Darende- Somuncu Baba

Hatice Özyalvaç*

UÇAKTAYIZ. PİLOTUN alçalmaya başlıyoruz anonsuyla birlikte dışarıya bakıyorum. Dağ tepe her yer bembeyaz. Şaşırıyorum. Çünkü İstanbul'dan ayrılırken hava günlük güneşlikti. Yanımdaki kardeşime söyleniyorum. "A! Bak kar yağmış. Tedbirsiz geldim. Ne olacak şimdi?" Gülüyor bana. Niye ki? Meğer kar zannettiğim beyazlıklar kayısı ağaçlarının tepelerindeki çiçeklermiş. İnanmakta güçlük çekiyorum ama yüksekliğimiz azaldıkça ben de fark ediyorum onları.

Uçağımız indikten sonra bayağı uzun bir süre tekerlekleri üzerinde gidiyor. Yavaşlıyor, duracak artık dediğim bir anda köşeyi dönüp tekrar hızlanıyor. Defalarca yapıyor bunu. Sanki pist değil de şehir sokaklarında ilerliyor. Bir ara "Evlere servis mi yapacak?" diye sormak geçiyor aklımdan ama bu sefer tutuyorum kendimi. Yine madara olmayayım millete. Neyse, gide gide sonunda yorulup küçük bir binanın önünde duruyor. Ercan Havaalanı, Atatürk Havalimanı'nda geçen onca sıkıntılı saatten sonra ne kadar sevimli görünüyor gözüme. Bir kapıdan içeri girip birkaç adım sonra ötekinden çıkıyorum. Bu kadar. Uzun koridorları, devasa salonları kat etmek gerekmiyor. Dışarıdayım. Taksi, otobüs hepsi kapının önünde hazır.

Kardeşimin tayini Malatya'ya çıkınca, uzak diye üzülmüştüm. Gidemem ta oralara demiştim ama işte buradayım. Geldiğimi duyan komşular birer ikişer “hoş geldin” demeye geliyor. Üstelik elleri, kolları dolu olarak. Getirdikleri şeyler pasta, börek falan da değil. Basbayağı yemek. Maharetli hanımlara imrenmemek elde değil. Dikkatimi çeşit çeşit sarmaları çekti. Dediklerine göre yeşil olan her yaprak yenilirmiş burada. Hangisi olursa olsun içine yöresel bir bulgurla yaptıkları malzemeyi koyup sarımsaklı yoğurt ve kızgın yağ ile süslüyorlarmış. Bize fasulye yaprağında olanı geldi ama dut, ayva, kiraz hatta menekşe yaprağını bile kullandıkları oluyormuş. Adına sarma veya dolma değil ‘köfte’ diyorlar. Yıllardır ‘doğuda sadece et yenir’ gibi asılsız bir efsaneye körü körüne inanıyormuşum. Diğer yerleri bilemem ama Malatyalının yediği hep bulgur. Bayıldım ben bu işe.

Yaşasın! Zil çaldı. Gelen yine bir komşu olsa da midemiz bayram etse. Oh, oh! Misafirler yan apartmandan, cümbür cemaat gelmişler. Hem de bir sürü tabakla, sağ olsunlar. Ben sırasıyla tatlarına bakarken, kardeşim de yemeklerin isimlerini söylüyor. Bu kulak çorbası (Harika). Bu sıkma köfte (Bildiğimiz köfte ama sırf bulgurdan). Bu analıkızlı (Anasını da sevdim, kızını da).

Hafta sonu geldi. Bugün şehir dışına çıkıyoruz. Malatya'da geçirdiğim on günün sonunda ağaçların tepelerindeki beyaz duvak yere inip yerini minik yeşil yapraklara bırakmış. Devam ettiğimiz yol boyunca kayısı ağaçları o kadar çok ki, Konya ovasının uçsuz bucaksız buğday tarlalarını hatırladım. Burada başakların yerini, kısa boylu ağaçlar almış. Konyalı çiftçim hasat zamanına kadar ne çok yorulur. Her yıl tarlayı yeniden sürmek, tohum ekmek, onları kuşlardan, farelerden korumak, gübresini, ilacını zamanında vermek, pek yağmur yağmadığı için her seferinde daha derin kuyular açıp sulamak… Bütün bu işleri kızgın güneş altında başının üzerinde bir gölgelik olmadan yapmak. Şu ağaçlar öyle mi ya? Kışın sessiz sedasız baharı bekliyordur. Sahibi yatağında uyurken bir sabah habersizce çiçeklerini açıyordur. Ya bulutların taşıdığı ya da Fırat'ın getirdiği suyu kolayca içiyordur. Hasat zamanı ise kısacık ağaçlara merdiven dayayıp uzanmak yetiyordur. Üstelik meyvelerin tamamı toplandıktan sonra bile geride yeşil bir deniz kalıyordur. Hiçbir zaman Konya Ovası gibi çırılçıplak görünmüyordur.

Malatya'dan uzaklaştıkça, önce ağaçlar yok oldu, sonra yeşillik. Bir süre çıplak kayaların arasında ilerledik. Tam da sıkılmaya başlamıştım ki karşımıza bir otel çıktı. Adı Tiryandafil’miş. Dediklerine göre Somuncu Baba’nın şifalı suları kullanılıyormuş. Otelin hemen önünden dönüp, çok yüksek kayaların arasına daldık. Burası Tohma Kanyonu'nun bitiş noktasıymış. Birkaç kilometre gerideki yerlerden farklı bir iklime sahip. Sanki çölün ortasındaki bir vaha. Yeşillik, her kayanın oyuğundan fışkırıyor adeta. Apartman boyunda ve tek parça halindeki kırmızı kayaları geçip özenle yapılan otoparka giriyoruz. Hayli kalabalık. Burası kıvrımlı bir vadi. Nereden geldiğimi göremediğim gibi, nereye gideceğimi de bilemiyorum. Her an bir sürprizle karşılaşabilirim.

Otomobilden inince İstanbul'dan tanıdığım nemli bir havayla karşılaştım. Henüz görmesem de çevrede bulunan bolca suyun varlığını hissettim. Her yer yemyeşil. Düzenli yürüme yolları var. Birisinin üzerine bırakıyorum kendimi. Ayaklarımın altındaki o minik taşlar beni nereye götürürse, oraya gideceğim.

Karşıma kayaların dibinde turkuaz rengi bir gölcük çıkıyor. Pırıl pırıl bir su, dibinde irili ufaklı taşlar var. Öğrendiğime göre buraya Kudret Havuzu deniyormuş. Yaz kış suyu yirmi iki derecede sabitmiş. Böyle dar ve uzun bir havuzu ilk defa görüyorum. Üstelik bir yanı devasa kayalardan güç alıyor, diğer yanı ise merdiveni, fayansıyla medeniyetten. Tamamı erkek olan misafirlere hizmet veriyor. Hani bize?

Hem yorulduk hem de acıktık. Derenin üzerindeki ahşap köprülerden birisiyle karşıya geçip iki katlı ahşap bir binaya giriyoruz. Odaları yöresel kilim, minder döşeli. Lokanta kısmında ise tahta masa, sandalyeler var. Dizimizi büküp uzun süre oturamayacağımıza göre bize en uygun yer burası. Ahşabın, reçinenin taze kokusunu çekiyorum içime, doya doya. Bakalım neler var yemekte. Garson gelip büyük bir hızla menüyü saydı bize ama birkaç kelimeden fazlasını anlayamadık. Neyse ki bocaladığımızı gören diğer garson imdadımıza yetişti. “Size ortaya karışık yaptırayım mı? diye sordu, içimiz rahat kafa salladık.

Pencerenin yanına oturup gitmek için sabırsızlandığım yerlere göz gezdiriyorum. Bir minare ve cami görünüyor. İnsan elinden çıkmasına rağmen sırtını dayadığı kaya ile ne kadar uyum içinde. İnşaat terimlerinden pek anlamadığım için detaylarına giremiyorum.

Diyorum ki, "Her şey ne kadar güzel. Burayı belediye mi yaptırdı?" Bana yine gülüyorlar. Bu sefer ki dikkatsizliğime ben bile gülüyorum. Çünkü nereye göz atsam buraları imar eden bir vakıfla ilgili yazılar görüyorum.

Yeşil ve kızıl renk her yere hâkim. Yemyeşil vadiyi korumak ister gibi birbiri üzerine eğilen devasa kızıl kayalar var. Dediklerine göre koyu renkleriyle güneşin ışıklarını emip ortamı serinletiyorlarmış.

Derenin içine sokulan kazıkların üzerinde ahşaptan kabin gibi şeyler var. Bunların adı pergule imiş. Ne kabin kelimesi uydu ortamın güzelliğine ne de pergule ama üçüncü bir şıkkım yok ki.

Kocaman bakır sahanlarla sunulan ‘ortaya karışık’ yemeğimiz henüz gelmişti ki birden ortalık karardı. Daha ne olduğunu anlayamadan da yağmur iniverdi. Dışarıda bulunanlar, yerlerini bu davetsiz, arsız konuğa bırakıp gittiler. Biz içerideyiz, tuzumuz kuru.

Yemekten sonra minder döşeli odalara geçtik. Közde kahvemizi, semaverde çayımızı içerek havanın durulmasını bekledik. Sonunda yağmurun öfkesi dindi. Geride mis gibi kokusunu bırakıp gitti.

İki kayanın arasında beliriveren bir çift gökkuşağına çocuklar gibi sevindik. Hemen dışarıya koştuk. Her yer dövdüğü kızıl kayaların rengini almış, küçük su birikintileriyle doluydu. Biraz önce geçmek için sıra beklediğimiz köprüler ise bomboştu. Pırıl pırıl dere boz bulanık bir hal almıştı. Cami dediğim yer aynı zamanda Somuncu Baba'nın türbesiymiş. Gidip bir Fatiha okuduk. Gülleri ancak cami çıkışında fark ettim. Etrafta ben diyeyim iki yüz, siz deyin beş yüz gülfidanı vardı. Yarıdan fazlası avucumdan büyük güller açmıştı. Güllerden de pek anlamam ki, boş bulunup "Ne kadar güzeller, Isparta gülleri falan mı bunlar?" demez miyim? Çok bozuldular. Bana hemen önümde bulunan bir direğin üzerindeki tarihçeyi okuttular. Dünya da bir benzeri daha olmayan, sadece burada yetişen Tiryandafil Gülü imiş. “Öyle diyorsanız öyledir canım, kızmayın. Dediğim gibi hiç anlamam.”

Kanyonun içlerine doğru yürüyüşe devam ederken yol üzerinde bir su değirmeni gördük. Gıcırtıyla dönen değirmen, şelalenin döküldüğü kayanın rengi gibi kızıla bürünmüştü. Hemen arkasındaki taş basamaklar bizi tepeye doğru çıkarıp üzeri ızgara ile korunmaya alınmış bir kuyu ağzına götürdü. Bunun gibi daha pek çok kuyu varmış. Derinlikleri altı ila sekiz metre kadarmış. Kuyular aslında bir yeraltı nehrine aitmiş. Gerekli izinleri alabilen dalgıçlar bu ağızlardan girerek nehirde kilometrelerce ilerleyebilirlermiş. Ben kuyunun dibini görmeye çalışırken, suda bir kıpırdanma oldu. Korkup ayağa fırladım. Meğer bu sular balık doluymuş. Eğildiğimi görünce, yem atacağımı sanıp su yüzüne çıkmışlardı. Bunlar Halilürrahman camisinde ki balıkların soyundan geliyormuş. Rivayete göre Kıbrıs harbi sırasında hepsi birden yok olup günler sonra yara bere içinde geri dönmüşler. Yanımda onlara verebileceğim bir şeyler yoktu. Balıklarla uzun müddet bakıştık. Onlara “Neler oldu anlatın” dediysem de cevap veren olmadı. Gazileri hikâyeleriyle baş başa bırakıp yolumuza devam ettik.

Sonunda düzenlenmiş yol bitti. Geldiğimiz yer kanyonun yaya olarak ulaşılabilen en uç noktasıydı. Dere üzerindeki ahşap kabinlere oturup çay söyledik. Beklerken de üzerimize yıkılıverecekmiş gibi duran kızıl kayaları seyre daldık. Bu güzel kanyonu korumakla görevli askerler yaptık onları. Birbirlerinden öylesine farklılardı ki, her birine başka bir isim verdik. Kim bilir ne hikâyeleri vardır, dinlemeyi bilene…

İkindi vakti olmasına rağmen, kayaların yüksekliği yüzünden güneş bulunduğumuz yere ulaşamıyordu. Bu yüzden kanyonun dibi akşam olmuş gibi kararmaya, zaten serin olan hava da üşütmeye başlamıştı. Hesabı isteyip kalktık. Temiz bardaktaki nefis çay ve garsonun güler yüzlü hizmeti için bahşiş vermek istedim. Bunları zaten görevi bilip misafirlere canı gönülden hizmet eden delikanlı ise şaşkınlık ve mahcubiyet içinde “Niye veriyorsun ki abla” dedi. Bunu o kadar içten söyledi ki, verecek cevap bulamadım.

  20.09.2010

© 2021 karakalem.net, Hatice Özyalvaç



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut