadiyen rapor verirlerdi Ona. Onlardan toplar, Ona verirlerdi. Toplar verirlerdi, toplar verirlerdi, toplar verirlerdi… Bir isimleri de Toplayıcı varlıktı çünkü. O bilmediğinden değildi bu. Onlar bilsin diyeydi. Kainatı, kendilerini, ve Onu bilsinler diye. O kendi toplayamadığından değildi bu, onların elinden geçerken Onun haşmetini anlasınlar, mülkünün büyüklüğünü idrak etsinler, Ona hakkıyla kulluk edemeyeceklerini anlasınlar diyeydi.

Kulluklarını toplayıp Rabbe arz ederken, elçiliğini yaptığı alemi de sevdi insan. Kıyamadı hiç ona. Beka bulsun istedi. Beka bulmak istedi, alemin bekasını kendi bekası bildi. Alemi kendi bildi. Alem sevinince sevindi, alem doyunca doydu o da. Alemin acısı onu da acıttı, alemin fenası onu yaktı. Sonra bu hislere bir anlam aradı. Sağa sola baktı, tam ortada, kalbinde, buna şefkat denildiğini bildi. Ve o şefkatin kendinden aleme aktığını, kaynağının kendi olmadığını da…

O cihannüma bir kalpti artık. Herşeyi kalbinde bildi, her şey onun kalbiydi.

Ancak, onlardan bazısı berzah varlık olduklarını unuttular. Böyleleri emaneti aleme dağıtmazlardı. Rahmeti, sevgiyi, keremi, celali, cemali ila ahir tüm isimleri. Gasp ederler, yok ederler, israf ederler, saçıp savururlar, mevhum bir rububiyete çevirdikleri hilafetlerine kurban ederlerdi. Tekrarlanan bir söz gibi ezberlenen bir vird gibi, “Hepsi benim” diyorlardı şehvetle. Onların ayakları altında ağaçlar mutsuz, yıldızlar sönük, hayvanlar bedbin, kuşlar neşesiz, çiçekler sönük kalırdı. Sular kirlenir, hava puslanır, toprak zehirlenirdi. Çünkü iletmeleri gereken emaneti gasp etmişlerdi. Çünkü sözlerini unutmuşlardı. Emanette emin değillerdi. Kendilerine güvenilerek kapılarına bırakılana sahiplenerek ihanet ettiler.

Söz neydi, ‘ente rabbiyel ala, ve ene abdukel aciz’. Söz onlara zor geldi.

Ve sözü başka bir sözle değiştirdiler. ‘ene rabbikumul ala’ ‘Ben sizin en yüce rabbiniz değil miyim?’ ‘Şu altımdan akan nehirlerle şu bereketli toprak(Mısır) benim değil mi?’ ‘Tüm ihtiyacınızı ben karşılamıyor muyum?’ ‘Öyleyse burada benim sözüm geçer!’

ONUN SÖZÜNE BEDEL BENİM SÖZÜM.

Hayret ki gökler utançlarından parçalanıp dökülmediler. O dinledi, hiç beğenmedi, ama bekledi.

Zira vekil hiçbir zaman asıl gibi değildi. Mülkü gasp ettiği ve kendini hilafetten azledip rububiyet makamına oturttuğu anda, dağıtımda hiçbir şeyi değiştirmese dahi zalim oldu. Başkasının gönderdiğini kendi göndermiş gibi yaptığı için, Onun hükümranlık tahtını çaldığı için zalim oldu. Sonra öyle büyük bir yükün altına girdi ki, beli çatırdadı. Çünkü en büyük günahlar rububiyyet vehminden doğan günahlardı. İnsanın bu günahın yükünde ezilmemesi, bu kirden temizlenmesi mümkün değildi.

O mülkünde şeriki affetmezdi.

Onlardan kimileri ahidlerinde vefalı oldular. Sözlerinde sebat ettiler. Onlar kimdi? Hangileriydi? ‘Limen kane lehu kalb’ kalpleri olanlar. Kalplerini unutmayanlar, Onu da unutmadılar. Bildiler ki Onun huzuruna ancak selim bir kalple çıkılırdı. Aksinden ölesiye utandılar. Şöyle dediler ‘Hiç insan sırf görmüyor diye sevdiğini unutur mu? Hiç onu kendinden uzaklaştırdı ve bir sorumlulukla bir vazife başına gönderdi diye Ona kırılır mı? Hiç ‘bir an önce ver’ çağrılarına, ‘bekle’ diye cevap verdi diye bozulur mu? O bekletirse bir sebeple bekletir. O bağrından ayırırsa bir sebeple ayırır. O sorumluluk verirse bir sebeple verir. O tüm bunları kulunu kendinden ayırmamakla ona iyilik etmiş olmadığını bilen bir anne şefkatiyle yapar. Ayırır ve ona ‘kendi ayaklarının üstünde dur’ der.’

Onlar Onu tanıdılar. Buna marifet denilirdi. Marifet kalple yapılan bir işti. Marifet ancak ayrılmakla devşirilen birşeydi. Bir iken O bilinemezdi. Oysa bilinmek dilemişti.

Kalbi olan sırf kendi sözünü değil, Onun sözünü de unutmadı. Onun Davud’a ‘Kullarımın beni özlediğinden daha ziyade ben onları özledim’ deyişini unutmadı. Onun gördüğü halde özleyişinin, kendisinin görmediği halde özleyişinden kıymetli oluşunu anladı. Ona sarılır gibi sarıldı, Onun tevdi ettiği göreve. Onun sevdiğini bildiği için sevdi eşyayı. Onun sevgisini dağıttı aleme, Onun rahmetini anlattı yeryüzüne. Rahmeti, yüzüne vurmuş olanı gördü melek, cin, hayvan, bitki cansız,onun yüzünde. Onun gibi adil olmaya çalıştı aciz haliyle, artık ne kadar becerebildiyse. Ona benzeyerek, kendinde Onu görerek gidermeye çalıştı özlemini. Özlendiğini bilmekti, özleme en büyük teselli.

Arifler dediler ki, parça bütünü arzuladığı gibi bütün de parçayı arzular.

Sonra vazifesine sarıldıkça baktı ki alem bir perdedir, Sevgilinin yüzünde bir peçedir. Her bir şey Ondan ayrı değil, Onun tecellisidir. Her şeyde görünen Odur. O zaman herşeyden sonra, ve herşeyin yanında, ve herşeyde Onu gördüm der. Peçe aralanır. Özlem hafifler. Anlar ki gurbette değildir. Anlar ki Ondan uzak değildir. O hep yakındır. Gözünü nereye çevirse, Onun yüzü oradadır. O altı cihette onu kuşatmış sarıp sarmalamıştır. Müşahede makamına yükselir. Burası ona huzur verir. Onun huzurunda olma bilinci. O zaman anlar, ‘insanın vatanı kulluğudur’ ne demekmiş. O zaman anlar gurbet neymiş? Vazifesini yerine daha şevkle getirir artık. Vazife Ona dönene dek çekilen bir çile, hapishanede duvara atılan çizikler değildir artık, vazife Ona doğru alınan yoldur. Her salih amel Onun peçesinden bir parça daha aralayıştır. Her ilim cehdi biraz daha yaklaşmak, yakınlığı biraz daha idrak ediştir.

O zaman insan gülümser. İnsan, çok güzel gülümser. Onun gamzelerinde iki alem gülümser. Anlar ki sözünü tutan sadece kendisi değildir. O da sözünü tutmaktadır, bak şimdiden ona yüzünü göstermeye, tebessüm etmeye, hatta onunla konuşmaya başlamıştır bile.

‘İhtiyacın olduğunda yanında olacağım’ demişti, Ona hep ihtiyacı vardı. Gülümsedi, o hep yanındaydı.

Herşeyi Onun gölgesi bilmiş ama kendini henüz öyle bilememişti.

Sonra İsm-i Vedud ona bir perdeyi daha araladı. Sevdiğini alemde gördün ya der, her bir şeyde mütecelli olanın O olduğunu bildin ya. Gölgede asla nazar ettin ya. Sen de bir gölgesin, bak bu alemin içindesin. Şimdi varlığını Ona bırak yok et. O zaman tesellin tam olur. O zaman bir olursun. O da Mansur gibi dedi ki ‘Beni senden ayıran varlığımı aradan kaldırıver’. Dua etti, istedi. Çözümün bu olduğunu bildi.

Bildi ki aşkta seven benliğini sevdiğine feda eder, O olur. Sonra beni Onda var olur ve O ben olur. İlk feda edişte fena sonraki varoluşta beka bulunur. Bu ikinci varoluş sayesinde kimilerine aşk ötekini işgal etmek gibi gelir. Oysa aşk kendini kendinde öldürüp, sevdiğinde diriltmektir. Ebediyyen yok olmak değildir. Zira yok olan birlikte olmak istediğiyle birlikte olamaz ki. Zaten o yok olsun diye yaratılmamıştır. Ancak aşk kendi varlığını Onda bilmektir. Bahrinde gark olmak, O olmaktır.’

Mecazide görüneni hakikiye kıyas yaptı, yapacağı şeyi anladı.

Kendini Onun kollarına, varlığını Onun Varlığına bırakmayı diledi.

Bilinen odur ki insan Rabbine ölmeden visal bulamaz. İstenen ölmektir, yok olmak değil. İstenen fenadır, adem değil. Var edilmiş olanı yok etmek zaten kabil değil. Benini kendinde değil Onda idrak eden, şahit olunan alem cihetinde ölmüş, bize gaip olan alemce dirilmiş demektir. Bir arifin dediği gibi ‘Benini bu cihette öldürüp Onda diriltemeyen ise bedeni ölse de Ona kavuşacak değildir.’

O şimdilik yalnızca cevabı bildi, ama cevap olmadı. Olsa zaten söz de kalmazdı. Çünkü bir olana ancak sükut vardır. İnsan kavuşunca susar. Böylesi susmak ne güzeldir!

İkilik bitince söz sadece Onundur. O gün Allah’tan gayrı kimsenin konuşma izni yoktur. Onlar yalnızca Onun izniyle konuşurlar ve sadece doğruyu söylerler. Çünkü O gün Ondan ‘gayrı’ yoktur.

Evvelde sadece O var idi başka bir şey yoktu. Görürsen, şimdi de öyledir.

Hayatın evveli bir sözdü, ahiri de öyledir. Allah doğruyu söyler. Doğruya eriştirir.

Verilen söz böylece yerine getirilir.

  28.10.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut