MEDENİYET KURAN DÜŞÜNCE SAHİPLERİ: MUHAKKİKLER

Mona İslam

İLK DÖNEM tasavvufunun belirgin şahsiyetleri, Serrac, Ebu Talib El Mekki, Kuşeyri, Kelebazi, Bayezid-i Bistami ve Cüneyd-i Bağdadi gibi isimlerdir. Bu dönem tasavvuf ‘amel etmek’ noktasından ortaya çıkmıştır. Adeta ‘biz konuşmuyoruz, yaşıyoruz’ anlayışı içinde, o dönem felsefe, kelam ve fıkıh arasında çok tartışmalara neden olan, bilimsel yönteme bir eleştiri sunmuşlardır. Bu dönemde ‘yün giyenler’ olarak bilinen ehl-i tasavvufun, ne bir bilim ekolü olma, ne bir yöntem sunma, ne de kabul edilme gibi bir iddiası vardır. İlgi alanı ahlaktır, ihsandır, ibadetlerin batınî anlamına erişmektir(batın-ı fıkh). Bundan öte bir maksat taşımaz.

İbn-i Arabi ve sonrası tasavvufun, tüm İslam bilimlerini bir potada birleştiren, cem eden ve tasavvufu İslam’ın merkezine taşıyan, kendilerine muhakkik diyerek, hakikatin ancak burada ve bu yöntemle erişilebilecek bir şey olduğuna işaret ederek, kavramları belirginleştirip, bir metot ortaya koyarak, öncelikle felsefeye, sonra kelama ve fıkha meydan okuyan ve hepsinin eksiğini gösteren bir tavra girdiğini görüyoruz. Bu noktada karşımıza, kendilerine Eş Şeyh diyebileceğimiz, kurucu düşünür olan iki isim çıkıyor, Muhyiddin İbn Arabi ve Sadreddin Konevi. İlki Şeyh-ül Ekber, ikincisi Şeyh-ül Kebir vasfı ile sonradan isimlendirilmiş bu iki ismin ortaya koyduğu düşünce biçimi, sonraki dönem tasavvufunu biçimlendiriyor.

İbn-i Arabi bir kısım insanları, Allah ehli(ehlullah) olarak isimlendirir. Bu genel bir tabirdir. Allah’ı hayatının merkezine bir ideal ve gaye olarak koymuş herkesi kapsar. Sûfiler, âbidler, zâhidler bunlardandır. Bunlar içinde daha iç bir daire vardır ki, onlara ehl-i keşf vel vücûd denilir. Keşf yöntemin adı ise, vücûd o yöntemle bulunan şeyin adıdır. Vücûd kelimesi, vecede (‘buldu’) kökünden gelmektedir. Sonra ehl-i keşf vel vücûd tabirinden daha iç bir daireye geçilir, bu dairedekiler ise muhakkiklerdir. Allah ehli olup, ehli keşf vel vücud olmayan olduğu gibi, ehl-i keşf vel vücud olup muhakkik olmayan da vardır. Muhakkik kelimesi tahkikten gelir. Bir şeyin iyice araştırılması, derinlemesine keşfi, ve tüm latifeler uyanık bir biçimde idraki demektir. Burada Bediüzzaman’ın ‘Çokların gözü kapalı gittiği yerlerde gözü açık gitmek’ tabirini hatırlamak lazımdır. Bu insanlar sadece kalp ayağıyla sülûk edenlere göre çok üstündürler, kalp bir kumandan ise onların arkalarında zahirî ve batınî tüm latifeler, muvazzaf askerler olarak bulunur.

Muhakkikin yöntemini tasfiye-i kalp tezkiye-i nefs olarak tarif etmek mümkündür. Bu önceki dönem tasavvufunun da izlediği bir metottur. Ancak önceki dönem tasavvufunda kalp denilince sadırdaki anlaşılırken, İbn-i Arabi ve takipçilerinden sonra kalp denilince, tüm kainat anlaşılmaya başlanmıştır. Buna ‘cihannüma kalp’ diyoruz. Böylece insan, afaktaki ile enfüstekinin irtibatını kurar, dışarıda var olan her şeyin kendisinin bir parçası olduğunu görür, idrak eder. Dışarıda gördüğü, onun içindekine ışık tutar. Kendini bilmesi, enfüstekine ilaveten bir de afaki tefekkürle mümkün hale gelir. İnsanın içindeki her bir nokta, adeta sinir uçları halinde alemin her yanına dağılmıştır. Böylece insanı kozmik bir varlık olarak algılamaya başlarız.

Bazı yerde Şeyh’in ‘Kalbini bulmak’ kavramlaştırmasına rastlarız. Bu şaşırtıcı bir ifadedir. Biz sanırız ki kalbimizi biliriz, o elimizin altındadır. Oysa hakikat öyle değildir. Kalbin üzerinde arzular ve korkulardan perdeler bulunur. Bazen de hırslar, insanın kalbini örter. Arzular, korkular , hırslar, rububiyet vehimleri, insanın sadece kendi kalbine yol bulmasını engellemekle kalmaz, aynı zamanda diğer kalplere de ulaşmasını engeller. Benim senin kalbine yol bulmam, senin arzularından ve korkularından kurtulmana, benim de sana arzularımdan ve korkularımdan azade yaklaşmama bağlıdır. Bu, insanın kendisi ve kainatın mülkü ve melekutundaki tüm mümkünlerin kalpleri ile tanışmasının buluşmasının tek yoludur. Arzu ve korku, hırs ve rububiyyet perdeleri kalkmadan ‘kalbim’ dediğimiz şey kalbimiz değildir.’Allahım bana eşyayı olduğu gibi göster’ derken Efendimiz(sav) buna işaret etmiştir. İbn-i Arabi ve takipçilerinin şerh etmeye/hayata geçirmeye çalıştığı, bu sonsuz derinlikte sözden/duadan ibarettir denilebilir. Bakınız Efendimiz(sav) nasıl fasih ve i’cazlı söz söyler, bir cümlesinin şerhi ve açılımı medeniyet kurmaya yeterli gelmektedir.

Önceki dönem tasavvufu bir ayeti, bir hadisi anlarken ve anlatırken kullandığı yola işaret derdi. Tefsir kavramını kullanmazdı, çünkü ilm-i tefsir ve ilm-i hadiste kullanılan yöntemi kullanmazdı. Bu bazen konuşan kişinin, bu anlamda bir ilmi olmayışından, mesela çoban, hamal vs oluşundan, kimi zaman da Arapça bilmeyen yabancı oluşundan kaynaklanırdı. Ama Allah’ın rahmetinde sınır olmadığından, bunlar bir kişinin veli olmasına mani değildi. Hakikaten tecrübe ve keşifle, Allah bazı kullarına o ayetin, yahut o hadisin, derûni anlamlarını bildiriyordu. Üstadın tabiri ile bazılarının kalp telefonu devamlı işliyordu. O zamanlar bu konuşmayı yapan kişi, diğer ilim mensuplarıyla bir tartışmaya girmemek için buna tefsir değil, işaret derdi. Tasavvuf henüz yeniydi ve kabul görmek onun için yeterliydi. Bu nedenle kavramlaştırmaları iddasızdı,. sSübjektifti;, kimse ses çıkarmıyordu. Bazen de bu yöntemle konuşan sufi, Cüneyd-i Bağdadi gibi yüksek ilim sahibi, tüm bilimsel tartışmaları rahatça yapabilecek güçte idi, ancak tabiri caizise tartışmaktan bıkmıştı. Bu dönem ‘işaret’ kavramlaştırması ile bilinir.

Ancak sonraki dönemde muhakkik kavramlaştırması ortaya çıkınca (ki bu kavram fıkıh-kelam gibi diğer ekollerde de vardır) sufiler başkalarının alanına gitgide daha çok müdahil olmaya başlar ve bu bir rahatsızlığa sebebiyet verir. Muhakkik kelimesiyle, tasavvuf daha nesnel bir alana yürür. Bir bilim olma iddiası taşımaya başlar, hatta tüm bilimlerin merkezine ve üstüne yerleşir. En azından takipçileri nazarında bu böyledir. Tasavvuf bu dönemde ‘saadet’ kavramı ile ortaya çıkar. Bu kavram o dönemde felsefede de revaçta bir kavram olduğundan, bu durum, tasavvufun, felsefenin alanına girmesi demektir.

Felsefe nizam fikri ile, Tanrı, alem ve insan arasındaki ilişkiyi ortaya koyarken, Tanrı’yı kemal ile, alemi bu kemalin taşması ile, başka bir deyişle ‘sudur teorisi’ ile, insanı ‘rabben insaniyyen’ ile tarif eder. Felsefecilere göre, insan varlıktaki nizama uyarak akli bir varlığa dönüşürse, arzularından arınır ve saf akıl olursa kemale ulaşır. Böyle bir insana ‘rabben insaniyyen’ denilir. İbn-i Sina bunu “ Yekadu en yekune rabben insaniyyen” (insan adeta insani bir rab haline gelir) biçiminde ifade eder. Ayrıca felsefe Tanrı’yı en iyi ve mutlak iyi olarak tarif ederken Onu hikmete mecbur eder, ve hikmetle sınırlar.

Oysa kelam Allah’ın Kadir-i Mutlak oluşundan yola çıkar. Felsefe hikmeti önceler hatta kudret ve iradeyi görmezden gelirken, kelam bu ifrata bir tefritle cevap verir. Kelama göre Allah hikmeti, sebepleri dikkate almaksızın kudret ve irade kullanır. Bu, kelamın, tevhidi korumak, küfre kapı açmamak için kaygı ve endişesinin bir belirtisidir. Kelamın anlayışına göre felsefe insanı çok abartmıştır. İyi niyetli de olsa, bu kaygı sebebiyle kelam, insanın değerini alabildiğine küçültür, ‘İnsan Rahman suretindedir’ ‘Ona Esma-i Külliha verilmiştir’ ‘Aahsen-i takvimdedir’ gibi kavramları fazlasıyla daraltır.

Oysa biz biliyoruz ki hakikat bu ikisinin cemindedir. Allah hem kudret ve irade hem de hikmet sahibidir. Bediüzzaman’ın dediği gibi bu dünya dar-ül hikmet, ahiret dar-ul kudrettir. Allah sünnetullaha riayet eder, bunu mecbur olduğu için değil, öyle dilediği için yapar. Hikmet de onun iradesi gereğidir, sebepler de. Bunlar ahir dönem tasavvufunun temel düşünceleridir ki biz bunları, tarihi seyrini bilmeksizin Üstadımızdan öğrendik. İbn-i Arabi ve Konevi’ye kadar bu çekişme felsefe ve kelam arasında sürüp gitmiştir. Bugün biz bu ikisini cem eden anlayışa sahipsek, bunun başlangıcındaki tohumları onlar atmış, ilk mücadeleyi onlar vermiş, hakikatin nisbi yüzlerini ilk onlar tevhid etmiş ve külli hakikate ulaşmaya çalışmışlardır. Bu anlamda üzerimizde, tüm ümmetin üzerinde hakları vardır. Göz ardı edilemezler. Bunun için olsa gerek ki Üstad Şeyh-i Ekber için ‘Ulum-u islamiyenin mucizesi’ demiştir.*

Onlar İslam felsefecilerinin, Kelamcılarının, Fıkıh ve Hadis alimlerinin, amelleriyle mümeyyiz olmuş sufilerin, hatta bugün pozitif bilim diye andığımız kevni ilimlerin hepsini bünyelerinde toplamış, ortak bir dile ve potaya dökmüş ve bir külli hakikat fikri ortaya koymuşlardır. Sayelerinde ilim, öğrenme çabası ve amel etme çabası gibi iki ayaktan kuvvetini alan, sadece zihinlerde yahut sadece hayatlarda değil, kalp tariflerinde olduğu gibi "içten dışa tüm alemde" medeniyet kurucu bir fikir olarak serpilmiştir. Öğretileri Selçuklu ve Osmanlı Medeniyeti’nin kurucu düşüncesi olmuştur. Denilebilir ki bu iki devletin tüm hasenatlarında payları vardır. Tüm hezimetler, onların, düşünce dünyalarından sapmalardan sonra vuku bulmuştur.

Arabi ve Konevi, biri diğerine Musa’ya Harun gibi destekçi, farklı dillerde, aynı üzümü arayan adamlara ‘buyrun işte üzüm’ diyerek istediklerinin aynı olduğunu gösteren, dillerini birleştiren, eksiklerini tekmil eden, cem edici bir tasavvuf anlayışına sahip muhakkiklerdir. Onların belirlediği çerçeve, dönemlerindeki tüm ilimleri kapsayan ve hepsinin üzerinde olan bir çatıyı temsil eder. Bu da bize Risale müellifinin ‘on iki tarikin mecmuu’ olan yolunu hatırlatır. Biraz yaklaşıldığında görülecektir ki, onların yaptığı iş, Üstad’ın bugün yapmaya çalıştığından çok farklı değildir. Aralarında sadece zamanın hükmü kadar fark vardır. Şahsi mertebelerini, Allah katında kıymetlerini, ancak Allah değerlendirebilir. Kemal kemali nakz etmez. Bizim o zirveleri tokuşturmaya kalkmamız, edepsizlikten başka bir şey değildir.

Eş Şeyh denilerek, ‘şeyh’ kelimesiyle kast edilenin zirvesine oturan, biri Ekber, biri Kebir, bu iki zât, bu kelimenin kemalini ifade etmektedirler. Tasavvufta kurucu düşünürlerdendirler. Onlar ıskalanarak bir tasavvuf okuması yapılamaz, ve medeniyetimizin derinlikleri, keşf edilmekte çok eksik kalır. Semineri veren hocamın dediği gibi diyorum ‘Düşünen bir müslümanın onları okumaması için çok mühim işleri olması lazımdır’. Bilemiyorum o iş nedir?

Muhakkikîin-i İslam’ın son temsilcisi olan Bediüzzaman’a bigane kalanların, hayatlarını hakikat merkezli yaşama gayreti içinde olup, o yokmuş gibi yaşayanların, yıllarca bir kez bile adını anmayan, ne yazdı, ne söyledi, bakma ihtiyacı duymayanların, ne işleri olduğu da düşünülmesi gereken ayrı bir meseledir. Bize düşen Risale-i Nur merkezinden hareket ederek geçmişe doğru hem öğrenme hem amel etme cehdi ile bu kurucu düşünceyi yeniden yakalamaktır. Biz bu cehdi gösterdikten sonra taptaze, tecdid edilmiş bir medeniyeti kurmak Allah’ın vazifesidir. Allah ahdi bozmaz; ahdi ancak biz bozarız. O vaadinde sadıktır.


*Üstad’ın vahdet-i vücud merkezli eleştirilerinden haberim var, ancak ben ortada bulunan tüm bilgilerin, ancak yüzde birkaç fark ifade ederken, yüzde doksanlara varan bir ittifak içinde olduğunu apaçık görüyorum. Bunun tersini söylemek ya Üstad’ın yazdıklarını ya Şeyh’in yazdıklarını künhüyle bilmemekten kaynaklanır. Belki de önyargıdan…

Not 1: Yazılanlar bir Ekrem Demirli seminerinin dimağımda bıraktıklarıdır.

Not 2: Zikrettiğim iki isim dışında da pek çok büyük muhakkik vardır. Onları Bediüzzaman’ın külliyatta zikrettiği isimler olarak bildiğimizi belirtelim. Ben serüvenime burdan başladım, bu iki ismi anlattım, epey de anlatmaya devam edeceğim, zira daha yolun başındayım. Üstelik göz kamaştıran ışıltılarıyla güzellikleriyle büyülendim. Ama Allah ömür verirse, diğerlerini de tanımak ve şahs-ı manevileri olan eserleriyle tanışmak arzusundayım. İnnemel âmâlu binniyyât.

  15.07.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut