HER ŞEY BİR RÜYAYLA BAŞLAR

Mona İslam

SİZİ BİLMEM. Ancak benim hayatımda her yeni evre bir rüyayla başlar. Sadık rüya vahiyden bir şubedir. Vahyin sair kısmı bitmişse de, sadık rüya ile gayb ile bağlantı kurma hali el an devam etmektedir. Hadisle sabittir. Adeta ruh yaşanacak hayat evresine hazırlanır bir mahiyetle sembol sağnağına tutulur. İlk önce anlaşılmasa da sonradan yaşadıkça rüya hayatın içinde tabir olur. Bu sadık rüyalarla başlayan hayat evreleri insanın hayatındaki mühim köşe taşlarıdır. Ne böyle rüyalar, ne de o rüyaların işaretlediği insanlar asla unutulmaz, etkileri üstümüzde ebediyete dek devam eder. Onlar bizi dönüştürmede Muhavvil’in ve Mürebbi’nin perde kıldığı mübarek vesilelerdir. Bizim terbiyemizde vesile kullanılıp kenara fırlatılmaz ona salat(dua) ve selam edilir. İsm-i Vefi bunu icab ettirir.

Hayatımın yedi yılına damgasını vuran bir sürece Efendimiz’i(sav), Üstad’ı ve arkalarında o yıllarda tanımadığım bir zâtı peşpeşe yürürken gördüğüm bir rüya ile başladım. Ben de ardlarından düşe kalka, bata çıka yürüyordum. Efendimiz beni o tanımadığım zâta emanet etmişti. Ona beni koruma ve bana gideceğim yolu gösterme görevi verilmişti. Sonra o zâtla tanıştım, sonra aynı rüyayı bir kere daha gördüm. Allah da şahit ki kişiliğimin dönüşmesine, hayatımın her noktasına o zâtın yol göstermeleri ve imdada yetişmeleri eşlik etti. O sadece bana değil tüm aileme imdat etti. Bir zamanlar ona rüyamı anlatmıştım, umarım hatırlıyordur. O emanette emin olan biriydi.

Bir bağ bazen dünyevi unsurlarla kurulur. Kan ile, nikah ile, sosyal ilişkilerle, birlikte iş yapma ile… Bazen de bağ ulvi alemlerde kurulur. Sizi Allah ve Resul’ü birine bağlar. Hoş ilki de son tahlilde Allah’tandır. Ancak ikincisi sebeplerle perdelenmemiştir. Aynı zamanda ebedidir…

Bu bağlardan yukarıda zikrettiğim ilkinden sonra, bir diğeri de İbn-i Arabi ile aramda olandır. Hatırlıyorum da, ailece Şam’a gittiğimizde bende zerre kadar İbn-i Arabi muhabbeti, meyli yoktu. Bir çok türbeyi dolaştığımız gibi dolaştık Kasiyyun’daki türbeyi de. Eşim akrabalık bağı hasebiyle benden ziyade o mübarekle ilgileniyordu. Ancak dönüşte gördüğüm bir rüya ve onun beni gırtlağıma takılı iğnelerden kurtarışı, bana nefes yolu açışı, bende büyük tesir icra etti. Okumalara başladım, sürdürdüm, ve Şeyh’in ilacı bendeki acı veren varoluşsal yaralara, aşka, firaka, hayata, ölüme çok etkili bir merhem oldu. Hatta öyle ki şimdiye dek yaralarıma bu denli iyi gelen bir merhem bulamamıştım. Belki bulmuştum, ama kullanmayı bilememiştim. Sonraları Üstad’ın bana “Seni Arabi’ye ben yolladım” dediği rüya, bana ibn-i Arabi ile aramdaki bağı kuranın kim olduğunu ifşa ediyordu. Adeta Üstad derdimi ve benim onun eczanesindeki ilaçları kullanmaktaki beceriksizliğimi görmüş daha fazla can çekişmeme dayanamamış ve beni başka bir tabibe yollamıştı. Şeyh’e “Bu benim talebem ona iyi bak, çok ağrısı var” demişti sanki. Yoksa ben hiç bilmediğim bir aleme nasıl bu kadar çabuk girmiş ve istifade etmiş olabilirdim ki? O ülkeye Üstad’ımın adı ile kartviziti ile dahil olmuş, o nam ile hürmet ve şefkat görmüştüm. Şeyh’in kelimelerine Üstad’ın himmeti ile akıl erdirebilmiştim.

Sadakat ve meyil, vefa ve aşk arasında sınandım. Sınavı çok terlesem de geçtim elhamdülillah. Üstad’ı gördüğüm rüya geçtiğimin işareti idi. Onun da yaşarken bizzat tecrübe ettiği gibi her bir yolun başında muhteşem irşad ediciler durmuşlar, insanları çağırıyorlardı. Beni de çağırdılar, büyülendim, gidersem aslımı kaybederim zannettim. Korktum, çekindim. Ancak anladım iki ehl-i diyanet ehl-i felsefe gibi değil. Birinin sevgisi sizi diğerinden uzaklaştırmıyor bilakis birinin sevgisi sizi diğerine yaklaştırıyor. Birini anlamak, sizde diğerini de anlamaya yatkınlık sağlıyor. Artık hayatımda hilali işaret eden iki sadık şahit duruyor. Parmakları üst üste gelince nasıl tereddüt etmeden oruca başlar insan, ben de öyle tereddütsüz bir imana, yakine kavuşuyorum ikisi bir meseleyi müttefikan söyleyince…

Geçenlerde bir rüya daha gördüm. Evimizde bir aslan dolaşıyordu. Sakin, bize alışkın, ayaklarımızın dibine kıvrılıp yatan bir kedi gibi uysal, kapılardan zor geçecek kadar iri, dokunmak için büyük bir istek duyduğunuz altın sarısı ipeksi tüyleri var. Celal içinde bir cemal. Önce anlam veremedim. Sonra bana takip ettiğim sufi grupların bir faaliyetinden haber geldi. Gelen emailde Mektubat-ı Rabbani okumaları dersi yapılacağı söyleniyordu. Benzer bir tereddüt yaşadım. Gitmeli miydim? Bir tarafım merak ediyor gitmek istiyordu, diğer tarafım İmam’ın Vahdet-i Vücut eleştirilerini vukufiyetle olmasa da kulaktan dolma bildiğinden, çekiniyordu. Ya İmam merhemimi elimden alırsa? Ya aynı varoluşsal acılar geri gelirse? Tereddütsüz söyleyebilirim ki bana vahdet-i vücud’un teorik değil duygusal tarafı ile hissedilişi, yaşarkenki pratiği çok uygun gelmişti. Kalbim “evet” diyordu “bu hissettiğim şeyler ancak böyle açıklanabilir”. Ya itimadım azalırsa, ya Şeyh hakkında kötü şeyler duyarsam ve kalbim kırılırsa?Ancak karar vermeliydim, ben hakikate mi sevdalıydım, yoksa acı çekmeme peşinde miydim? Şayet acı çekme ihtimaline rağmen, hakikatin peşinden gitmezsem nasıl bir hakikat sevdalısı olabilirdim ki? Hakikati bulmuşken acı çeksem bu bedel olarak ödenebilir bir şeydi. Hatta neden su-i zan ediyordum ki, hakikat niçin acı versin, belki de yaralarıma da başka bir merhem sunulacaktı.

Yine iki sevda arasında kalmıştım. Eşim bu sıkışmışlığı çok ulvi buluyordu. “Gönül kaymasının böylesine memnun olmak lazım” diyordu.

Derse gittim. Arap coğrafyasının düzlük, sıcak, altın sarısı uçsuz bucaksız sahralarına, hurma ağacı gibi alışkın olan bünyem, Hint ormanlarına girince şaşkınlıktan tutulmuş kalmıştı. İmam benim hiç bilmediğim bir dilin, hiç duymadığım bir lehçesinin, Hint Farsçası’nın konuşulduğu uzak coğrafyaların, bilinmez diyarların, celalli sesiydi. İbn-i Arabi’nin nefisinizi bile kendisine meftun edecek derecede rahmani çağrısı, şımartacak kadar aşkla, muhabbetle, size verilen ehemmiyetle gözünü üzerinizden ayırmayışı, yerini nefsin boğazına sımsıkı yapışan demir bir bileğe bırakmıştı. Yani ben böyle hissettim.

İmam’daki keskin şeriat vurgusu, bidatlara kapıyı sımsıkı kapayışı, tasavvufun panteizme eğriltilen kısımlarını kılıçla doğrultuşu ve hint mistisizmine karıştırılan anlayışları sopa ile kovalayışı beni hem heyecanlandırdı, hem ürküttü. Hakikaten o rüyadaki kımıldayanı bir lokmada yutabilecek kudrette, ama dokunmak için can atacağınız güzellikteki aslana benziyordu. Öyle ya İbn-i Arabi İslam coğrafyasının göbeğinde, Endülüs gibi Mısır gibi Şam gibi medrese ve tekkenin zirve örneklerinin mebzul miktarda bulunduğu ve en avam insanın bile bugün okumuş yazmış çoğumuzun anlayışından daha sağlam bir anlayışla Kuran ve Sünnet bilincinin olduğu, tasavvuf kavramlarının aslıyla ve aynıyla anlaşıldığı hiçbir başka dinle karışmadığı bir evrede, rahatça sözünü söylemişti. Oysa İmam müslümanların azınlıkta olduğu Hint diyarında üstelik müslümanların bidat ve hurafeye Hint mezarlarına mum yakacak, İbn-i Teymiye’ye Fatiha okutacak kadar boğulduğu, yöneticilerin “dinlerin birliği” gibi bir safsata ile siyasi manevralar yaptığı bir vasatta söz söylemişti.

Elbette biri zaten kitap şeriat nedir bilen Beni İsrail’e gelen İsa(as) gibi diğeri putperestliği zirve yapmış firavuna gelen Musa(as) gibi olacaktı. Eşyanın tabiatı, zamanın ve coğrafyanın ruhu bunu gerektiriyordu. Şeyh dinin zahirinde muhkem olan bir topluluğa dinin batınına ilişkin şeyler anlatırken, İmam dinin zahirinde dinleri çorba edecek denli kafaları karışmış bir topluluğun dinini düzeltiyordu. Bu yüzden zahirde Arapça ve Farsça gibi birbirine hiç benzemeyen iki dili konuştukları gibi batında da iki farklı dil ve uslubu kullanmaları doğaldı. Biri cem ediyor diğeri ise farkı gösteriyordu. Öyleyse biri beni diğerinden soğutacak değildi, bilakis biri diğerini tamamlayacak ve tekmil edecekti. Bu öğrenim benim için gerekliydi.

Hoca anlatırken İmam’ın Sihrind’li olduğundan, Sih’in aslan, rind’in ise diyar demek olduğundan söz etti. Yani Ahmed-i Sihrindi aslanlar diyarından Ahmed demek oluyordu. Artık rüyamda evimde dolaşan büyüleyici güzellikteki aslanın kim olduğuna şüphe yoktu. Bir şey daha dikkatimi çekmişti. İbn-i Arabi’nin adı Muhammed idi. Bu isimde olana herkes kolayca yaklaşır, insanlar arasında bir insan gibi onunla tanışırdı. İmam Rabbani’nin adı ise Ahmed. Bu isimde olan ise göklerdeki meleklerin ve dahi Cibril’in bile kendisine erişemediği bir makamın sahibiydi. Bu iki isim Efendimizin risalet ve velayet olmak üzere iki vechine işaret ediyorlardı. Biri yukarı doğu diğeri aşağı doğru bir yoldu. Bu yüzden Şeyh’i hemen yanı başınızda kolaylaştıran, rahmet dağıtan, ümit veren olarak bulurken, İmam’ı yüksek zirvelerde gözünüzün zar zor seçebildiği göklerde, insanın nefesini kesen uçurumların üzerinden gürül gürül akan şelaleler gibi görüyordunuz. Oraya ulaşmak zor geliyordu, hayran olmak mümkündü. Nefsi korkutuyor hizaya sokuyor. “Ben oldum” zannından vaz geçiriyordu. Buna ihtiyacım vardı galiba…

Aslında hiç planlamamıştım. Vaktin birinde kendisine bir soru sormak için yanına gittiğimde Mahmut Erol Kılıç bey “Siz arıyorsunuz ama aslında onlar sizi bulurlar” demişti. Aşikar ki benim İmam Rabbani okumakla ilgili hiçbir planım ve niyetim yoktu. Bilakis ben okumalarıma kaldığım yerden devam etmeyi ancak bitince Mesnevi okumayı arzu ediyordum. Ben Mevlana’ya yönelmiştim. Ama İmam Rabbani önüme çıkıverdi. Bu durumda yollarımın başında yaptığım planı değiştirmem gerekiyor demek. Eskiden olsa planlarım bozulunca çok kızardım. Bidayette bahsettiğim zâtın himmetiyle “Biz bir şey diledik Allah başka bir şey diledi, muhakkak ki Allah’ın dilediği en hayırlısıdır”(Hadis) demeyi öğrendim.Bir bağ daha kuruldu. Demek yolum Hint diyarına uzanıyor, büyük bir Hint aslanı beni bekliyor. Allah bu bağın icabını bihakkın yerine getirmeyi bana nasip etsin. Seyr ettiğim yollarda ne güzellik elde ettiysem, ondan yolumun başında duranlara da ihsan etsin. Zira onlar yolu açtılar, kalbime sevgileri koydular*, sebep olan yapan gibidir hükmüyle yapıp ettiklerimde ve üzerimde hak sahibidirler.

Allah, beni kendilerine kopmaz bağlarla bağladığı tüm rehberlerimden razı olsun.


*Üstad bana bahsini ettiğim rüyada böyle demişti, kalbine sevgileri ben koydum, seni Arabi’ye ben yolladım. O zaman bir tek İbn-i Arabi vardı ve ben üstadın sevgiler diyen çoğul ibaresinden bir şey anlamamıştım. Artık biliyorum birden fazla sevgi var ve her biri zamanı geldiğinde açılan çiçekler gibi göğsümde açılacaklar.İnşallah.

  10.06.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut