ALLAH NE İNDİRDİ? KATIKSIZ İYİLİĞİ

Mona İslam

“Her dem yeniden doğarız, bizden kim usanası”
Y. Emre.


İNSAN HAYATINDA çeşitli dönemler olur. Bu dönemlerde belli isimler yer değiştirir, insan bir ismin hükmünden, diğer bir ismin hükmü altına geçiş yapar. Bir başka deyişle, insan bir ülkeden bir başka ülkeye bir süre ikamet etmek üzere gönderilir. Ben de şu sıra böyle bir geçiş fazındayım. Yeni bir ülkenin topraklarına ayak bastım, bu ülkenin insanlarıyla tanıştım, beni hoş karşıladılar ve içeri buyur ettiler. Bu ülkede hikmet bayrağı altında, safiyet, cömertlik, kerem, nezaket, ciddiyet ve muhabbet gördüm. Sakinleri iyi insanlar olan bu ülkeyi, ilk bakışta seviverdim.

Şu sıra bir ayet-i kerime sıkça aklıma geliyor.

“Ama Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyanlara: "Rabbiniz ne indirdi?" diye sorulduğunda, onlar: "Katıksız iyiliği!" diye cevap verirler. İyilikte devamlı olanlar bu dünyada iyilik bulacaklardır; böylelerinin öte dünyada tutacakları yurt çok daha hayırlı olacaktır. Ne güzel bir yurt, Allah'a karşı sorumluluk bilinci taşıyanların yurdu!” (Nahl 30)

Allah öyle iyi insanlarla karşılaştırıyor ki, iyilik dalga dalga bedenime çarpıyor, ruhuma işliyor, nefesimi kesiyor. Eşime “Hayat iyi ki Zeki Demirkubuz filmlerinde anlatıldığı gibi değil.” diyorum. İyi ki “karşılığında bir şey almadan kimseye kuru ekmek vermeyen” insanların yaşadığı bir dünyada değiliz. Benim tanıştığım insanlar, yoğun meşguliyetleri arasında bir grup öğrenciyi yetiştirmek için haftalarının bir gününü ayıracak, onları başından sonuna bir yolda eğitip yetiştirecek, yönlendirecek, kitaplar tavsiye edecek, yardımı olsun diye makaleler gönderecek, bunu her hafta en az yarım gününü size tahsis ederek yapacak, bunun karşılığında hiçbir şey istemediği gibi bir de “yemek yemeden göndermem” diyecek kadar alicenap insanlar. Benim yaşadığım dünyada kendilerine layık olmak için gayretkeş olacağım, emeklerini unutmayacağım, vefa ile muhabbetlerini kalbimden söküp atamayacağım aziz insanlar var. Elhamdülillah.

Dünyanın mahiyeti ve insanın vasıfları üzerine eşimle yaptığımız bir konuşmaya gidiyor zihnim. O zaman da “Dünya güzel bir yer, insan güzel bir varlık” fikrine sımsıkı yapışmıştım. O sohbette de, hayrın egemen, şerrin tâli olduğunu; varlığın asli unsurunun nur, karanlığın ise ademî olduğunu anlatmak gayretine girmiştim. Şimdi ne mutlu ki, ilmelyakin bildiğim bu hakikati, aynel yakin görüyorum. Allah fikrimi destekler mahiyette olaylar, insanlar çıkarıyor karşıma. İmanımı pekiştiriyor, yakînimi arttırıyor, elhamdülillah.

Biliyorum ki, insan gerçekte hangi fikre sahip olursa olsun, dünya ona bu fikri destekler mahiyette malzemeyi sunuyor. Bu durumda çokluk içinde insanın gözü daima iyi olana ilişiyor. Çünkü dünyada cennetin de cehennemin de hammaddesi yetişiyor. Siz iyiliği görmek isterseniz, karşınıza iyiliği çıkarıyor. Zihniniz kötülüğe ayarlıysa, sunulan malzeme içinden hep kötülüğü seçiyorsunuz. İkisi de mevcut. Ancak insanın gözüne inancına bağlı olarak arz-ı endam ediyorlar. Bu postmodern anlamda bir hakikat yokluğundan kaynaklanmıyor. Sözünü ettiğim göreliliğin, eski zaman Sofistleri ile de, yeni zaman nihilistleri ile de alakası yok. Bilakis, hakikat mülk alemine çıkarken ikili bir yapı ile çıkıyor. Ancak bu herşeyin melekutunun, hakikatinin, aslının iyilik olduğu gerçeğini değiştirmiyor. İkilik sadece zahirde, bâtında birlik bulunuyor. Bunu ayetin de belirttiği üzere hayatında hayrı merkeze yerleştirmiş, zaman zaman sürçse de ‘iyilik yaparak, iyiyi arayarak, her şeyin iyisine talip olarak’ yaşayan insanlar fark edebiliyor.

Bazen mağarada yaşıyormuşuz hissini de taşımıyor değilim. Ashab-ı Kehf’in mağarasına benzer bir alemimiz var bizim de. Bu mağaradaki kişilerin sayısı, herkese göre değişir bir mahiyet arz ediyor, bu yüzden kıssada belirtildiği gibi bir sayı bildirmek abes. Ancak etrafını mağara ile çevirmiş insanlar, bu mağarada bir cennette yaşıyorlar. Evet, cennete nispetle dar ve karanlık, ama kalplerinin ve alınlarının nuru mağarayı gündüze çeviriyor.Onlar mahşer meydanında kendilerinden nur isteyen inanmayanlara söyledikleri gibi bugün de mağaranın dışındakilere “Gidin kendinize ait bir nur arayın” diyorlar. Çünkü onlar insanın bir başkasına nur veremeyeceğini, ancak onun kendi içindeki nuru fark etmesine yardım edebileceğini biliyorlar. Mümin insanlar ve onların toplulukları, birbirleri ile ilişkileri içinde ışıldayan iyiliğin elden ele dolaştığı, kulaktan kulağa ulaştığı, kalpten kalbe geçtiği, zihinleri tek tek parlattığı bir enerji akımına sahip. Dokunuşları, sesleri hatta bakışları O Göklerin ve Yerin Nur’unu hatırlatıyor. İnsan belki içinde durmaya ülfet ettiği toplulukta bunu kanıksıyor. Ancak başka bir topluluğa gittiğinizde, enerjinin rengi, frekansı, şiddeti farklılaştığında onun tekrar farkına varıyorsunuz. Burada nurun misli/benzeri bir nur gözlerinizi ülfetten/gafletten uyandırıyor. Sizi bazen tatlı bir esintiyle çarpıveriyor, bazen sarhoş ediyor. Bir de bu ‘iyilik’enerjisi yukarıda sözünü ettiğim Zeki Demirkubuz filmleri gibi anafikri “Dünya bir bataklık, insan da esfeli safilinde kokuşmuş bir varlıktır.” etrafında dönen hikayelere tanık olduğunuzda, zıddıyla bilinerek, hissediliyor. Kötücüllük felsefesi ve edebiyatı/sanatı ile karşılaştığınız zaman, nefesiniz alınmış gibi oluyorsunuz, ‘hava ne kadar kıymetliymiş, iyilik neymiş, mağaranız nasıl bir yermiş’ anlıyorsunuz.

Bu mağara her dönemde tekrarlanan bir metaforu andırıyor. Belki Hud peygamberin kavmini söküp atan fırtınadan müminleri korumak için elindeki dal parçasıyla toprağa çizdiği kutlu daire de aynı anlamı taşıyor. Dairenin içinde duranlar, nispeten özgürlükleri kısıtlanmış görünse de, kasırgadan emin oluyor. Belki Nuh’un gemisi de aynı şeyi sembolize ediyor. Zamanlar değiştikçe kurtarıcı sembol değişiyor ancak ‘kurtarıcılık’ vasfı bir ‘sığınak’ olma sıfatı hiç değişmiyor. Şeriat-ı Muhammediye, bize bu mağarayı, bu daireyi, bu gemiyi sunuyor.

Bu durumda “Peki insanların kusurlarını ne yapacağız?” sorusu karşımızda beliriyor. Kalbime öyle geliyor ki, müminlerdeki bu kusurlar, Hızır’ın gemide açtığı deliğe benziyor. Hani Hızır gemiyi delerken “Onu kusurlu kılmak istedik, çünkü peşinde zalim bir sultan var” demişti. İşte mümin insan tam da o gemiye benziyor. Allah onu gemiyi batırmayacak denli kusurlu kılarak, adeta deliyor. Defolu kılıyor. Ancak o zaman, zalim sultan onu beğenmiyor ve “Bu gemi benim” diyerek ona el koymuyor. Zalim sultan kim o zaman? Kuşkusuz, firavunlaşmaya meyyal nefsimiz. Kusursuz bir şey gördüğünde, hemen ona sahip çıkmaya” Bu benim! Bunu ben yaptım!” demeye, Rabbini bırakıp kendini tenzih etmeye ne kadar hevesli. Gasp etmeye ne kadar teşne. Şayet kusurlarımız olmasa, hiç şüpheniz olmasın ki, kendimizi kendimizin biricik sahibi ilan ediveririz. Kusurlarımız gözümüzün önüne geldikçe, kendimizi beğenmeyip defolu buldukça, kendimizden el çekiyor, mülkiyet iddiasından vazgeçiyoruz. Bu, evvela kendimiz, sonra etrafımızda bulunan insanlar, sonra da tüm eşya ile ilgili bir hakikat olarak nazarıma geliyor. Her biri delik birer gemi. İş görecek kadar sağlam, ama mükemmel olmayacak kadar hasarlı/defolu. Zalim bir sultandan ve uluhiyet iddia etmekten çekinmeyecek olan nefsimizden, ancak böyle emin oluyorlar.

Öyle ise delik de güzel. Hele de tevbe ile yamandıysa…

Bazen de tüm hasisliğimize, tembelliğimize rağmen, birileri gelip bizim yıkık duvarımızı onarıyor. Bizi yıkıntılarımızın altından kurtarıyor. Virane içindeki hazineyi görüyor. Kendilerine hiçbir ücret ödemediğimiz bu kabil insanları da Hızır bilmek gerekiyor. Onlar nefsimizin tüm kabalığına ve yardımdan elini taşın altına koymaktan kaçınışına rağmen, bizim derinlerimizde saklı bir hazinenin varlığından haberdarlar. Onu aklımızın başımıza geldiği bir vakitte, yetim kalmış kalbimizin ve aklımızın(kıssadaki iki yetim) nefsimize galebe edecek kadar büyüyüp olgunlaştığı bir demde çıkarabilmemiz için, duvarımızı onarıyorlar. O hazine bizde kuvveden fiile çıkmamış olan Esma-i İlahi olmalı.

Allah, ahirete göçtüğümüzde, bize “Allah size ne indirdi?” diye soran meleklere “Katıksız iyiliği.” diyecek bir nazar versin. Bize eşyanın ve hadisatın melekûtundaki iyiliği bildirsin, hissettirsin, göstersin. Musa gibi deriz, “Allah’ım katından gelecek her hayra muhtacım.”

O’ndan gelen her şey hayırdır. O’nun celali de cemaldir. Kahrı da lütuftur. Yeter ki O’ndan gelsin, her şey iyidir, güzeldir. Zaten O’ndan gelmeyen bir şey mi var? Allah’ım, şahidim ki, bize indirdiğin her şey hayırdır. Sen de şehadetime şahid ol!

  19.07.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut