Bazen Bir Şey Yapmamaktır “Amel”

Dr. Ekrem Demirli

‘Ramazan Allah’ın bir adıdır.’
Hadis (Aktaran, Muhyiddin İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye)


SUFİLER, insanın ibadet ile ilişkisini ele alırken, ‘ameli kendinden görmemek’, bir fail ve özne olarak onu ‘benim amelim’ diye sahiplenmemek üzerinde önemle durmuşlardır. Ameli ya da genel olarak herhangi bir şeyi ‘sahiplenmek’ duygusu, daha doğru bir ifadeyle saplantı ve tutkusu, beşerîlik hapsinden kurtulamayışın göstergesi sayıldığı gibi gerçek tevhide ulaşmanın önündeki en büyük engel sayılmıştır. ‘En büyük günahın ve yükün varlığındır’ diyen sufiye göre Tanrı’nın gerçek fail sayılması, tevhid aşamalarından birisine tekabül eden bir inanç ilkesidir. Birinci seviyede insan ‘Tanrı’dan başka ilah yoktur’ der. Bu, bütün müminlerin kabul ettiği tevhidin en yalın formudur. İkinci aşamada ‘Tanrı’dan başka fail yoktur’a geçer. Gerçekte bu, birinci cümlede içkindi. Seyr ü süluk, genel ilkelerde içkin alt anlamların ortaya çıkartılması ve vurgulanması, başka bir ifadeyle genel ilkelerin ferdi bir tecrübeyle ‘zevk’ ve ‘tahkik’ edilmesinden başka nedir ki? Üçüncü aşama ise her iki cümlenin mantıksal sonucu olarak, La-mevcude illellah, yani ‘Allah’tan başka mevcut yoktur’ şeklinde dile getirilmiştir. Bu ise özellikle varlığın birliği (vahdet-i vücud) fikrini kabul eden sufilerin tevhidin nihai ve ideal yorumu saydıkları bir düşünce olduğu kadar insanın kendisi, alem ve özelde ise amelleriyle ilişkisinin nasıl anlaması gerektiğini gösteren genel çerçeveyi verir.

Seyr ü süluk, aslında, amellerin faili olmadığımızı idrak için ‘çalışmak (amel)’ ve gayret göstermektir. Başka bir ifadeyle tasavvuf insana ‘amelin failinin sen olmadığını ve onu sana ait bir şey diye görmemek için amel yapmalısın!’ demektedir. Bu, gerçekte bir paradoks olduğu kadar, insanın varlıkta bir ‘berzah varlık’ olarak bulunuşunun ihtiva ettiği genel paradoksun bir tezahürüdür. Bu yönüyle amel ile ilişkiyi –ya da ilişkinin kesilmesini- anlatmak için kullanılan ‘terk’ tabiri önce ameli kendine ait saymamak şeklinde anlaşılmıştır. Salikin vazifesi, kendisini amellerinin fail ve öznesi görmek yerine, amelin ortaya çıktığı ‘vesile’ ve ‘yer’ olarak göreceği varlıktaki ikiliği teliğe irca eden dönüştürücü bir tevhit anlayışına yönelmek olacaktır. Bu yönüyle terk, terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hesti ve terk-i terk diye dört aşamada kavramlaşır ki, hepsinin ortak noktası, ‘sahiplenmek’ tutkusunun her türlü tezahürünün aşılmasıdır. Dünyayı terk, İbnü'l-Arabî’nin isimlendirmesiyle ‘dünya oğulları’ olan zahitlerin işidir. İbnü'l-Arabî ve kendisini takip eden sufiler, bu anlamıyla zühdü ilk sufiler gibi yüceltmek yerine, onu ‘oğulların’ işi diye küçümser. ‘Baba’ olanlar, böyle bir araca baş vurmak zorunda hissetmezler kendilerini (İbnü'l-Arabî benzer bir ayrıma ibnü’l-vakt ile ebu’l-vakt’ terimleri arasında yapar ve vaktin oğlu olmayı geçilmesi gereken bir aşama olarak ele alır). İslamın intişar ettiği bölgelerde dünya karşıtı katı-gnostik eğilimler arasında tasavvufun kendi kimliğini ve karakterini bulma sürecinde önemli bir noktayı teşkil eden bu ‘züht karşıtlığı’, İslam’ın genel dünya görüşüyle -en çok da ‘Eşyada aslolan şey ibahadır’ ilkesiyle- bağdaşan madde ve dünya anlayışıyla yakından ilgilidir. Terkin ikinci aşaması ise ahiretin terkidir ve bu da zühdün bir yönüdür. İbnü'l-Arabî, ibadet ve abitleri ele alırken ‘ecir (ücretli kul)’ diye isimlendirdiği ve bir ücret karşılığında Allah’a kulluk yapanlardan söz eder ve onları eleştirir. Gerçek kul, Tanrı’ya ahiretteki ödüllere ulaşmak veya cehennem azabından kurtulmak için ibadet etmez. Tanrı’ya sadece Tanrı olduğu için ibadet edilir. Öyleyse gerçek abid, terk-i ukba, yani ahireti de göz ardı eden kimsedir. Üçüncü aşama ise terk-i hesti, yani beşeri varlığın büsbütün terkidir. Seyr ü süluk’un en önemli aşaması, budur ve beşeriliğin aşılarak (fena an-) yerine ilahi olanın ikame edilmesiyle kemale erer (beka billah). Ancak burada aşılanın ne olduğu ve yerine neyin yerleştiği sorunu, kolaylıkla cevaplanabilecek bir soru değildir. Bunun yerine sufiler, fena-beka teorisiyle meseleyi ele alır ve en genel anlamıyla beşerî ve hadis özelliklerin yerini ilahi ve kadim özelliklerin aldığından söz etmişlerdir. Gerçekte üçüncü aşamadan sonra gelen dördüncü aşama, yani terk-i terk ise, terk eyleminin bırakılmasıyla tam bir eylemsizliğe ulaşmaktır. Metafizik düşüncede hareketin arızîliğini ve esas olanın hareketsizlik olduğunu hatırladığımızda, eylemsizliğin yüceltilmesinin başka bir yönünü görmüş oluruz. Eylemsizlik ve hareketsizlik, gerçekte insanın Tanrı’yı ve ilahi olanı taklit etmesidir. Bu durumda terk-i terk, sufiler için farklı terimlerle anlatılan seyr ü sülukun sonunu temsil eder. Abdülcabbar en-Nifferi için terk-i terk, ‘vakfe’ diye isimlendirdiği sülukun sonudır. Artık salik, kendine ait her şeyi aşmış ve ilahi iradenin önünde tam bir teslimiyetle ‘durmaktadır.’ Burada tekrar saliki bir özne gibi düşünmek ve onun ‘eylemlerinden’ söz etmek, dilin ve ibarenin istilzam ettiği bir durumdur. Yoksa salik, ‘duran’ bir benliğe sahip değildir. Bu nedenle Nifferi meşhur kitabındaki ‘mevkıfları’ ‘beni durdurdu (evkafani)’ şeklinde Tanrı’yı özne yaptığı bir ifadeyle başlıklandırır. İbnü'l-Arabî için son makam, ‘hayret’tir. Hayret, Nifferi’nin vakfe terimiyle olduğu kadar ‘terkin terki’ ile de eş anlamlı sayılabilecek bir kelimedir. Hayret, salikin hareketten uzaklaştığı sülukun sonudur ve hareketsizlik onu her yönden kuşatır. Konuşmak istese, konuşamaz, çünkü ‘susma’ makamındadır. Böylece salik, kendini bir yanılsama olarak fail saydığı bir anlayıştan, mutlak fail ve kudret sahibinin önünde, O’nun tasarruflarına mazhar olan ‘sırf edilgenlik’ mertebesine ulaşır. İbnü'l-Arabî’nin fiziksel erkeklik-dişilik kavramlarını aşarak ilahi iradenin karşısındaki tam edilgenlik haliyle –ki bir yönüyle de etkendir- özdeşleştirdiği dişiliği herkese izafe ettiği yer burasıdır. Bu anlamda İbnü'l-Arabî ‘Alemde erkek yoktur’ derken Mevlana’ya izafe edilen bir sözde ‘Ruhum bir kadındır’ denilir. Her ikisi de bu son makamla ilgili edilgenlik mertebesine işaret eder. Hallac-ı Mansur, zühdün uzun uzadıya bir hayat tarzı sayılmasını eleştirirken, ‘Ben üç gün zahit oldum, birincide dünyayı, ikincide ahireti, üçüncü günde kendimi terk ettim’ derken insanın seyr ü süluku önündeki en önemli engelin bu sahiplenme duygusu olduğuna dikkat çekmişti. Bu süreci ‘terk’ yerine başka bir kavramla, söz gelişi ‘fena’ ile açıklamak da mümkündür. Bu durumda insanın dünyadan, ukbadan, kendinden, kısaca ‘masiva’ denilen Tanrı’nın dışındaki her şeyden ‘fani olması’, yine amelin terkiyle ilgilidir. İbnü'l-Arabî takvanın anlamını açıklarken de aynı hususa dikkat çeker. Takva, sözlük anlamıyla, bir şeyi kalkan veya siper ederek insanın kendini korumasıdır. Peki ‘siper’ veya ‘kalkan’ kimdir ve neye karşı kullanılmaktadır? İbnü'l-Arabî’ye göre kalkan Allah’tır ve kalkanı siper ettiğimiz şey, amelleri sahiplenme ve kendimizi ‘fail’ görme yanılgısıdır. Bunun tek istisnası, İbnü'l-Arabî’nin Allah karşısındaki saygının bir gereği diye gerekçelendirdiği kötü davranışlarımızla ilişkimizde ortaya çıkar. Bu durumda kalkan insanınn kendisidir ve insan kendini siper edinerek Tanrı’ya kötü fiillerin nispetini engellemeye çalışır. Bu durumda kalkan ve siper, insan, bu siper maharetiyle korunan ise Tanrı’dır. Öyleyse ele alacağımız herhangi bir hal veya makam, salikte tezahür ettiği süreçte amelsizliğe ve ameli terke doğru bir tekamül çizgisine sahip olacaktır. Başka bir ifadeyle bu anlamıyla ‘amelin terki’, sülukun hedefidir ve bütün tasavvufi hal ve makamlarda belirleyicidir.

Ancak ibadetler içerisinde biri vardır ki, o, seyr ü sülukun belirttiğimiz ‘terk’ hedefiyle doğrudan parelellik arz eder. Bu ibadet, oruçtur. Oruç, insanın sürekli eylem içinde olmayla şartlanmış ve Tanrı’ya yaklaşmayı meşakkatli ibadetlere bağlamış algısına ‘bir şey yapmayarak’ Tanrı’ya yaklaşmanın imkanını hatırlattığı için önemlidir ve dindarlığın ölçütü sayılmıştır. Gerçekten de oruç, bir şey yapmak değildir. Oruç tutan kişi, bedeni veya mali veya zihnî herhangi bir amel yapmaz. Bu bağlamda insanın orucuna derinlik kazandırmak ve değerini artırmak için oruçluyken yaptığı işler ve ibadetler, orucun zatî tanımına dahil değildir kuşkusuz. ‘Oruç tutmak’ ile ‘oruçluyken ibadet yapmak’, ayrı mütalaa edilmesi gerekli hususlardır. Konuyu ayrıntılı bir şekilde Fütûhât-ı Mekkiyye’de inceleyen İbnü'l-Arabî’ye göre oruç, ‘bir şey yapmayarak’ karşılığı bizzat Tanrı olan bir ibadeti yerine getirmektir. Bu yönüyle oruç, Tanrı’nın es-Samed ismini hatırlatır. Çünkü der, İbnü'l-Arabî, ‘oruç tutarkan bir şey yapmayız, aksine bir şey yapmayarak oruçlu oluruz.’

İbnü'l-Arabî’nin üzerinde durduğu en önemli mesele, oruç sürecinde oruçlunun ilahi isimlerle ilişkileridir. İbnü'l-Arabî ‘Ramazan Allah’ın bir adıdır’ diye bir hadis aktararak Ramazan’ın ve bu ayda tutulan orucun ibadetler arasındaki müstesna yerini anlatır. Ramazan Tanrı’nın aylar içindeki tek ismidir ve aylar içinde benzeri olmayan bir aydır. Oruç da, benzeri olmayan bir ayda tutulan benzersiz bir ibadettir ve misilsiz Allah’ı hatırlatır. Öte yandan oruç gizli bir ibadettir. Bir insanın kendisi açıklamadan onun oruç tuttuğu ve ibadet yaptığı bilinmez. Çünkü oruçlu bir şey ‘yapmamaktadır.’ Bir ibadeti bir şey yapmaksızın yerine getirmek, onu gizlemek demektir. İbnü'l-Arabî ‘Ramazan ayı geldiğinde cennet kapıları açılır’ anlamındaki hadisin batınî yorumundan cennet ile örtünmek ve gizlenmek arasındaki ilişkiye dikkat çeker. Cennetin gizlemek ve örtmek anlamıyla orucun gizliliği ilişkili olduğu için bu hadis böyle zikredilmiştir.

Allah’ın adı olan bir ayda tutulan ve her bakımdan bu isimle kuşatılan oruç, öncelikle Tanrı’nın el-Mümsik ya da el-Masik ismiyle irtibatlıdır. ‘Tutmak’ fiilinin öznesi olan el-Masik, Allah’ın isimlerinden birisidir. Allah bu isimleriyle yerleri ve gökleri tutar, onların ortadan kalkmasını engeller. İnsan ise kendini ‘tutarak’ bu isim ile önce taalluk (ilişme, ilme’l-yakin), sonra tahalluk (ayne’l-yakin, ahlaklanma) ve en sonunda ise tahakkuk (hakka’l-yakin) eder. El-Masik ismi insan üzerinde hüküm sahibiyken bir şey yemez, içmez, cinsel ilişkiye girmez vs. Öte yandan orucu bozmak anlamındaki ‘iftar’ kelimesi de, bizi Allah’ın başka bir ismine götürür. O ise, el-Fatır’dır. el-Fatır, Tanrı’nın yaratma eylemiyle ilgili ismi olduğu gibi aynı zamanda bu isim ‘fıtrat’ klimesiyle irtibatlıdır. Oruçlu iftarını açarken el-Fatır isminin hükmü altına girer. el-Fatır yaran, ortaya çıkartan demektir. İftar ile insanın daha önce uzak durduğu besinlerin onun sindirim sistemini ‘yarması’ ve ‘açması’ arasında bir ilişki vardır. Burada İbnü'l-Arabî’nin yaratma teorisinin yokluktan yaratma değil, çekirdek halindeki bir şeyden alemin ortaya çıkartılması olduğunu hatırlamak gerekir. el-Fatır çekirdeğin veya kabz edilmiş şeyin parçalanması ve açılması demektir. İbnü'l-Arabî, fıtrat ile el-Fatır arasındaki ilişkiye de dikkat çeker ve mastar ile isim arasında zaman zaman yaptığı yer değiştirmelerden birini kullanarak ‘Fıtrat Allah’tır’ der. İnsanların üzerinde yaratıldığı fıtrat, onların Allah’a ve O’nun suretine göre yaratılmış olmaları demektir. Bu yorum ileri bir düzeye taşındığında ise, ilah-ı mutekad düşüncesine ve insanın bilfiil ayakta durması ve var olması anlamındaki ‘kıyam’ın ancak Tanrı ile gerçekleşmesi gibi yorumlara kolayca ulaşılır. İbnü'l-Arabî, orucun Tanrı’nın isimleriyle ilişkisini orucun ödülü hakkındaki rivayetlerle destekler. Kutsi hadiste Allah Teala ‘Orucun sevabı bana aittir’ demiştir. Burada İbnü'l-Arabî’ye göre herhangi bir zımnî sevap söz konusu değildir. Aksine Allah onun ödülü ben olacağım demektedir. Öyleyse oruç, sevabıyla da ibadetler arasında müstesna bir yere sahiptir.


Kaynak: Yeni Dünya Dergisi

  31.07.2010

© 2021 karakalem.net, Dr. Ekrem Demirli



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut