GENÇLİK DEYİNCE akla hemen ‘sorun’ kelimesini getirmek; gençliği ‘sorunları’ ile tanımlamak, herhalde bir modern zamanlar hastalığı. Halbuki bu algının içindeki bir harf eksilse, daha doğrusu fazladan eklenmiş bir harf kaldırılsa, gençliğe dair daha sahih bir tanıma kavuşulmuş olacak.
‘Sorun’ değil, ‘soru’dur gençliği asıl tanımlayan. ‘Sorun’ gibi görünen tarafı da bu sebeptendir. Yaşı daha ileri olanlar dönüp bir kere daha sorgulama ihtiyacı hissetmeksizin mutad bir akış üzere hayatlarına devam ederken, genç soru sorar. Âlemlerin Rabbi, onun bunun etkisinde kalmadan sırf kendi iradesiyle O’nu Rab olarak bilsin; ‘taklidiyle’ değil, ‘tahkikiyle’ Rabbini tanıyıp yalnız ve ancak O’na ibadet edebilsin diye, sormayı ve sorgulamayı ilham eder gençlere. Çocukluktan gençliğe geçerken, her insanın neredeyse ‘elinde olmadan,’ ‘kaçınılmaz bir şekilde’ soru soruyor, hazır cevaplara ise itiraz yöneltiyor olması bu sebeptendir.
Sorusu olan, ikna edici cevaba ulaştığında ancak sükûn bulur, dingin bir ruh iklimine kavuşur. Bu bakımdan, genç deyince akla gelen ‘sorun’lar da, gencin sorduğu ‘soru’ya hâlâ cevap arıyor olduğunun, henüz aradığı tam cevabı bulamadığının işaretidir.
Maamafih, cevaba henüz ulaşamamış olsa bile, soruyor olmak, başlıbaşına bir farkındalık, uyanıklık ve dirilik alâmetidir. Fıtratın dini olarak İslâm’ın, modern zamanların ‘ergen’liği çocukluk ile yetişkinlik arasında farklı bir zaman dilimi olarak tanımlamasına karşılık, büluğa erdiği andan itibaren insanı ‘reşit’ olarak tanımlaması, insanı o andan itibaren doğru ile yanlışı ayırt edebilir bir durumda kabul etmesi ve sorumluluk yüklemesi, muhakkak ki bu sebeptendir.
Gelin görün ki, gençliği ‘soru’yla değil ‘sorun’la, ‘arayış’la değil ‘bunalım’la, sorumluluk alıp birşeyler ortaya koymakla değil ‘tüketim’le tanımlamaya yatkın modern anlayış, İslâm’ın ‘rüşd’ için belirlediği yaştan çok daha ilerisinde ancak bir gence sorumluluk yüklüyor. Meselâ, en medenî ülkelere bakalım; oralarda bile, bir gencin siyasî ve idarî sorumluluk üstlenebilmesi için yirmili yaşların ortasına kadar gelmesi bekleniyor. Gençlerin bırakın ‘seçilme’yi, ‘seçme’ ehliyetinin verilmesi için bile en azından onsekiz yaşına gelmesi isteniyor.
Özgürlük, bağımsızlık, sorumluluk üzerine bu kadar söyleve karşılık modern zamanların gençlere bakışındaki güvensizliğe; genci ya bir ‘tüketim öznesi’ veya henüz şeklini bulamamış bir ‘nesne’ olarak gördüğü için ona çocukluk ile yetişkinlik arasında bir ara kümede rol biçmesine dikkat edince, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın gençlere olan yaklaşımı benim gözümde daha bir derinlik kazanıyor.
Peygamberin gençleri deyince de, en başta Kureyş içinde, modern zamanlarda ‘sorun’la algılamaya neredeyse şartlandırılmış olduğumuz gençlerin ‘soru’ları ile nasıl yaşlılara, büyüklere, kavmin önde gelenlerine hakkı kabul ve tasdik bakımından fark attıklarını görüyor insan. Kureyş’in önde gelenleri de, önde gelenlerinden olmasalar bile yaşı ilerlemiş olanları da âlemler Rabbinden hediye olarak gelen Sözlerin En Güzeli karşısında, ‘bu kadar sene atalarımızın yolunda yaşamış iken,’ ‘hele bir bakalım,’ ‘bu Söz kurulu düzenimizi bozar mı, sürdürür mü’ diye sürüp giden hesaplarla bocalar iken, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın yanında ve yakınında ilk önce İslâm’ı seçen gençler idi. On yaşındaki Ali (r.a.), babası ve amcaları kendi içlerinde ‘dur hele’ muhasebesi yaparken, hepsinden önce, hakkı kabul ve teslim ettiği için Resûlullah’ın nezdinde hepsinin velîsi olabilmişti sözgelimi. Sa’d, Saîd, Talha, Osman, Mus’ab, Abdurrahman... derken, Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselamdan iki yaş küçük Ebu Bekir (r.a.) dışında ilk Müslümanların tamamı ya onlu, yahut en fazla yirmili yaşlarla olan sahabilerdi.
‘Soru’lu gençler en başta hakikate yol bulurken, ‘sorun’lu ihtiyarların bir kısmı ona hiç yol bulamadı, bir kısmı hayli gecikerek yol aldı. Velid’in en başta bulduğu hakikate ağabeyi Halid onsekiz yıl sonra teslim oldu, babası ise hiçbir zaman ulaşamadı. Abdullah’ın en başta teslim olduğu hakikate teslim olması için babası Süheyl tam yirmi yıl bekledi. Abdullah’ın ablası Sehle ile eniştesi Ebu Huzeyfe’nin en başta teslim olduğu hakikate eniştesinin babası Utbe ile amcası Şeybe hiçbir zaman yol bulamadı.
Peygamber aleyhissalâtu vesselam Medine’ye hicret ettiğinde de, etrafında bir gençler kümesi bulacaktı. Enes, Zeyd, Muaz, Câbir, hele ki Abdullah’lar derken, Peygamberin gözü önünde, dizi dibinde hakikat dersi alan, hepsi Peygamber övgüsüne mazhar isimler görecekti gözlerimiz. Babalarının görmediğini gören gençler... Babalarının gördüğünü onlardan önce gören gençler... Babalarının gördüğünü babalarından daha derin ve daha engin surette gören gençler...
Sonuçta, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın, Kur’an’ı en iyi bileniniz, fıkhı en iyi bileniniz, ferâizi en iyi bileniniz, kıraatı en iyi olanınız diye sena ettiği isimlere baktığımızda, Asr-ı Saadet’ten Abdullah gibi, Muaz gibi, Zeyd gibi, Ubey gibi genç tabloları çıkacaktı karşımıza.
Peygamber aleyhissalâtu vesselamın gençlere güvensizlikle değil itimadla bakıyor oluşunun; ‘sorunlu’ görmeyip bilakis ‘sorumluluk yüklenmeye ehil’ görmesinin iki şâhikasını ise, Üsâme b. Zeyd ve Attâb b. Esîd teşkil ediyor. Zeyd b. Hârise, Cafer b. Ebu Talib ve Abdullah b. Revâha’nın şehit olduğu Mute’ye cevap olarak yine aynı rotaya bir sefer düzenlemeyi Efendimiz aleyhissalâtu vesselam murad ettiğinde, komutan olarak Mûte’nin ilk komutanı Zeyd’in oğlu Üsâme’yi vazifelendirdiğini görüyoruz. Bu tercihiyle, ondokuz yaşında bir genç olarak Üsâme’yi o günün şartlarında çölün ortasında neredeyse bin kilometrelik bir güzergâhta üç bin kişilik bir orduyu sevketme ehliyetine sahip olarak gördüğünü gösteriyor Peygamber aleyhissalâtu vesselam. Dahası, gittiği yerde, Bizans ordusuyla yapılacak savaşı da yönetebilir bir ehliyette...
Üsâme’nin babası Zeyd’in Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın evlatlığı olması hasebiyle, Üsâme onun dizi dibinde büyüdüğü için, daha bebekliğinden itibaren Peygamber talimi gördüğü için bu tercihi yapmış olduğu şeklinde bir itiraz sözkonusu olacak olduğunda ise, Mekke’nin fethinden sonra Medine’ye dönerken, Peygamberin geride Mekke valisi olarak tayin ettiği Attâb b. Esîd’i görüyor gözlerimiz... Müslümanlığı daha dün kadar yeni olan, Mekke’nin fethedildiği gün Müslüman olan; ve bir rivayete göre yirmiüç, bir rivayete göre ise yirmibir yaşında olan Attâb’ı...
Bu Asr-ı Saadet tabloları, çok dersin yanında, iki hikmeti kulağımıza fısıldıyor. Gençlik ‘risk’ yüklü bir dönemdir, doğru; ama her risk, yanında bir imkân da taşır, bu bir.
Ve ikincisi, “büyüsün de sorumluluk verelim” doğru mantık değildir. Bilakis gençler, onlara sorumluluk verirsek büyür.
Tıpkı Resûl-i Ekrem’in terbiyesiyle Üsâme b. Zeyd’lerin, Zeyd b. Sâbit’lerin, Attâb b. Esîd’lerin olduğu gibi...