BİZE NE LAZIM?

Mona İslam

Ey Nefsim! Ah etme, affet. Sen de affa muhtaçsın.

SON ZAMANLARDA anlam veremediğim bir cümle duydum. Hem cümlenin asıl sahibine, hem de onu nakledene saygım büyük olmakla birlikte, bu sözü sorgulamadan da edemeyeceğim. Bir sözü sorgulamadan, tahkik etmeden alıp benimsemeyi, ehl-i tahkike uygun bir yol olarak görmediğimi belirtmeliyim. Sözünü ettiğim cümle, İmam Rabbani’ye atıfla söylenen “Bize Füsus değil nüsus lazım” cümlesi.

Öncelikle bu sözün aslen “Biz Füsus’a değil nüsusa tabiyiz” şeklinde olduğunu tercüme farkı ile belirtelim. Elbette tercüme farkları, anlam farklarına sebep olur. Bu küçük fark, bize ilk cümlede görünmeyen bir yol da gösterecektir. Kuşkusuz her mümin nüsusa tabidir ve buna söylenecek hiçbir şey yoktur. Füsus da nüsusa tabidir, öyle olmalıdır.

Füsus nüsusa tabidir. Hakikat-i hal budur. Ancak İmam’ın yaşadığı dönemde de, her dönemde olduğu gibi bir eseri, kaynağa giden yolda bir basamak, bir hazırlık okulu, kaynağı daha iyi anlamak için bir rehber yapanların yanında bir de perde, gölge, engel yapanlar olur. Muhabbet mana-i ismi ile kullanılır ve sadece o esere muhabbete döner. Bu da bizatihi o eserin müellifinin, o eserle yapmak istediği şeye muhaliftir. Çünkü tüm muhakkikler eserlerine mana-i harfi ile muhabbet edilmesini ve onu nasları anlamak için kullanmamızı isterler. İmam’ın döneminde Füsus kimilerince böyle suistimal edildiği için İmam bu sözü söylemiştir. İşin bir vechesi budur.

Bir başka veche ise biz Risale-i Nur talebelerinin gayet iyi bildiği “Mevlana bu zamanda gelse Risale-i Nur’u, Üstad o zamanda olsa Mesnevi’yi yazar mıydı?” tartışmasının işaret ettiği yerdir. Bir esere bakış sadece zaman farkı ve ortama değil, mizaca da bağlıdır. Peygamberlerde olduğu gibi velilerde de tecelli eden azam isimler farklı olduğundan mizaçlar ve dolayısıyla yollar farklılaşır. Bu yüzden bir esere biri rağbet gösterir, diğeri mesafeli durur. Ancak bu, ne esere rağbet edeni ne de mesafeli duranı velayetten iskat eder.

Birkaç küçük analizle cümleye bakalım:

Birincisi, bu cümle “Bize” kelimesi ile başlıyor. Bu da belki İmam’ın yaşadığı coğrafyayı, o dönem halkını, hatta belki de onun meşrebini kast ediyor olabilir. Buradan “Hiç kimseye Füsus lazım değildir” anlamı çıkarmak mı gerekir? Bence bu İmam’a söylemediğini söyletmek olur. İmam kendi hayatında Füsus okumuştur, eleştirdiği şeyler de tasavvuf literatürü açısından çok ciddi önem arzeder. Onu yol olarak kendisini kaynağa götürür bir vasıta olarak kullanmamıştır, bu da anlaşılır bir şeydir. Ama bu kimse kullanamaz anlamına gelmez. Zira kendisi de böyle bir şey söylememiştir.

İkincisi, bu cümle Füsus’un nüsus, yani naslar dışında bir yol vaaz ettiği zannını doğurabilir ki, şüphesiz İmam da bunu kast etmemiştir. Çünkü Şeyh-i Ekber’e en karşıt kimseler ve hatta ona düşmanlık edenler dahi bilirler ki İbn’ül Arabi hayatını Kuran ve sünnet üzere yaşamış, hadis öğrenimine tüm İslam ilimleri üstünde önem vermiş, talebelerinde de sünnete riayette azimet derecesinden aşağısını asla kabul etmemiştir. Yazdığı ve söylediği her şey, bir ayete veya bir hadise dayanır. Bu tüm eserleri için böyledir. Başkalarından farklı yorum yapıyorsa, bunda da özgürdür, zira Allah Kur’an ve sünneti anlama hakkını her mümine vermiştir. Hiç kimsenin ne parmak izi ne de fehmi diğerinin aynıdır. Kimse bu hakkı İbn’ül Arabi’nin elinden alamaz. Yorumlarına katılmayabilir, görüşlerini benimsemeyebilir, Füsus okuyup okumayacağına karar verebilir, bu da şahsi bir karardır, kimseyi bağlamaz. Buradan Füsus’un nüsus dışında bir yere çağırdığı vehmine kapı aralamak, büyük zulüm ve iftira olur.

Üstelik biz Risale talebeleri bu söylemden çok çektik. Bunu başkaları için nasıl söyleriz? Yıllarca bize “Risale okuyacağınıza Kur’an okuyun” demediler mi? Biz de daima cevaben, “Risale-i Nur’un bizi Kur’an’a yaklaştıran, alıştıran, onu şerh eden, hayata geçirmemize yardım eden bir kitap olduğunu” söylemedik mi? “Biz Risale okuyoruz ama Kur’an da okuyoruz. Risale okumaya olan tutkumuz sizi Kur’an okumadığımız vehmine sürüklemesin” demedik mi? Bu haksız ithamdan üzülmedik mi? Biz neden insanlara “Füsus okumayın, Kur’an okuyun” anlamına gelen bir söz söylüyoruz.

Buna şöyle devam etsek olur mu? Nakşibendilere diyelim ki: “Mektubat okumayın, Kur’an okuyun hadis okuyun”, Mevlevilere diyelim ki: “Mesnevi okumayın, Kur’an okuyun hadis okuyun”, sair müminlere diyelim ki, “hiçbir muhakkikin eserini okumayın, sadece Kuran ve hadis okuyun.” “Çünkü bize onlar değil, naslar lazım.” O takdirde, İslam geleneğinde birikmiş tüm kitapları yakalım, onlara ne hacet, Kur’an ve hadis kitapları kalsın, bize yeter. Bir de mezhep imamlarının fıkıh kitapları kalabilir. Bu da bizi zar zor selefilerden, vahhabilerden ayırmalarına sebep olur. O kadarı da alamet-i farikamız olsun.

Bu dar düşünce Nur Talebeleri’ne hiç yakışmıyor. İnsan başka mü’minlere onların anlayışlarına ihtiyacını hissetmeli; 'bendeki bana yeter' diyerek bir külli şahs-ı manevi çıkarılamaz. En azından, kendi meşrebinin muhabbetiyle hareket edip başkasının meşrebini küçümsememeli. Bu türlü bir anlayış, Üstadın bize İhlas ve Uhuvvet risalelerinde öğrettikleriyle çelişiyor. Üstelik adı geçen kitapları Üstad da okumuş ki onlardan bahsediyor. Kimi yerde övüyor, kimi yerde örnek aldığını belirtiyor, kimi yerde de tahkikle ve edeple eleştiriyor. Ama biz eleştirdiğimiz şeyi bile okumuyoruz. Bu konuda oryantalistler kadar bile marifetli değiliz, onlar hiç değilse eleştirmek niyetiyle dahi olsa İslam Geleneği metinlerini okuyorlar.

Üstad “Risale-i Nur oniki tarikin mecmuudur” derken cem makamından konuşuyor. Cem makamı Muhammedi velayet makamıdır. Velayet makamlarının en üstünüdür. Nasıl ki Efendimiz(sav) bünyesinde tüm peygamberleri toplamıştır, Kur’an tüm suhufların ve kitapların mecmuudur, Muhammedi veli de, hangi nebinin meşrebinde olurlarsa olsunlar, tüm velilerin mecmuudur. Bu yüzden Üstad’ı gelenekten vefayla bahsederken görürüz. Bu sebeple o, okunan Risalelerde bize bir köprü vazifesi yaparak seleflerini sevdirir. Bu asrın insanı onun eğitiminden geçerse, eski zaman muhakkiklerini daha iyi anlar. Çünkü zamanın sahibi odur. Ancak zamanın sahibini hakkıyla anlamak, ve ona hakkıyla muhatap olmak için de, onun üzerinde yükseldiği geleneği bilmek lazımdır. Bu bereketli bir dairedir. Üstad’ı bilen selef-i salihini daha iyi anlar, selefleri daha iyi anladıkça Üstad’ı daha iyi tanır. Bu kutlu daire ömür bitinceye dek böyle devam eder. İnşallah, Allah bizi o kutlu dairede süluk ettirsin.

Üstad cem makamından her bir yolu kucaklayarak konuşur, her bir muhakkike sayısız kere atıf yaparken, talebelerine düşen de aynı kucaklayıcı üsluba tabi olmak, gücü yettiğince Üstadının okuduklarını, atıf yaptıklarını tanımaya çalışmak, asgarisi müminane bir muhabbetle onları sevmek ve yolları ile ettikleri dua ve saye amin demektir. Aksi, Risale’nin yolu ile çelişir.

İnsanlar tembelliklerini, gayretsizliklerini her biri birer şaheser olan kitapların önünde perde yapmamalılar. Kuşkusuz herkesin bir mizacı vardır. Bu mizaca göre birine daha yakın durur. Ancak bu diğerlerini de içermediği anlamına gelmez. Efendimiz(SAV) de kendini en çok Hz. İbrahim’e yakınlıkla vasf ederdi, ancak bu diğer peygamberleri onun mübarek şahsında görmemize mani değildir. Üstad’a da İmam Rabbani vechinden bakarsanız onu İmam’a benzer görürsünüz. İbn-ül Arabi vechinden bakarsanız onu Şeyh’e benzer görürsünüz. El Hak buradan öyle görünüyor. Baktığınız vecihler ile Üstad’ı sınırlayamazsınız, bu onun engin şahsiyetini anlayamamak olur. Bu Muhammedi velayeti anlayamamak olur. Muhammedi veli, hem odur, hem budur. O hepsinin mecmuudur.

İbn’ül Arabi’ye Üstad’ın adı kullanılarak çok haksız ithamda bulunuluyor, hiç biri açık bir iddiaya dayanmıyor, tam tersi Üstad, Şeyh hakkında ‘Ulum-u İslamiyenin mucizesi’ gibi medih ifade eden sıfatlar kullanıyor. Eleştiri yapanlar, kendilerine ait eleştirecek bir okumaları, fikirleri olmadığı için bunu nurculuk üzerinden yapmaya kalkıyorlar. Risale-i Nur da Üstad Bediüzzaman da bundan beridir.

Her muhakkikin iki tür sözü vardır. Biri, geldiği zamanın konjonktürüne uygunken sonradan ortam değişince hükmü kalkacak sözler, diğeri, ebediyyete kadar arzda ve semada geçerli olacak sözler. Onların belirli bir zamana ve o zamandaki yanlış bir uygulamaya münhasır sözlerini tüm zamanlara genellemek yanlıştır. Ancak ortam bilinirse, sözün söylenme sebebi tekrar ortaya çıkarsa söz yine geçerli olur. Her muhakkik, insanları perdelerden pencerelere yöneltmeye, kaynağa-asla döndürmeye çalışır. Bu eserlerin iptali için değil onlara ve onların müelliflerine ifratkar bir muhabbetle, ardındaki ashab-ı rasulü ve Efendimizi(sav) ve Kuran’ı görmeyecek, yahut onları görse dahi mücmel bırakacak biçimde davrananlara uyarı için söyler. Bu noktada aynısı bizim için de söylenebilir “Bize Risale değil nüsus lazım” yahut “Biz Risale’ye değil nüsusa tabiiz” doğrusu da budur. Çünkü Risale de nüsusu daha iyi anlamak içindir. Üstad’a muhabbetimiz bir perde ise, perde kaldırılmalıdır. Ancak pencere ise, işe yarar, maksada vasıl eder bir muhabbettir.

Yazıya konu olan söz açıktır ki yanlış anlaşılıyor. Bu sözle bir eser ortadan kaldırılıyorsa, abese tahvil ediliyorsa, tüm eserler ortadan kalkar. Çünkü söz geneldir. Nüsus’a işaret etmektedir. Nüsus ise hiçbir muhakkikin kitabı ile kıyas kabul etmez. O zaman bu yanlış anlama ile Mektubat-ı Rabbani de yazılmamalıdır. Ama yazılmıştır. Demek sözü söyleyen muhatabın anladığı manada söylememiştir.

Yok bu söz Mektubat’ı değil yalnız Füsus’u iskat eder denilirse Muhakkikin-i izam’ın adeti değildir ki birbirlerini nakz etsinler, onların ihtilafı felsefecilerinki gibi külli değil cüzidir. İmam hiç ‘Onun kitabını değil benimkini okuyun!” der mi? Siz hiç böyle büyük birine ‘Beni al onu alma’ tarzı tüccar üslubunu yakıştırabiliyor musunuz? HAŞA!

Baştaki soruya gelirsek, ‘Bize ne lazım?’

El Cevap: ‘Bize biraz edep, biraz iyi niyet, biraz da okumak lazım’.

  26.07.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut