“Ben sadece Seni seven bir kadınım…”*
Sabahın erken vakitleri. Uyandım. Etrafıma bakındım. Günlerden Pazar, ama o çoktan gitmiş. Şimdi Bayezid Camii ne güzeldir. Keşke bir parmak kız olup gömleğinin cebinde onunla gidebilseydim. Onu çalışırken, ropörtaj ve çekim yaparken, kârileri tilavette dinler ve kaydederken izleyebilseydim. Neyse, biraz daha uyuyabilirim…
Çatal bıçak sesleri, demlenmiş çay kokusu… Hımm, gelmiş, bir de kahvaltı hazırlamış. Ne tatlı! Gözlerimi ovalayarak kalkıyorum. Önce kızımın kapısını tıklatıyorum. Yorganın altından bir çift koca göz açılıyor. “Kalk” diyorum, “baban kahvaltıyı hazırlamış bile…”
“Hadi” diyor “adaya gidelim.” Adayı çok sevdiğimi biliyor. Hatta berzahı bir ada ülkesi gibi hayal ettiğimi. Uçsuz bucaksız bir denize serpili irili ufaklı adalar. Grup grup, çeşit çeşit insanla cıvıl cıvıl adalar memleketi. Muhayyel berzah ülkemin, her seferinde yeni yolcular getiren bir limanı var. Kıyamete değin onları oraya taşıyan bir de yandan çarklı gemisi. Küçükken Bostancı’da ağabeyim ve arkadaşlarının kaptandan izin isteyip üstünden denize atladıkları eski tip vapur gibi. “Kaptan amca!”diye seslenişleri hala kulaklarımda. Ne yandan çarklılar, ne de eski Bostancı kaldı geriye. Kaptan amcadan da zihnimde belli belirsiz, yine ağabeyimin dinleyip durduğu bir Chris De Berg şarkısına karışmış Ferryman imgesi. Denizin mülkünün gasp edilip doldurulmadığı, sahil yolunun yapılmadığı, denize bakan evlerin sayfiye niteliğinde olduğu, komşularımızın bir kısmının karşıdan sadece yaz aylarında geldiği, denize ayaklarımızı soktuğumuz,sokakta gün boyu tehlikesiz, tasasız oynadığımız, karne günlerinde bakkalın bize çikolata dağıttığı, hep babamı beklediğim, ha bir de arkadaşım Alev’in boğulduğu günler. Hepsi berzah ülkesine gitti. Alev’i ben bulmuştum, koşup kahvede tavla oynayan amcalara haber vermiştim, neyse ki o sağ şimdi…
Hayatımın ilk onsekiz yılını geçirdiğim mahalleye, sahile Bostancı’ya geldik, birkaç yıl ayrıldığım, sonra evlenip tekrar geri geldiğim bu semt, artık selam vere vere geçtiğim eski bakkal ve kasaplar olmasa da, her karışı ile benim evim. Vapura daha çok var. En iyisi motora binelim. Hem motorla Heybeli’ye uğramadan Büyükada’ya varabiliriz. Yol boyu denize bakıp, “Bir yere giderken ara menzillere uğramak mı, uğramamak mı iyidir?” diye düşünüyorum. Bir tasavvuf dersinde hocaya da buna benzer bir şey sormuştum. “Bu menzillere uğramadan maksuda ulaşmak mümkün mü?” Bana “Buradan Ankara’ya kara yolu ile gidersen, birkaç şehrin ya içinden, ya dışından, ama illa ki yakınından geçmek zorunda kalırsın. Ama Allah sana bir uçak gönderdiyse o başka” demişti. O zamandan beri düşünüyorum, acaba hangisi daha iyi. Yolda olmayı sevenler için ilki, sona ulaşmayı maksad edinenler için ise ikincisi olsa gerek…
Adadayız şimdi, denizin tatlı salınımlarını geride bıraktık. Ayaklarımız tekrar toprağa bastı. İnsanın yolculuğu havada da olsa, suda da, daima toprağa dönüş var. Kah muhayyilemize binip havaya çıkıyoruz, ki hayal zaten bizatihi hava, kah aklımızın engin denizinde seyrediyoruz. Akıl ise sudan. Son tahlilde tüm yolların sonu kalpte bitiyor, yani toprakta. Bu yüzden insan en çok toprakta rahat ediyor, kalbinde…
Laf aramızda ben denizi hep severim. Hele de uçsuz bucaksız olmayıp da ortasında adalar olanını. Egeyi sevişim de hep bundan. Adalar ünsiyet verir. Denizin celalini cemale çevirir. Belki böyle bir mekanın kıyısında büyüdüğümdendir. Deniz yazın bile nispeten soğuktur, bazen korkutur ama onun göze ferah mavisi, tuzlu ve rutubetli havası, güzel kokusu gibisi de yoktur. Deniz uzaktan bakılan hiç sahip olunamayan sevgili gibidir. Toprağın eviniz oluşuna bedel, size dahil olamadığınız bir dünyayı nispet yapa yapa gösterir. Denizin çok sevdalısı vardır, ama o birini sevmiş midir? Sevdiğini yutmuş mudur? Bilinmez…
Motor kıyıya yanaşınca hayallerimden uyanıyorum. İskelede çok hoş bir sürpriz var. Bir seyyar satıcı papatya taçları örüyor. Gençler, çocuklar başlarına papatya taçları koymuşlar. Melekler, yahut periler gibi koşuşuyorlar, bisiklet sürüyorlar. Gözümü nereye çevirsem papatyalar. Bunu şahsıma bir letafet, bir karşılama töreni addediyor ve memnuniyetle, şükürle karşılıyorum. İnsanın afaktaki her şeyi kendisine ilişkin addetme, afaktan enfüsüne bir yol açma yetisi var. “Her şey benim için, ben dünyanın merkeziyim” diyebiliyor insan. Bir tarafıyla doğru da. Her şeyin bize bakan, bize konuşan bir yönü var. Buna vech-i has deniliyor.Kimse evreni bizim baktığımız yerden bizim baktığımız biçimde, bizim anladığımız manalarıyla göremiyor. Bu bakımdan biricikiz, eşsiziz.
Kızım dondurma istiyor. Zaten onbeş gündür dondurmayı vird edinmiş durumda. Her gün “hayır” diyorum, her gün yeniden soruyor. Biz de Allah’a böyle yapıyoruz. Gülüyorum. Eşim benden de keskin bir “hayır” diyor. Ona tekrar bakıyorum, “hava güzel, istersen…” diyorum. İfadesi değişiyor. Olumlu sinyal alınca ben de kızım gibi tutturmaya başlıyorum, “dondurma istiyoruz n’olur”. Onun yanında çocuklaşabiliyorum. Burada kimse benden ciddiyet beklemiyor, cıvıtıyorum ben de gönlümce.
İstediğimizi alıyoruz. Zaten kıyamaz ki…
Kızımı dondurma bitene dek külahın içinden çıkaramıyoruz. Bütün yüzü çikolata olmuş, yapış yapış. Sırıtıyor çikolataların arasından. Onda çocukluğumu görüyorum. Ancak bitince etrafa bakmaya başlıyor. Bir grup müzisyene doğru koşuyor. Babası da peşinden. Bağırıyor “Aman faytonlar çarpacak!” Bir delikanlı ve bir genç kız, ada meydanında canlı müzik yapıyorlar. Durup dinliyoruz. Hayat da hep böyle durup dinlemelerden, kulak verilen seslerden ibaret geliyor şimdi. Kulak hayatın merkezi sanki. Küçük kız çocukları oynuyor. Pazar kalabalığı, karnaval , cümbüş. İnsanları seviyorum, mutluluklarını, kahkahalarını, coşkularını, üzerlerindeki hayat ışığını, İsm-i Hayy’ı. “İnsanları sevemiyorum” derken bana böyle bitmek tükenmek bilmez bir sevgiyle hayata sarılabilmeyi öğreten Rabbe minnet ve şükür, kalbimi açmama yardım eden vesileye bir dua salınıyor dudaklarımdan.
Dil Burnu’na dek yürüyeceğiz. Adanın En çok Heybeli’ye ve Kaşık adasına bakan tarafını severim. Sedef’e bakan yanı daha ıssız daha ürkütücüdür. Yol boyu rüya gibi evler var. İnsan evlerin arasından geçerken gördüğü denize mi, bahçelerdeki çiçeklere, mimozalara, mor salkımlara, hanımellerine ve onlardan yayılan kokuya mı, yoksa evlerin büyüleyici güzelliğine mi baksın, bilemiyor. Güzellik bizi çepeçevre kuşatıyor. Duruyorum. “Yoruldun mu?” diyor. Hayır yorulmadım, nefesim kesildi, birkaç zikir kelimesi söylemeli, birkaç şükür salmalıyım semaya. Kalbimden taşıyorlar zira. “Cennetime götüreceğim ağaçları, çiçekleri, evleri seçiyorum, yolluyorum” diyorum. Kızım da aynını yapmaya başlıyor. Dikkatle bakıyor, “maşallah, subhanallah, çok güzel, ben şu ağacı, şu çiçeği götürdüm, ama benimki şu renk olsun” diyor. İnsanın bu kadar güzellik karşısında dili tutuluyor. Zaten bir senedir gittiğim yolda, karşıma çıkan her güzellikle sarhoşum. Aklım hayalime bir selam çakıp aramızdan ayrılıyor yine. Büyülenmiş gibiyim. Öğretilen tesbih lafızları da olmasa ne diyeceğini bilemez ki insan…
Küçük bir cami çıkıyor karşımıza, tam öğlen vakti. “Girip namazımızı kılalım” diyoruz, eve yetişemeyebiliriz. Hem şimdiye dek karşılaştıklarımıza bir şükür, şimdiden sonra göreceklerimize bir dua olsun. Cami çıkışı tanıdık birilerini görüyor eşim, selamlaşıyor. Ardından dalıveriyoruz daracık sokaklara .Yan yollara sapıyoruz, ana yolun fayton geçişleri, bisikletlileri, kalabalığı da eğlenceli, ama bu sokaklar daha huzur verici. Keşfetme arzusuyla güç yetirebildiğimiz her tepeye tırmanıyoruz. Kızım yokuş aşağı koşuyor, geri geliyor. “İyi ki burada hiç araba yok” diye bağırıyor. “Keşke İstanbul’da da böyle olsa.”
Her adımda bir şeyleri hüzünle geride bırakarak, bir şeylere de umut ve heyecanla yaklaşarak yürüyoruz.
Piknik alanına geldik, insanlar ağaçların arasında rengarenk kıpır kıpır. Çocuklar top oynuyor, ip atlıyor. Kimi oturmuş birşeyler yiyor, kimi sevgilisiyle el ele dolaşıyor. Yoruldum, iyisi mi bir taşın üstüne oturayım. Kuş sesleri ne güzel. Sanki bir konser veriyorlar. Onlara bu besteyi verene, bu şarkıyı söyletene, bizi şu an burada kılıp bunu dinletene sena ediyorum. Güzelliğe sena Cemil’e sena, sevgiye sene Vedud’a sena. “Söyle” diyorum nefsime, yolun başında gençlerin verdiği konser mi, yolun sonunda kuşların verdiği konser mi güzel? “İkisi de ayrı ayrı güzel” diyor nefsim. Ne insana inen tecelli, ne doğaya inen tecelli göz ardı edilebilir. Hakiki marifet ve lezzet-i ruhani ikisini cem etmede saklı. Zaten nefsim ezelden beri, ne yardan ne serden geçebilir tabiatlı…
Eşime “A! Şuraya bak! Çocuklar eşeğe biniyorlar”diyorum. Doğru ya, bu adada hep vardır, ama ben yıllardır hiç görmemişim. Çocukluğuma gidiyor yine zihnim. Bir eşeği bindiğim günü tebessümle hatırlıyorum. “Elif’i götürsen…” diyorum. Önce kızıyor “nerden çıkardın şimdi” diye. Elif, ben ve eşimin yufka yüreği birlik olup onu razı ediyoruz. Baba kız eşek turuna doğru yola çıkıyorlar. Bari peşlerinden gideyim, bu görülmeye değer bir manzara olacak gibi. Ruhum yorgun bedenimi sürüklüyor. Hayatın hiçbir anını kaçırmak istemiyor. Hayata sena Hayy’a sena…
Elifcik ne mutlu! Babası fotoğraflarını çekiyor. Ağzı kulaklarında minik kız ve süslü bir eşek. Ne güzel Ya Rabbi! Yanlarına gidiyorum. Eşek “Kim o!” der gibi dönüyor, başını yaklaştırıyor, kokluyor beni. Başını okşuyorum, burnuna dokunuyorum. Ne kadar munis bir varlık. Ona selam veriyorum fısıltıyla. Başını sallıyor”aleyküm selam” der gibi. Ne kadar fıtri bir şey bu hayvanlarla insanın dostluğu. Ne yazık! Bir ata dokunmadan, bir eşeğin başını okşamadan bir ömür geçiriyoruz. Allah aşkına hangi araba bunlar kadar sevimli? Aa! Eşek kardeşle iştigalim hoşuna gitmiş olmalı ki flaşı patlatıyor. İstemeyene bak benden daha mutlu görünüyor. Eşekle vedalaşıyoruz. Onu enis kılana sena…
Bitap düştük, ama yorgunluğun böylesi çok tatlı. Yol boyu her şeye derin derin baktık. Dileriz ki iz bıraktık. Takatimizce suretini de, siretini de, zahirini de batınını da görmeye çalıştık. Verebildiğimiz her varlığa selam verdik. Şimdi bir yorgunluk kahvesi içme zamanı. Burası denize nâzır bir kafe. İnsan ne kadar yorulduğunu oturunca anlıyor. Bu yorgunluk içilen kahveyi daha da keyifli kılıyor. Susuyoruz, konuşamayacak kadar doluyuz. Birbirimizin yüzüne bakıp gülümsüyoruz. Suskunluğu ilk kızım bozuyor yine. Babasıyla yol boyu çektikleri fotoğraflara bakıyorlar. Ben fotoğraf çekmeyi de, çektirmeyi de sevmiyorum onlar gibi. Ama onlar durmadan herşeyi ve tabii beni de çekiyorlar. Herkesin bir kayıt yapma tarzı var. Herkeste tecelli eden bir ism-i Hafiz. Ben bunu hayalimle, hafızamla, gözlerimle, tesbih edişimle yapmayı tercih ediyorum. Onlar kadrajla, flaşla, zoomla. Galiba ben eski kafalıyım…
Dönüş motoruna bindik, her şeyin bir sonu var. Eşime “İnsan bu dünyada yalnızca böyle bir tek gün geçirse yetmez mi?” diyorum. Gülümsüyor. Kelebekleri anlamamak mümkün mü? Böyle güzelliklere şahit olarak, böyle tecellilere mazhar, geçirilen ve şahitliğini ikrarla tasdik eden, tesbihle dile getiren bir insan için tek bir gün sonsuzluk demek. Allah bize yeterli bir ömür veriyor. Yeter ki onun için, ona müştak, ona müteveccih olalım. Zaten bakacak başka ne var! Her görünen de, her işitilen de, her sevilen de O değil mi?
Martılar eskortluk yapmaya geliyorlar. Bize veda ediyor gibiler. “Onları havada tutan Rahman’dan başka kim ola?”diyorum sessizce. Çocuklar onlara simit-poaça fırlatıyorlar, yirmi-otuz kadar martı tekneyi nerdeyse Bostancı’ya dek izliyorlar. Havada ekmekleri kapışlarını görmelisiniz. Tam bir hava gösterisi. Rahman Rezzak burcunda görüyor bu kez. Sonra bembeyaz karınlarına bakıyorum, yeni banyodan çıkmış gibi tertemizler. Onları temizleyen Kuddüs’ü hatırlıyorum. Birkaç tanesi brandanın üzerine konuyor, yürüyorlar, alttan ayakları birer yaprak gibi incecik, yürüyüşleri paytak paytak. Ya Latif,Ya Cemil diyorum. Hiç biri de birbirine benzemiyor mübarek kuşlar, her biri ayrı bir karakter, tıpkı Richard Bach’ın Martı’sı gibi. Ya Ferd dememek elde mi? Tüm isimleriyle Ona sena…
Ayeti görür gibi, ayn-el yakin zikrediyorum, “Yüzünü nereye dönersen dön, Allah’ın vechi(yüzü) orasıdır.”
Elhamdülilllah.
*Sonsuzluk ve Bir Gün’den. Theo Angelopulos
© 2021 karakalem.net, Mona İslam