İNSAN ZALİM VE CAHİLDİR

Mona İslam

30. SÖZ’ÜN girişinde bir ayetle karşılaşırız.

“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik; hepsi de onu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zâlim ve çok câhildir.” (Ahzab Suresi 72)

Bu ayette dikkatimi çeken, ve bu yazının tefekküre çalışacağı mesele, insanın ‘zâlim ve câhil’ oluşudur.

Cehâlet, biginin zıddıdır. Zulüm ise, adaletin. Biri ism-i Alîm’e bakarken, diğeri ism-i Adl’e bakar. İki sıfat da bize bu isimlerden ne denli uzak olduğumuzu gösterir. Allah Alîm’dir ve Adil’dir. İnsan ise Onun zıddı, câhil ve zâlim.

Üstelik ayet tüm insanları kast etmektedir. İnsanlar arasında bir ayrıma gitmemekte, mümin kâfir, avam havas, nâkıs kâmil bir sınıflandırma öngörmemektedir. İnsan câhildir, tüm insanlar. İnsan zâlimdir, tüm insanlar. Öyleyse biz câhil ve zâlimiz. İçe sindirilmesi zor bir durum…

Zulüm ve cehl hamurumuza karılmış iki ayrılmaz özellik. Zâtımıza aitler, tıpkı acz ve fakr gibi. Acz ve fakr nasıl onun Mutlak Kudret ve Gına’sına işaret ediyorsa, cehl ve zulm de Mutlak Adalet ve Mutlak İlmine birer işaret.

Allah’ı bilmenin iki yolu vardır. Birincisi Onun Esma ve Sıfat’ını enemizi mikyas edip mevhum sahipliğimizle, mevhum ilmimizle, mevhum kudretimiz, zenginliğimiz, adaletimizle bilmektir. Bu kıyas kuvve-i vahime yoluyla yapılır. İkincisi ise gerçek özelliklerimizle Onu bilmektir. Bu da fani oluşumuzda bekasını, aczimizde kudretini, fakrımızda servetini, cehlimizde ilmini, zulmümüzde adaletini müşahede etmekle olur. Üstadın 30. Söz’de “Mesela, zulmetsiz daimi bir ziyâ, bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakiki veya vehmi bir karanlık ile bir hat çekilse, o vakit bilinir” derken kast ettiği hakiki karanlık hat bizdeki bu âciz, fakir, fâni, zâlim ve câhil olma özelliği olsa gerek. Vehmi olanı ise bizde görünen esma tecellilerini sahiplenerek yaptığımız kıyaslardır.

Fehmime gelen odur ki, kıyas bizde gerçekten bulunan özelliklerle yapıldığında ve mevhum özelliklerimizle yapıldığında birbirini tamamlayan iki kaynaktan bilgi verir. Biri ki mevhum kıyaslarla yaptığımız ona bakar, cemalî, teşbihî bir kaynaktır. Bu yüzden insanın kendi üzerinde gördüklerine sahip olmaktan bir hazzı vardır. İkinci bilgi ise celalî ve tenzihî bir kaynaktan gelir ki, insanın kendi özünde gerçekten bulunan fena, zeval, acz, fakr, zulm, cehl gibi sıfatlardan elemi vardır. İlki haz verir, çünkü Vacib-ül Vücud’a aid sıfatlardan gelirler. İnsan Ona müştaktır, Ondan gelen herşey güzeldir ve insana haz verir. İnsancık Onun isimleriyle giyinmiş olduğu bu güzel libası nasıl beğenmesin!İkincisi ise kendi nefsinden gelir ki, insan nefsine müştak olmamalıdır, hakikatte nefsinin gerçek halini bilen nefsine müştak olamaz. Bu yüzden nefsini örtüsüz, çıplak ve olduğu gibi görmek insana elem verir. İnsan ilk hazzın verdiği aşkla ve ikinci elemin verdiği imdad çağrısıyla, iki kuvvetle Ona yönelir. “Beni bir an bile nefsimin eline bırakma!” diye yakarır.

Marifetullah’ta ilk basamak müspet kıyas ile bilmektir. İkinci basamak ise menfi kıyasla bilmek olmalıdır. İlk basamağı tamamlayıp ikinciye çıkamayanlar, mevhum rububiyetlerini terk edemezler. Emaneti Sahibine teslim edemezler. Emanet çok değerlidir. İnsanın nefsi onu tutmak ister. Nefis hak sahibine hakkını vermekten hoşlanmadığı gibi, kendi ile ilgili hakikati bilmekten de hoşlanmaz. Bu yüzden zâlimdir ve câhildir. Emanetin büyüleyici giysisi üzerimizden çıkınca, ve biz çıplak halde kalakalınca, kendimizi beğenmemiz söz konusu bile değildir. Zira beğendiğimiz herşey, emanetle beraber Sahibine geri dönmüştür.

İnsanı sair varlıklardan ayıran şey, üzerine giydirilen Esma elbisesini benim diyerek sahiplenebilmesi ve onun cemali ile fahr celali ile şikayet edebilmesidir. Bu yüzden ne zaman aczini, fakrını, cehlini ve zulmünü gördüğü bir halle karşılaşsa, elbise provasındaki adam “Beni çirkinleştiriyorsun, bana eziyet veriyorsun, bu güzel elbisemi neden kesip kısaltıyor, çıkarıp alıyorsun?” der. Aslında o adam da bilir ki kendi kendine hiçtir, ancak o Esma elbisesi ile namı yürümektedir. Kuldan Esma elbisesini çıkarıp aldığınızda geriye âciz, fakir, zâlim ve câhil bir şey kalır. Şeylikten kulluğa terfimiz o elbisenin Sahibine intisap iledir. Adam yerine konuluşumuz, aczimizi, fakrımızı, zulüm ve cehaletimizi örten, hoş gören Sanî nedeniyledir. O kimi zaman rahmetiyle elbiseyi kusurlarımıza örter, kimi zaman da hikmetiyle elbiseyi üzerimizden çekip alır. O ne eylerse güzel eyler.

İbn-i Arabi der ki “Allah Esması’nı üzerimizde tecelli ettirmesi ile de bilinir. Ama en üstün bilme Onu Onda olmayan sıfatlarla bilmektir.” Onu onda olmayan sıfatlarla bilmek, Onu zıddıyla bilmektir. Aczimizle, fakrımızla, cehlimizle, fena ve zevalimizle, günah ve zulmümüzle. Âdem, cennette Onu bilmenin birinci basamağında idi, günah işleyince ikinci basamağa terfi etti. Dünyaya inişi acz ve fakrı tatması içindi. Zulmü zaten daha cennette tatmış, cehlin ise şeytana kanarak tadına bakmıştı. Ömrünün her gününde ve elbette sonunda da fenâ ve zevâli tadarak, marifetullah basamaklarını tamamlayacaktı. O vakit Beni Âdem için “Nefsini bilen Rabbini bilir” hakikati, tahakkuk etmiş olacaktı.

Siz hiç Ayet-ül Kübra’da mertebelerin gökten yere ve son merhalelerde insana doğru artarak ilerleyişine dikkat ettiniz mi? Sakın yükselmek dediğimiz şey bizatihi aşağıya inerek yapılıyor olmasın? Paradoks ama kanaatimce burda bir sır saklı. Marifetullah basamakları yukarıdan aşağıya, afaktan enfüse, dıştan içe, artış gösterir. Zirvesi ise insanın çekirdeğinde, zâtında bulunan özelliklerle Allah’ı bilmesi ile yapılır. Acz, fakr, fena, zeval, zulm, cehl, kusur, günah tesbih taneleri gibi çevrilir durur, hepsi Onu tesbih ve tenzih etmek içindir. Burası Şeyh-i Ekber’in dediği gibi “Bilmek, bilmediğini bilmek” makamıdır.

“Seni hakkıyla bilemedik, sana hakkıyla sena edemedik” nidası ile seslenen Peygamberler ve kâmil veliler de zulm ve cehlden paylarını fâş etmiş olmuyorlar mı? Madem ki O mutlaktır. Mutlak olan künhüyle bilinemez ki. Her bilenin elinde bilgi hakikatten ancak bir parça içerir. Buna da hakaik-i nisbiye denilir. O halde muhakkak ki insanların ve dahi âlemin en çok bileni olan peygamberler bile bu ayetteki insan tarifinden paylarını alırlar. Madem ki insan emaneti sırtlanmıştır. Onu hakkıyla sena edemediği her anda, hak Sahibine hakkını verememiş ve adaletten sapmış olmaz mı? O halde zulümden payını almaz mı? Zulüm bir şeyi ait olduğu yere koymamaktır. Adalet ise o şeyi ait olduğu yere tevdi etmektir. Madem insan acizdir, öyleyse zaten Mutlak Adil olması mümkün değildir. Adaletten sapmak, kamiller için ancak insani aczleri yüzünden mümkün olmuştur. Yoksa haşa görevi yerine getirmede gevşeklikleri yüzünden değil. O kabahat bize aittir. Ama anlaşılan odur ki, hakikat-i insaniye sadece âciz ve fakir değil, sadece fâni ve zâil değil, aynı zamanda câhil ve zâlimdir de.

Allah’ın affına, rahmetine, örtmesine tüm insanlar muhtaç. Affet bizi Ya Afuvv! Bize merhametle muamele et Ya Rahim! Ört bizi Ya Settar! Varoluşumuzun çıplaklığında, nefsimizin noksanlığında örtülerine muhtacız, bizi atalarımızı giydirdiğin gibi cennet elbiseleri ile giydir. Ama çıplaklığımızı da unutturma ki elbisemiz takva elbisesi olsun, fahr elbisesi değil.

  13.05.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut