Marifet Tevhid-i Kıble Etmekte

Mona İslam

BİR KİMSENİN sözlerinden anladığınız ancak kendiniz kadardır.

Bir de şöyle derler: Ne anlatırsanız anlatın, anlattığınız muhatabın anlayışı kadardır.

İlkinde anlayanın penceresinden, ikincisinde anlatanın penceresinden bakılarak söylenmiş, bir hakikatin iki vechi.

Bir de Şeyh-i Ekber’in şu veciz ifadesini belirtelim ki umut ışığı olsun: Kabiliyet arzu ile orantılıdır. Bir şeyi istemeniz onun size verilebilme ihtimalini gösterir.

Bediüzzaman’ın dediği gibi “Vermek istemeseydi istemek vermezdi”. Kuşkusuz tümü, iki dünya boyutlu düşünülmeli. Tek dünyalılar buradan dönsün.

İnsan bir meseleye kendini dışarıda bırakarak yaklaşamaz. Tüm ihtiyaçları susuz toprak gibidir. Verili alanda ihtiyacına karşılık bulduysa onu su gibi kana kana içer. Başkalarının ne dediği anlamsızlaşır. Siz ancak yaranıza iyi gelmiş olan merhemin, ve o merhemi karan eczacının sözünü kaale alırsınız. Hiçbir duygu vefa ile boy ölçüşemez.

Benim için İbn-i Arabi’nin öğretisi böyle bir ihtiyaca, böyle bir çorak toprağa, böyle bir yaraya tekabül etti. Ona minnet ve vefa borcum var.

İnsanların sadece ihtiyaçları olmaz, önyargıları, önceden edinilmiş bilgileri de olur. Bir metne yaklaşırken onlar da sizinle gelirler. O vakit onlar metinle ve anlattıklarıyla aranızda daima sinir bozucu bir parazittir. Ya paraziti dinleyebilirsiniz, ya metni. İkisi bir arada olmaz. Bir zâtın size ne dediğini bildiklerinizi bir kenara bırakmadan anlayamazsınız. Daha doğrusu yanlış anlarsınız.

Gönlünde yarası olanların tasavvufa ihtiyacı vardır.

Hangi mürşidden tasavvuf meyvesini alacağınız size ve ihtiyaçlarınıza bağlıdır.

Üstad’ın “İman hakikatleri gıdadır, tasavvuf meyvedir” dediği bir vakıa. İnsanın meyve yemeğe de ihtiyacı vardır. Bazen vitamin ihtiyacı sizi öyle sarsar ki hasta olursunuz.

İnsana sadece aklı ve onun topladıkları yetmez. Her meselede aklın kelamına güvenilmez. Her şeyin bir haddi vardır, aklın da öyle. Haddi olmayan tek şey kalpdir. Onun için duyguların haddi yoktur. Nasıl olsun ki onların kimi Rahim, kimi Vedud, kimi Adl, kimi Vefî tecellisidir. Bu yüzden “Kalp kainattan büyüktür” denir. O Allah’ı sığdırandır. Kalbinizi ateşe vermeyin. Onsuz hayat bulamazsınız.

Bir tasavvuf seminerinde felsefe ve kelamın nefs algısı, tasavvufunki ile karşılaştırılıyor. Felsefe ve kelamda nefs, ruha, ve dahi akla eşitleniyor. Tasavvufta birbirlerinden ayrılıyorlar. Dinleyicilerin kafası karışıyor. Konuşmacı bir ilahiyat hocası ve alanına vakıf, üstelik konuşmada usta biri. Ancak meseleyi bir türlü basitleştiremiyor. Öğreniyoruz ki alanı felsefe ve kelam. “Mesele” diyor “tasavvufa gelince çok daha fazlalaşıyor, ayrıntılanıyor” ila ahir…

Yanımdaki arkadaşıma hocanın kullandığı terminolojiyi kendimce tercüme ediyorum. Aslında her biri aynı hakikate ayrı dillerle yol bulma çabaları. ‘Gezegenlerin akılları’ diyor, aslında ‘melekleri’ demek istiyor. ‘Sudur’ diyor, ‘tecelli’ demek istiyor. ‘Mucib Bizzât’ diyor, aslında ‘Vacib-ul Vücud’ demek istiyor…

Elbette aynı şey olmadıklarının farkındayım, ancak bir felsefecinin varlığa ilişkin çözmlemelerini anlamaya çalışmanın tek yolu bu, bizim dilimize çevirmek*. Bizim kavramlarımıza. Yoksa her ikisi de bambaşka iklimlerde yetişmiş iki ağaç, biri vahiyle kök salmış, dallarıyla ebede intişar etmiş, diğer ise dokunsan devrilecek bir tutuşla tutmuş toprağı…

Mesele tasavvufa gelince çok daha berraklaşıyor, anlaşılır hale geliyor, her taş yerli yerine oturuyor. Tasavvuf bizim dilimize benziyor, Risale kavramları tasavvufun kavramlarına çok yakın. En fazla Azeri Türkçesi’ni anlamak kadar zor. Bu benim acizane fikrim. Oysa bir felsefecinin yaklaşımı ile, dili ile, arada bir İbn-i Arabi sonrası tasavvuf diyerek, Şeyh’in fikirlerine atıfları bile karmaşık. Oysa Şeyh çok yalın anlatıyor. Hoca neden Şeyhi benim anladığım gibi anlamıyor?

Anlıyorum ki Şeyh’e muhatap olduğum her anda yanımda gizli bir ruh gibi Üstad’ın himmeti var. Üstad’ın kavramlarıyla bakıyorum Fütuhat’a, Üstad’ın öğretisiyle geziyorum Füsus sayfalarında. Karmaşık meseleler hal oluyor. Hani çölde dolaşan bir Efendi’nin adını alır ya, aynen onun gibi kavramlar, onun adıyla bakınca sırlarını faş ediyorlar. Bir dili bilenin ikinci bir dili öğrenmesi gibi kolaylaşıyor işim. Önceki ile çelişkili gibi görünse de, bazen bildikleriniz size yeni öğreneceklerinizde yardım da edebiliyor.Yeter ki önyargı olmasınlar.

Bunu felsefecilerin daima birbirini nakz edişine, muhakkiklerin ise daima birbirini destekleyişine bağlıyorum. İlki nefsinden, ikincisi hüdadan hareket ettiğinden olsa gerek, nefsileri birbiriyle çakışmadığı için bir meselede ittifak edemiyorlar. Oysa ehl-i hüda parmaklarını hep aynı noktaya basıyorlar. Parmak izleri farklı olsa da…

Bunun için bir muhakkikin eserine felsefenin yahut bilimin gözlükleriyle bakmakla bir başka muhakkikin gözleri ile bakmak arasında büyük fark var. İlki görüşü bulandırıyor, enenin parmağını karıştırıyor, hakikatler zulmete inkılab ediyor, ikincisinde ise ene münfail kalıp vahyin ve ilhamın esintilerine kendini bırakıyor, hakikat nuru, nur olarak kalpte değişmeden dönüşmeden yerleşiyor.

Sonra kendisinden çok şey öğrendiğim, gülümseyen yüzünde, yardımsever tavrında, merhametinde ve alakasında Üstadı İbn-i Arabi’yi gördüğüm, Allah’a İbn-i Arabi hususundaki arayışımı onun rahlesinde sona erdirdiğine şükrettiğim hocama bakıyorum. O dinlediğim pek çok ilahiyat hocasından farklı. İlmiyle, hikmetiyle, merhametiyle, aşkı ve şevkiyle, ulüvv-ü himmetiyle, gayretiyle…

“Tevhid-i Kıble etmek böyle bir şey olmalı” diyorum.

Yanlış anlaşılmasın, hocam İbn-i Arabi’den başka bir şey okumayan biri değil. Başka okumalarımda da bana “Şu yoldan git, şu adrese çıkarsın” diyecek kadar yetkin. Ancak bir yere ayağını sabitlemiş ve diğer ayağı ile diğerler eserlere yolculuk etmiş. Böylece çizdiği şekillerde zerre kadar karmaşa olmamış. “Ben de aynını yapmalıyım” diyorum. Bir ayağımı sabitlemeliyim. Sonraki her adımı da yarım yamalak değil, kulaktan dolma değil, tastamam yapmalıyım. Ömrüm ne kadarına yeterse.

Risale benim sabit kademim, tevhid-i kıblem. Aleme ve alemden güzel insan-ı kamillere buradan bakıyorum. Burası benim vatanım. Toprağım. Sair memleketlere seyahat için gidiyorum. Her seferinde yeniden toprağıma dönüyorum. Aldıklarımı topladıklarımı kendi toprağıma taşıyorum.

Karıncalar gibi. Tamamlayamasam da yolunda ölmek de güzel…


Not: *Bizim dilimizden kastım Risale-i Nur terminolojisidir.

  29.05.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut