YAŞASIN YAZ GELDİ

Mona İslam

YAZ BENİM mevsimim, ben sıcağın, güneşin ve yazın insanıyım.

Hava ne denli ısınırsa ısınsın bana vız geldi hep.

Dışarıda insanın kanını ısıtan bir güneş var. Isındıkça ısınıyor. Daha da ısınacak inşallah. En sıkkın halde bile gülümseyesim geliyor. Sanki güneşi kalbimle körüklüyorum. Yan! Parla! Isın!

Bahçemizde kırmızı ve beyaz papatyalar…

Yanlış duymadınız papatya, kırmızı, ben de şaşırdım, ama gerçek. Bir sürpriz paketi olmuş papatyalar şirinlikte sınır tanımamış ve bir de kırmızıya boyanmışlar. Kırmızı benim rengim. Papatyalar kendilerine ve kırmızıya sevgimi bilip bana jest yapmışlar. Jest, el Kerim’den şüphesiz…

Daha bir ay önce her yerde laleler arz-ı endam ediyorlardı. Ebem kuşağı gibi çeşit çeşit renklerde. Laleler güzel çiçekler, onlar ortalık yerdeyken, hemen diplerine de dikili olsa, menekşelere bakan yok. Menekşeler mini mini, küçük sevimli ördekler gibi, lalelerse birer kuğu sanki. Lalelerin güzelliğini fark etmiyor değilim, ama menekşelere reva görülene de biraz bozuluyorum doğrusu. Olmaz ki! Minik olmak güzelliğe mani mi?

Laleler varken gözden kaçan bir diğer güzellikse zerrinlere ait. Beyaz ve sarı zerrinler, onların küçük kardeşleri fulyalar. Ya da tam tersi biri zerrin, biri fulya idi. Ama büyüğü mü küçüğü mü? Benim için karmaşık bir mesele. Zerrinler lalelere gösterişte fark atamazlar kuşkusuz, ama kokuları yok mu? Kokuları baş döndürür. Güzel kokuyu çiçekte tercih edenlerin seçimi zerrinlerdir. Güzel koku ruhların gıdası, güzel görünüm nefislerin…

Bu vakitler zambak zamanıdır da, Bosna’da zambaklar açmıştır şimdi. Şu vakitler Mostar’da olmak vardı ya! Rengarenk zambaklar, en güzeli de beyaz olanı, Boşnak halkının ve dahi saflığın simgesi. Biliyor musunuz, zambak ile lale akrabadır. Laleye eski zamanlarda Türk zambağı, yahut doğu zambağı derlermiş. Zambak deyince aklıma bir de bir İncil ayeti geldi, “Zambaklar gibi olun, onları Rabb ne güzel giydirir, Süleyman bile onlar kadar güzel giyinmedi” der Hz. İsa. Zambak istiğnanın, Rabb’den başkasına el açmamanın, sebepten bir şey beklememenin simgesidir. Bir de yönelmiş temiz bir kalbin…

Bir çuval gördüm, içi zambaklarla dolu,rüya elbette rüya…

Güzel rüyalardan biri. Sevilen şeylerle ilgili…

Bir de sümbüller var değil mi? Bizim bahçede de vardı onlardan, beyaz ve mor iki öbek. Onlar da harikulade kokarlar. Mini mini çiçeklerin bir gökdelen gibi ard arda dizilmiş ve döne döne yukarıya doğru çıkmaya başlamış halidir sümbül. Bana sümbülün minik çiçekleri, miraca çıkmaya niyetlenmiş gibi gelir. Çıkmış çıkmış, tepedeki sivri noktaya dek çıkmış, orada durmuş, takati bitmiş. Her varlığın kemali kendi arşına dek, sümbülün arşı da o sivri tepe olmalı…

Şimdi gül zamanı, gül çiçeklerin sultanı. Kapı girişinde portakal rengi güller var, sarmaşık gibi dizili. Bahçeden çıkarken başınıza bir taç örüyor sanki. Portakal rengini ne çok severim! Sıcacık eder insanın kalbini. Güneşin rengi, Akdenizin rengi. Bahçenin solunda pembe güller var, sağında ise kırmızı. Sanki bir âşık atışmasında birbirlerine dizeler fırlatıyorlar. Duymuyor musunuz? Sabah namazından sonra güneşin ilk ışıklarında kahvaltılarını eden kuşların latif nağmeleri arasında kulağınızı dikkatle kabartırsanız, kırmızı gülün ateşli, pembe gülün nazlı dizelerini duyabilirsiniz. Pembe biraz utangaç kırmızı biraz pervasız, bilirsiniz…

Bu atışmada ateş gülleri ile naz gülleri arasında tarafsız olmalıyım, ama değilim, çaktırmayın…

Bir karga balkonumuzun hemen altındaki ağaca yuva yapmış,kızım gösterdi de gördüm. Bütün gün yuvada oturuyor. Kımıldamıyor. Ne sabır, canı hiç mi sıkılmıyor? Aa! Baksana uçtu, yiyecek bulmaya mı gitti acaba? Aa! İki yumurta, masmavi iki yumurta var yuvada. Karga yumurtaları mavi mi olurmuş, tuhaf bir renk. Açık buzlu bir mavi renk. Mavi güzel renk, biraz soğuk, ama hiç beceremesem de bazen soğuk olmak gerek. Demek karga hanım, bunun için, bu güzel havada gezip tozan insanlara inat oturuyormuş yuvada. Yavruları için. Bütün anneler gibi. Bizi de çocuklarımız bağlıyor ya eve…

Erikler büyümeye başladılar. İki yeşil erik, bir malta eriği ağacı var bahçede. Bir de ayva var yan tarafta ama onun zamanı değil şimdi. Eylül gibi o takıp takıştırmaya başlar meyvelerini. Önce beyaz çiçekler takar saçlarına, sonra yeşil, sonra sarı ayvalar. Ben pek ayva sevmem, Eylül’de doğmuşum halbuki. Ağaçta çok güzel dursa da, yerken boğulacak gibi olur insan. Reçeli güzel olur ama…

Bir de otoparkın orada incir ağacı var. Bu binaya ilk taşındığım yıllarda birkaç kez duvara tırmanıp incir koparmıştım, hatırlıyorum, tatlıydılar da. Şimdi yaş ilerledi, tırmanacak mecal kalmadı. Onun hemen yanında da bir mürdüm eriği var. Aslında bu iki ağaçla kavgalıyım ben. Bir zaman sonra göreceksiniz yerlere vıcık vıcık incir, erik fırlatacaklar, ayağınıza yapışacak, arabanızı yapış yapış yapacaklar. Bu kadar çok ağaç olunca bahçede öyle olur tabi. Şükretmek gereken şeye kızıyorum değil mi? Nefis işte, kör oluyor ya bazen…

Aa! Unutursam gücenir. Bir de fıstık çamları var ki, değmeyin keyfimize. Yaz sonuna doğru yerlerden koca bir torba dolusu fıstık toplayabilirsiniz. Bizim kızımla keyfimiz, bahçeye inip bir taşla onları tek tek kırmak ve yemek. Dikkat! Taşı ayarında vurmak gerek. Az vurunca fıstık fırlar gider, çok vurunca ezilir. Celalin fazlası zulüm, her şeyde itidal gerek. Biz de öyle yapıyoruz ve paylaşıyoruz, bir anneye beş miniğe, bir anneye beş miniğe…

Evvel zamana gitti zihnim. Çocukluğumuza, buraya çok uzak olmayan bir yere, oturduğumuz eski bahçeli müstakil eve. Ağabeyim de böyle fıstık toplardı. Tek tek kırardı. Ben merdivenlere oturup beklerdim, bana taşı elime vururum diye kırdırmazdı. O da hep fazlasını bana verir, azını kendine alırdı. Erik ağaçlarına nasıl tırmanırdı, annem kızardı, düşecek diye ödü kopardı. Annem bağırırsa bağırsın, ağabeyim yine ağaca çıkardı. Ağaca çıkmak sanki dünyaya meydan okumaktı. Ağabeyim beni severdi, ağabeyim dünyaya meydan okurdu. O çocuk gözümde bir devdi…

Ne çok anım var onunla, ummadığım her yerden hatırası zuhur ediyor.

Yeni bir bahar, yeni bir yaz, yeni bir dirim. Her bir ölümün ardından yeniden filizlenen hayat. “Kalbini aç” der gibi parlayan güneş. “Umut et” der gibi yüzünü okşayan tatlı rüzgar. Sahilde dans eden dalgalar, onlara eşlik eden uçurtmalar. Yürüyen, koşan, bisiklete binen, paten kayan, köpek gezdiren, frizbi oynayan insanlar. Bir de gitarını çıkarmış çalıp söyleyen sokak çalgıcıları. Dur bakayım ne çalıyor? “Arayıp sormasan da/unuttum seni sanma…”

Yaz geldi…

Ne güzel!

  22.05.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut