TANIMADIĞIM ŞEY BENİM OLABİLİR Mİ? YA TANIMADIĞIM KENDİM İSE?

Mona İslam

GÜZEL BİR kadın, güzel ve pahalı eşyalar, Paris’in seçkin bir semtinde bir ev, iyi bir gazetecilik kariyeri, yakışıklı ve anlayışlı bir eş, biri kız biri erkek iki güzel çocuk. Her şey tamam. İstenecek ne kaldı? Bir roman yazmak, belki bir öykü kitabı, belki de bir biyografi. Gazetecilikte başarılı bir kariyeri, bir kitapla taçlandırmak gerek. En güzeli bir otobiyografi yazmak. İnsan kendinden daha iyi kimi anlatabilir? Yoksa en zoru kendimizi anlamak/anlatmak mıdır? Çocukluğunuza dair bir şeyler? Bir ilham arayışı, bir hafıza tazeleme girişimi. “Detaylar çok önemli, tasvirlerin çok net olmasını istiyorum” diyordu Jean. Çocukluğuna bir yolculuk yapmak istiyordu. Hatırlamak. Hepsi bu! Ancak o sekiz yaşından öncesini bir türlü hatırlayamıyordu. Bu normal miydi?

Sekiz yaşında bir kıza çarpan bir araba gördü yolda, ağlamaya başladı. Anlam veremiyordu, neden bu kadar üzülmüştü ki? Sanki ölen kendiydi. İnsan kendi ölümüne ağlar mı? Yoksa insan her ölümde aslında kendi ölümüne mi ağlar? Annesi, otobiyografisiyle fazla ilgili gözüküyor. Bir tecessüsle merak ediyor Jean’ın yazdıklarını. Jean’a göre de bu kitabı yazmak çok önemli. Hatta hayattaki her şeyden önemli. Ama kimse kitabını bitmeden göremeyecek. Onun hatıralarını ondan önce kim görebilir ki! İnsan kendini göstermeden önce kendini görmeli. Bir de hatırlayabilse…

Evine bir şeyler oluyor. Eşyaların yerleri değişiyor sanki. Bu işte bir gariplik var. Hiçbir şey eski yerinde değil. “Her şeyi geri koyduktan sonra, değiştirmenin hiç sakıncası yok” diyor Jean. Kocasına ısrarla bunu söylüyor “Her şeyi yerine koy lütfen! ” Ama her şeyin yeri neresi? Şeylerin belirli bir yeri var mıdır? Değiştirdiklerimizi eski haline getirmek mümkün müdür? Aynı suda iki kere yıkanılmaz der filozoflar. Değiştirdiklerinizi eski yerine koyamazsınız, çünkü eski hiçbir zaman yerinde kalmaz.

Evde aradığınız hiçbir şeyi bulamıyorsanız, eşyalarınız yer değiştiriyor, hatta tümden değişiyorsa, fotoğraflardaki insanları tanıyamıyorsanız, kocanız, çocuklarınız size tanıdık gelmemeye başladıysa, ne yapardınız? İnsan bir sabah uyandığında, yanında yatan adamı tanıyamazsa ne yapar? Bundan daha korkunç bir şey olabilir mi? Ya çocuklarınız, onlara ait hiçbir şey tanıdık gelmiyorsa onları nasıl sever benimsersiniz ki? Her gün işe gittiğiniz yolları hatırlayamasanız ne olurdu? Durmadan değişen bir şehir olsa karşınızda, nasıl yaşar insan? Her şeye katlanılır da ya aile albümündeki fotoğraflardaki kadın siz değilseniz? Delirmenin sınırında gidip gelirsiniz.

İnsan hayatında yaşamak için sabit bir şeylere ihtiyaç duyar. Öyleyse Jean da bir sabit bulmalı. Değişmeyen bir şey bulmak, farkında olmasak da hayati önemde. Ama nasıl? Kendiniz bile sabit değilken, aynaya her bakışınızda saçlarınızın, gözlerinizin değiştiğini görürken neye tutunabilirsiniz? İnsan kendine tutunamazsa başka tutunacak ne kalır ki? İnsanın “kendisi”, sağlam bir dayanak mı?

İnsan hayatında her şey sabit olsa hayat çekilmez olurdu. İnsan hayatında her şey değişken olsa hayat yine çekilmez olurdu. Bizim aynı anda hem sabitlere hem değişkenlere ihtiyacımız var. Hayatın değişkenleri bir yönüyle ismi Hayy’a bakarken, hayatın sabiteleri ise ism-i Kayyuma dönük. Bu sayede her an yeniden yaratılan evrende tutunacak bir şeyler buluyoruz. Bir yol alabiliyoruz. İnsana alışkanlıklar da lazım, yenilikler de. İnsanın hayatındaki önemli şeylere dikkat edilirse, onların hep sabit şeyler olduğunu görürüz. Anne- babamız, evimiz, eşimiz, çocuklarımız, yaşadığımız şehir, içinde bulunduğumuz kültür havzası sabitelerimizdir. Konuştuğumuz dil de öyle. Ya bir sabah uyandığınızda dilinizin anadilinizden başka bir dile daha yatkın olduğunu fark ederseniz? İnsan kendine bu denli yabancılaşabilir mi? Bu kadar dönüşmek mümkün mü?

Ontolojik planda buna evet demek gerek. İnsan âlâ-i illiyinden esfel-i sâfiline düşerken böyle bir yabancılaşmanın içine de düşer. Düştüğü her gök katında kendisini didikleyen kader kuşlarına bir parçasını bırakır. Gitgide kendini tanıyamaz olur, başka birine dönüşür. Hatta bir hiç olur. En iyi ihtimalle bir hayvan olduğunu, insanlığının bir yanılsama olduğunu zanneder. Kafka’nın Dönüşüm’ü bu anafikir etrafında döner. Kültürel planda da bu mümkündür. Kendine, köklerine, ana- babasına, dede ve atasına bu denli yabancılaşmış, kendini başka bir kültüre, başka bir dile başka bir dine ve geleneğe daha yakın hisseden insanlara şahit olmak için, yaşadığımız ülkeye bir bakış fırlatmak yeterlidir. Psikolojik olarak da mümkündür. İnsan bazen küçükken yaşadığı bir travma ile kendini ani ve defi olarak, bazen de yılların getirdikleriyle tedricen bir başkasına dönüşmüş hissedebilir. O zaman çare nedir? Çare gidip o başkası olmaya çalışmak mıdır?

Jean aidiyet hissini kaybetmiş, oysa bir kadının en şiddetli ihtiyacı aidiyet hissidir. Belki bir erkek gezgin olabilir, daldan dala konabilir, hayatın değişken dalgalarında sörf yapmayı becerebilir. “O da bu da, şurası da burası da benim” diyebilir, kesrete bir derece tahammül edebilir, ama bir kadın için durup kalacağı, ikamet edeceği, yerleşip huzur bulacağı bir yuva/vatan lazımdır. Kadın vahdet olmaksızın nefes alamaz. Bu yüzden nereye ve kime ait olduğunu bilememe, evine dahi ülfet edememe, çocuklarını bile tanıyamama hali bir kadın için tasavvur edilebilir en kötü hal olmalı. Postmodern kadının, ucundan kıyısından mutlaka temas ettiği, acı bir tat, bu yerleşememe hissi. Hakikat belirsizleştikçe, nisbilik arttıkça, bölünüp çoğaldıkça elimizde tutunacak hiçbir şey kalmıyor. Postmodern zamanın tüm çocukları aynı havayı soluyorlar. Zehirlenme dereceleri farklı da olsa, kuşkusuz biz de bu hastalıklı rüzgarın etkisinden, zehirleyen zamanın ruhundan payımıza düşeni alıyoruz. Tutunacak sabitler bulamayanlar kopup gidiyor, hayat veren çağrıya icabet ettiğimiz ölçüde hayatta kalıyoruz.

“Ne te Retourne Pas (Dönüşüm)” filmi ilhamını Kafka’dan almış şüphesiz. Zaten filmin başında da bu belirtiliyor. 2009 Cannes Film Festivalinde ses getiren bir film olan “Ne te Rtourne Pas(Don’t Look Back)”da, postmodern dünyada yaşayan bir kadını unutulmaz kahraman Gregor Samsa’nın yerinde görüyoruz. Yalnız modern dönemde Samsa dönüşürken, evi, ailesi sabit kalabiliyordu. Girdap gibi bir noktaya çekilse de yitip gittiği nokta ‘bir’ di ve yokoluşun bile bir formu vardı. Postmodern dönüşüm daha hızlı, sabitesi yok, kasırga gibi her şeyi savuruyor. Formsuz, şekilsiz, suretsiz, heyula. Sophie Marceau ve Monica Bellucci’nin oynadıkları bu film psikolojik bir gerilim. İnsanı ruhundaki çekip gitme hissi ile, bir yere ait olma hissi arasından bakan, ancak bir türlü aidiyet hissedemeyen, sabitleri elinden alınmış bir zavallı olarak müşahede ettiğimiz bu film, bizi içimizde tanıdık bir şeylere götürüyor. İnsan ünsten geliyor, her şeye alışabilen varlık. Bu her zaman iyiye işaret etmiyor. Bazen insan olmaması gerekene de alışıyor. İnsan kendi olanı bırakıp başkası olmaya da alışabiliyor. Böcek olmaya, hiç olmaya. Neyin olması neyin olmaması gerektiğini bilmek, postmodern insan için büyük bir müşkile olarak karşımızda duruyor. Ölçü, nisbilikte yitirildiğinden bu yana insan hiçbir şeyden emin olamıyor.

İnsan kendine tutunamaz, kendi dışında tutunacağı şey de kendi cinsinden olamaz. İnsanın tutunmak için kendini anlayacak kadar kendine benzeyen, öte yandan kendi gibi aciz ve fakir olmayan bir müteal varlığa tutunma ihtiyacı, modern hayata durmaksızın kanayan bir yara olarak aksediyor. Bu süreçte iç âleminin karanlık ve kokuşmuş odasında göremediği sayısız eşyaya çarpa çarpa ilerleyen modern insan, elini attığı eşyayı da kendini de hakikatte bulamıyor. İnsan elinde tuttuğu şeyin ne olduğunu bilmiyorsa, bir gönül rahatlığıyla ‘buldum’ diyebilir mi? Eşyanın ve kendinin hakikatte ne oldukları kendi kendimize bilinebilir mi?

En basit sorular aslında en karmaşık olanlardır. Filmi izlemenizi tavsiye ederim.

  22.07.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut