KUR’ÂN-I HAKÎM’İN İMAN İLE KÜFRÜ, dolayısıyla mü’min ile kâfiri nasıl tarif ettiğine nazar edince, insan kendi kafasındaki iman tarifinin sığ, küfür tarifinin ise dar kaldığını farkeder. Zira, görülür ki, ne "Gökleri ve yeri yaratan Allah’tır" demekle insanın imanı tamamlanır, ne de kâfirler zümresi yalnızca "Allah yoktur" diyenlerden ibarettir. Bilakis, Kur’ân-ı Hakîm’de, "Gökleri ve yeri yaratan kimdir?" diye sorulduğunda "Allah" deyip yine de küfürde kalanlardan söz edilir (meselâ bkz. Lokman, 31:25; Zümer, 39:38). Bir bütün olarak Kur’ân’dan, hususan ilgili sûre ve âyetlerin siyak ve sibakından anlaşıldığı üzere, hakikî bir imandan söz edebilmek için, "Herşeyi yaratan O’dur" genel ifadesinin "Her bir şeyi yaratan O’dur" şeklinde derinleştirilip tamamlanmış olması gerekmektedir. Bu bağlamda, meselâ, muhatap olduğumuz her bir şeyde görünen övgüye (hamde) değer bütün özelliklerin O’na ait olduğunu bilip ikrar etmek (bkz. Lokman, 25) hakikî bir imanın asgarî şartlarından biridir.
Öte yandan, bazı şeyleri Allah’a, bazı şeyleri kendine ve sebeplere izafe etmek türünden bir itikad, Kur’ânî tarifte ‘iman’ sınıfına değil, ‘şirk’ sınıfına düşmektedir.
Yahut, Allah’ı bir ismiyle bilip öteki isimleriyle tanımama durumunda iman zaafından söz etmek mümkün olduğu gibi; Allah’ı bazı isimleriyle bilip öteki isimlerini reddetme durumunda zayıf da olsa imandan söz etme imkânı elden gitmektedir. Zira, bu durumda insan "yulhidûne fî esmâihî" sırrına (A’râf: 180) dahil olup, ‘O’nun isimleri hakkında sapanlar’a dehalet etmektedir.
Diğer taraftan, meselâ kendisine bir zarar dokunduğunda O’na yalvarıp; Allah o zararı üzerlerinden giderip nimete nâil kılınca daha önce O’na yalvardığını unutup ‘Allah’ın yolundan saptırmak için, Allah’ın emsalleri olduğunu söyleyen’ler (Zümer, 8) de mü’minler sınıfının haricine düşmektedir.
Velhasıl, Kur’ân-ı Hakîm’e ciddiyetle muhatap olunduğunda görülür ki, Allah’a hakkıyla iman, O’nu herşeyi ve dolayısıyla her bir şeyi yaratan; her bir mevcud üzerinde gözüken övgüye değer bütün özellik ve güzellikler Kendisine mahsus olan; ‘insanı ve fiillerini’ yaratan; ‘hareket eden her canlının perçeminden tutan’; bir yaprağın bile ancak O’nun dilemesiyle düştüğü; ‘ölümü ve hayatı’ yaratan; ‘kendisinden başka hiç kimsenin ve hiçbir şeyin ne bir fayda, ne bir zarar yaratmaya kâdir olmadığı’ bir Kadîr-i Zülcelâl olarak tanımayı icap ettirmektedir.
Yoksa, Şuâlar müellifinin söylediği üzere, "Allah’ı inkâr etmek, kâinatı inkâr etmek kadar akıldan uzaktır. Umum değil, belki ekser insanlarda dahi vukuunu akıl kabul etmez." Zaten o yüzden, "Kâfirler Allah’ı inkâr etmiyorlar; yalnız sıfâtında hata ediyorlar."
Bu bakımdan, imanın uçsuz bucaksız bir okyanus olduğunun ve ‘başlayan ama hiç bitmeyen’ bir süreci ifade ettiğini bilmemiz gerekir. Yok eğer bir bütün olarak kâinatı yaratan O’dur diyor, ama meselâ "Çocuğumu doyuran benim" diye düşünüyor isek, burada en hafif haliyle iman zaafı ve gafletin varlığından, en ağır haliyle de şirk ve küfür pususunun varlığı sözkonusudur. Yine aynı sebeple, kendi zamanında vuku bulan bir deprem münasebetiyle "Bunun Allah’la ilgisi yok. Yerin altındaki şu-bu hareketlenmelerin yol açtığı bir tabiat olayıdır" şeklindeki izahların hakikatı sorulan bir iman büyüğünün cevabı, "Dalâletten başka hakikatı yoktur" olmuştur.
Zira, kendisini ‘parça parça etme’nin (bkz. Hicr, 15:90-91) şirk hanesinde bulunduğu Kur’ân-ı Hakîm, nice âyetiyle, kâinatın ve içindeki her bir şeyin O’nun sanatı ve eseri olduğunu bildirir durur. Aynı şekilde, her bir olayın da, ancak O’nun fiili olup O’nun dilemesiyle vuku bulduğu dersiyle yüklüdür Kur’ân. Özellikle ‘musibet’ sûretindeki olaylar için ise, Teğâbün sûresinde açıkça "Mâ esâbe min musîbetin illâ biiznillâh" TEGABÜN SURESİ, AYET 11’DEN, S. 557 buyurulur. Yani, başa gelen "Hiçbir musibet Allah’ın izni olmaksızın geliyor değildir."
Zaten, tekrar vurgularsak, her bir şeyi O’ndan bilip O’na tevdi etmeleri imanlarının bir gereği ve şartı olan mü’minler, elbette, önlerine sunulan en küçük bir nimeti dahi O’ndan bildikleri gibi, başına gelen en küçük musibeti bile O’ndan bilirler. Buna göre, küçük veya büyük, başa gelen herhangi bir musibetin ‘Allah’tan geldiğini’ düşünmek, Allah’a ve Kur’ân’a imanın bir gereğidir. Nitekim, pek çok insan meselâ deprem gibi bir büyük musibeti de böyle bilip, "Rabbimize karşı ne tür hatalarımız oldu da Allah’ın izniyle böyle bir musibet başımıza geldi?" diye akıl yürütmektedir.
Gelin görün ki, tırnağını keserken etinden bir parça kesme gibi küçük bir musibeti Allah’tan bildiği gibi deprem gibi küllî ve apaçık bir musibeti de Allah’tan bilenleri ‘gerici’ ilan eden kimileri, bunun ‘Allah’la ilgisi olmadığına inanma’yı gerçek iman alâmeti olarak ilan etmektedir. Heyhat ki, tevhidsiz iman mümkün, izn-i ilâhî harici musibet vâki görülmektedir. Bunun sebebi ise, gelen musibetin taşıdığı mesaja ilişkindir. Zira, bir musibet, ‘rastlantı’ya veya ‘doğa’ya verilirse, elbette hiçbir mesaj yüklenmeyecektir. Fakat rahmet, hikmet, ilim, irade ve kudretine bütün kâinatın şahit olduğu bir Kadîr-i Zülcelâl’e verildiğinde kullarını uyanmaya sevkeden ve unuttuklarını yeniden hatırlatan bir ‘tezkire’ye dönüşmektedir. Lâkin, ancak izn-i ilâhî ile başa gelen bir musibete binaen hayatını ve fikriyatını sorgulama fırsatına sahip kılınanların bir kısmı, tarih boyu, bu ‘tezkire’den yüz çevirmeyi tercih etmişlerdir. Ki, Müzzemmil sûresi, bu halet-i ruhiyeyi ‘aslandan kaçan ürkmüş yaban eşeklerinin hali’ne benzetmektedir (bkz. âyet: 49-51).
Ne diyelim; dünya bir imtihan dünyasıdır ve imtihan sırrı gereği, imana ehil olanın görmesini sağlayacak kadar aydınlık, ve inkâra meyli olanın mazeret edineceği kadar loşluk şu dünyada vardır. O yüzden, her hadise gibi mü’mine pencere, münkire perde olan; ama herkesi titreten bir büyük musibeti dahi doğru okumayanlarla aramızdaki ‘yorum’ ihtilafını, nihâî tahlilde, semavat ve arzın Fâtırına havale etmek gerekmektedir.
"Ey semavat ve arzın Fâtırı olan Allah’ım! Gaybı ve şehadeti bilen Sensin. Kullarının ihtilaf ettikleri konularda (Kıyamet günü) Sen hükmünü vereceksin!" (Zümer, 46)