Risâle-i Nur, tamamlanmamış bir tefsir midir?

Koyun ile kuzusu arasındaki ilişki “süt” üzerinden yürür. Kuş ile yavrusu arasındaki ilişki, “ kay/kusmuk” üzerinden yürür. Kuşun ağzında “alıntılar” vardır; hangi yaprağı hangi ağaçtan iktibas ettiğini görmek zor değildir. Kuş bütün ormanı gezse, her ağacın her yaprağını “alıntılasa” da, yavrusuna “süt” vermez. Daha çok "alıntı" yapmak, kuşun yavrusuna verdiğini "süt" yapmaz. Risale'nin Kur'ân'la ilişkisini "alıntılar"ın miktarı üzerinden değerlendirirsek, Risale'nin Kur'ân'la ilişkisinin niteliğini gözden kaçırırız. Koyunun kuzusunu beslediği gibi mi besliyor bizi Risale, yoksa kuşun yavrusunu beslediği gibi mi? Kuş yavrusu olarak beslendiğini düşünenler alıntı" hesabı yapadursun; "süt"ün her damlasında ormanın tümü alıntılanmış değil midir?


GENÇ BİR arkadaşımın kanaati: “Risale-i Nur kısmî bir tefsir. Öyle değil mi?” “Niye ki?” diye sordum hışımla. Cevap: “Çünkü Kur’ân’ın tüm ayetlerini açıklamıyor. Her ayeti alıntılamıyor. Onayladım genç arkadaşımı: “Doğrudur; eğer Risale’ye tefsir diye bakıyorsan, kısmîdir. Daha açıkçası, tamamlanmamıştır.”

Birçok Risale okuyucusunun içinde saklı bir sorudur bu… “Keşke ‘Risale-i Nur’da geçen ayetler’ listeleri yapmaya gerek kalmasaydı. Keşke Kur’ân’ın hepsini alıntılasaydı Üstad…” Vakit bulamadı mı yoksa?

Risale-i Nur, Kur’ân’ın tüm ayetlerini alıntılamıyor; doğru. Tüm ayetleri alıntılasaydı, genç arkadaşıma göre “tam” bir tefsir olacaktı.

Bu hüküm birkaç soruyu sormayı unutturuyor : Bizi Kur’ân’la tanıştıran her kitap tefsir mi olmak zorundadır? Eğer tefsirse, Kur’ân’ın hepsini alıntılamak zorunda mıdır?

Ben de sordum genç arkadaşıma: “Bir tefsirin tamamlanmışlığını ya da eksikliğini Kur’ân’dan yaptığı “alıntıların” niceliği mi belirler? “Kur’ân’dan alıntılarının niteliğine ne dersin?” Risale-i Nur söz konusu olduğunda, gözden kaçan sır tam da budur. Risale’ye bir “tefsir” şablonu içinde bakarsak, tamamlanmış değildir, tüm ayetlere değinmemiştir.

Tefsir, tanım gereği, ayetlere dışından bakar; denizi sahilden seyrettirir bize.. Denizle ilişkiniz, dışarıda kalarak bakmaksa, tüm kıyıları gezseniz de ıslanmazsınız, denizden inci çıkaramazsınız. Daha önemlisi denizle ilişki biçimimizi değiştirmektir; bir kıyıdan bir kereliğine dalarsak, denizin içine gireriz, ıslanırız, yeterince derinleşirsek inci ve mercanlar çıkarırız. Artık denizi yaşarız; seyretmekten öte deneyimleriz denizi. Denizleşiriz. Şu halde, isterseniz denizin sadece bir yerinden dalalım, denizi her yerinden seyredene göre oldukça farklı bir iş yapmış oluruz.

Denize dalmak, denizi seyretmekle sayısal olarak kıyaslanmaz. Biri az, diğeri çok değildir. Kıyıdan seyretmelerin hepsini toplasak, bir tane ıslanma etmez. Seyir, ıslanma değildir; ama ıslanma seyretmeyi de içerir.

Ancak, ıslanmak seyretmeyi içerir diye, tüm ıslanmalara seyir adını koyarsak, ıslanmaya da, ıslanmayı göze alana da haksızlık etmiş oluruz. Dahası, kıyısında kalarak, sadece yüzeyiyle tarif ettiğimiz “deniz”e de haksızlık etmiş oluruz.

Risale-i Nur, sonuçta, Kur’ân’ı tefsir eder ama tefsir etmekten farklı bir iş yapar. Bu fark, alıntıladığı ayetlerin sayısının çokluğuna değil, ayetlerle kurduğu özel ilişkiye dayanır.

Misal mi?

Birinci Söz, “besmele” ayetiyle başlıyor. Birinci Söz, besmele’nin tefsiridir” diyebiliriz o halde. Doğru; ama, Birinci Söz’ün besmele ayetiyle kurduğu ilişki, tefsirlerinkine benzemez. Birinci Söz, “bismillah”ın harfleri ve kelimeleri üzerinde bir yorumda bulunmaz. İçimizi harekete geçirecek bir öykü anlatır. Biri mağrur diğeri mütevazı iki adamın kendilerine ve varoluşa bakışlarını kıyaslar. Başımızı hikayedeki adamın omuzları üstüne koyar. Besmele çekmenin faziletlerinden söz etmez Birinci Söz. Besmele’nin siyak ve sibakıyla/bağlamıyla ilgilenmez. “Bismillah”ı sevap olsun diye demeyi değil, “Bismillah”ı sahici bir hayat kodu olarak yaşamayı önceler. Dışarıdan seyretmez “besmele”yi; içimizdeki gurur ve tevazu sarkaçlanmalarının sesi olarak hisseder, hissettirir. Sorar ve sordurur: “Ey nefsim, mağrur musun, mütevazı mı?” Aniden denize düşmüş gibi, ‘besmele’nin gerçeği tarafından her yönden kuşatıldığımızı fark ederiz. Bir yaşama tavrı olarak, içimizden ve içerden “okuruz” besmeleyi… “Bismillah” demek, söylememiz gereken bir vecibe olmaktan öte, fıtratımızda izini bulduğumuz, kendimizi akışının yatağına bıraktığımız bir gerçeklik oluverir. “Besmele” varoluşun temel ifadesi olarak algılanır. Başlarında kocaman ağaçları taşıyan tohumların telaffuz ettiği, sert taşları yarıp geçen yumuşacık kök ve damarların seslendirdiği “varoluş ayet”i olarak selamlar bizi… Kâinat Kitabı’nın her sayfasının, her cümlesinin başında “bismillah” yazdığını görürüz hayretle. Ve Kur’ân’ın varlığı bir kitap gibi okumaya değer gördüğünü, varlığın bir okunası olduğunu fark ederiz Birinci Söz’le. Besmele’yi bu şekilde, “okuyuş”; “Oku! Oku ismiyle Rabbinin ki o yaratmakta…” [Alak, 1] ayetlerinin anlam ırmağına yatırır akleden kalbimizi. Böylece, Besmele’yi “oku”mayı, Rabbimizin yaratma tercihi üzerinden gerçekleştiririz. Risale’nin “besmele”yi oku(t)ma biçimi, Alak Sûresi’nin “Oku ismiyle Rabbinin ki o yaratmakta…” ayetinin uygulamasıdır. Şu halde, Risale’de Alak Sûresi’nin ilk ayetleri alıntılanmamış diyebilir miyiz? Alıntılamaktan daha fazlasını yapar Risale; alınır ayetten. Sözüne ayeti katıyor olmaktan öte sözünü ayetten yapar. “İkra” ayeti hakkında, alıntılayan “tefsir”den daha fazlasını yapmışken, bu ayeti alıntılamıyor diye Risale’yi eksik bulmak insafsızlık değil mi?

Misali biraz daha derinleştirelim: “Oku…” diyen ayeti, ayetin “oku” demesince “okumak” nasılmış bir bakalım. Yine, Birinci Söz’den alıntı yapıyorum: “….o ipek gibi yumuşak damarlar, birer Asâ-yı Mûsâ (a.s.) gibi fekul nadrib biasâke’lhacer emrine imtisal ederek taşları şak eder. Ve o sigara kâğıdı gibi ince, nâzenin yapraklar, birer âzâ-yı İbrahim (a.s.) gibi, ateş saçan hararete karşı yâ narü küni berden ve selâma âyetini okuyorlar.”

Dikkat: Alıntıyı yaparken, ayetlerin aslının konduğu yere kasten meal yazmadım. Çünkü buraya ayet diye meal koyarsam, doku uyuşmazlığıyla ifadelerin diri akışı kesmiş olurum. Ayeti takdim eden/alıntılayan cümlenin tüm kelimeleri ayetin mealine dair ipucu verirken, mealin manayı daraltıcı etkisinden de kaçınıyor. Kurulan cümleler bizi mealin dillendirdiğinden de yoksun bırakmıyor; ayetin anlam nehrinin aktığı yatağın yönüne de işaret ediyor. Okumanı Rabbini yaratan bilerek yap diyor ya ilk ayet… O ipek gibi yumuşak damarları ve kökleri böyle yaratmayı tercih eden Rabbinin adıyla “oku” ki, her birinin “bismillah” dediğini işitesin. İnce, nazenin yaprakları yaz boyu güneş karşısında yanmadan var eden, her birini tazecik güller eyleyen Rabbinin böyle yaratması üzerinden “oku” ki, varlığın ağzına koyasın “bismillah”ı…

“Bismillahirrahmanirrahîm” ayetine alıntılayarak değil de, alınarak yaklaştığımızda, fekulnadrib biasâke’lhacer ve yâ nâru künü berden ve selâma ayetlerinin elinde yoğrulurken buluyoruz aklımızı. Bu yeni ayetlerle tanıştığımızda ayetten söz ederken bulmuyoruz kendimizi; sözümüz ayetten oluyor, özümüz ayete temas ediyor.

Birinci Söz misali burada bitti. Misali verme gerekçemi tekrar hatırlatıyorum. Risale-i Nur, tefsirlerin yöntemiyle yaklaşsaydı, her ayetten söz etmediği için “tamamlanmamış” bir tefsir diye nitelenebilirdi. Oysa Risale-i Nur, muhterem Fırıncı ağabeyin formüle etmesiyle, “tefsir değil iksir”dir; vahiyle ilişkisi “tam”dır, tamamlanmıştır. Sorun, Risale’nin vahiyle ilişkisinin, “tam anlanmış” olmamasıdır. Sorun, Risale’yi Risale okumak için değil, Kur’ân okumak için okuduğumuzu unutmaktır.

Tüm bunları bir yana koyalım. Hakikat Çekirdekleri’nden bir alıntı yapalım. Risale-i Nur’u önceden bir çekirdek olarak kalbinin tarlasına eken Said Nursî aşağıdaki sözünü unutmuş olabilir mi? Şimdi elimizde binlerce sümbüllü başaklar olarak duran Risale’nin tarlaya ekilme biçimini ele veriyor bu cümle:

“Âlim-i mürşid koyun olmalı, kuş olmamalı. Koyun kuzusuna süt, kuş yavrusuna kay [ağzındaki kusmuğu] verir.”

Demek ki, irşad, hakikatle ilişkimizi kuş-yavru ilişkisinden koyun-kuzu ilişkisine yükseltmekle başarılabilir. Koyun ile kuzusu arasındaki ilişki “süt” üzerinden yürür. Kuş ile yavrusu arasındaki ilişki, “ kay/kusmuk” üzerinden yürür. Kuşun ağzında “alıntılar” vardır; hangi yaprağı hangi ağaçtan iktibas ettiğini görmek hiç de zor değildir. Ancak, kuş bütün ormanı gezse, her ağacın her yaprağını “alıntılasa” da, yavrusuna “süt” vermez. Daha çok “iktibas” yapması, ağzındakini süt yapmaya yetmez. Çünkü “süt” ile “kay” arasındaki fark nicel değil niteldir. Önemli olan ilişki biçimini, besleme tarzını değiştirmektir. Koyun kuzusuna “süt” verir. Sindirdiği, apayrı bir tada dönüştürdüğü, kendi tecrübesinden geçirerek yeniden ürettiği, yeni olarak ortaya koyduğu, sıcak ve taze bir “ilişki” sunar. Evet, “ilişki” sunar; sadece süt değil. Kuzunun süt emmesi “annesiyle” sıcak ve güncel bir ilişki anlamına gelir. Sütün içinde ormanı hatırlatan bir “alıntı” görülmez; ne yaprak rengi vardır ne çiçek şekli… Ama süt veren, ormandan söz etmekten fazlasını yapar, ormanı sözü eyler, sözünü ormandan inşa eder. Koyun ormanın bir bölümünden beslenmiş olsa bile, ormanının bütününe dair “tat” verir kuzusuna, kuzusunu ormanın tadına çağırır.

Kur’ân’dan beslenen ve bizi koyunun kuzusunu beslemesi gibi Kur’ân’la besleyen Risale-i Nur, Kur’ân’dan yaptığı alıntıların miktarıyla değerlendirilemez. Risale’nin bize verdiği “süt”te Kur’ân’ın bir bölümü olsa bile tamamının tadı vardır. Risale’yi tam anlamayınca, Kur’ân’ın tamamına ulaştığı fark edilmez. Bu durum ise, Risale’yi değil, Kur’ân’ı tam anlamamayı doğurur.

Sözün özü: Risale’yi kendi dünyamızda tamamlamak için Risale’yi tam anlamak gerekiyor vesselâm…




Risale-i Nur’un vahiyle kurduğu “bağ” dıştan değil “iç/ten” bir bağ. “İçeriden” bir kavrayış. Vahyin anlam alanını-kaçınılmaz olarak- daraltan meal üzerinden değil, anlamın aktığı yatakta yıkanmış ve yaşanmış/yaşanabilir bir ifadelerle “bağ”lanıyoruz vahye:

Misal:

“Öyleyse, o Mahbûb-u Ezelî’nin kendi Habîbine söylettirdiği şu ferman-ı ezelîyi dinle, ittibâ et: [Yirmi Dördüncü Söz’den]

Âl-i İmran’ın 31. ayetini bu cümleyle takdim ediyor Said Nursî. Meali şöyle: “Söyle ki [ey Habibim], Allah’a muhabbetiniz varsa, bana tâbi olun ki Allah da size muhabbet etsin.”

Ayetin anlam eşiğine bizi incelikle ve ustalıkla taşıyan bir-iki sayfalık “muhabbet bahsi” bir tarafa, bahsin bu son cümlesinin her kelimesi, aklımızı anlamın yörüngesine oturtuyor:

Söyle ki: “Söylettirdiği”

Allah’a muhabbetiniz var...: “Mahbub-u Ezelî” [Allah’a muhabbet eden O’nu Mahbub-u Ezelî olarak bulur.]

…ise: “Öyleyse”

bana: “Habîbine”

tâbi olun: “dinle, ittiba e[t]” (Ayette, “hemen ittiba et” anlamını besleyen “fe” ibaresi bile ‘dinle[r dinlemez] ittiba et’ diye cümleye taşınıyor.)

ta ki Allah da size muhabbet etsin: “Habîb” [O size muhabbet ederse, siz Habib/sevilen olursun.]

  04.08.2010

© 2021 karakalem.net, Senai Demirci



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut