Kuvve-i Vahime: Latifelerin Sultanı mı Baş Belası mı?

Mona İslam

BİR MÜ’MİNİN bir meselede kanaat sahibi olması, bir şeye inanması için, aklen ve ahlaken yetkin iki sadık şahidin tanıklığı yeterlidir. Bunu hayatımın her döneminde bir düstur olarak benimsedim. Allah da mahçup etmedi, elhamdülillah.Vehmin de iyi bir şey olduğuna dair kanaatim, 30. Söz’deki vehim vurgusunu tekrar tekrar okuyunca, ve İbn-i Arabi’den “Kuvve-i Vahime latifelerin sultanıdır” diye işitince hasıl oldu.

Vehim ilginç bir kelime. Kuvve-i vâhime ilginç bir latife. Uzun zamandır nazarımda gizemini koruyor. Çoğu dilde kötü anılıyor. İnsanlar onu yerden yere vuruyor, ondan salgın bir hastalık gibi bahs ediyorlar. Gerçekten belalı bir latife mi vehim? Bilemiyorum…

Vehim hayalle de çok iltibas edilen, birbirine karıştırılan bir kavram. İkisi aynı şey sanılıyor. Halbuki değiller. Keşke kelimeler üzerinde biraz daha düşünsek, keşke biraz sözlük okumayı sevsek. Halbuki sözlük ezberleyen bir Üstad’ın talebeleriyiz biz. Bu bize bir şey ifade etmeli değil mi? Ezbere kullanmamalıyız kavramları. Nüanslara, ayrıntılara önem vermeliyiz. Klişe ama gerçek: melek de şeytan da ayrıntıda gizli…

Melek ve şeytan demişken, onları bir misal olarak kullanmadan geçemiyeceğim. Hayal ve vehim enfüste, melek ve şeytan afakta neye tekabül ediyorsa, ona tekabül ediyor. Bu bir hakikat. Ancak sadece bir yönden. Eskiler buna ‘min vechi’ diyorlar. Şu sıralar o kadar çok bir yönden doğru bir yönden yanlış meseleye rast geliyorum ki. Bunu farketmek için biraz daha soru sormak, biraz daha ezber bozmak gerekiyor sanırım. Evvela kendimizin ezberinden başlayarak…

Bir de ‘min vechi’ tefekkürde bir edep veriyor insana, hakikatin hem keşfedilemeyen kısımlarına kapı aralıyor, hem başkalarının hakikatine yer açıyor.

Melekler alemi hayal alemine benzer. Bu yüzden onların görünümlerine temessül etmek denilir. Temessül alem-i misalden gelir. Yine bu yüzden rüya alemi de meleklerin alemidir. Berzah da alem-i misaldir. Melekler sizi alır, meleki formda olan neyiniz varsa oraya götürür. Bir müddet melek gibi yaşarsınız berzahta. Çünkü zaten sizin bir kısmınız melektir. Misal: kuvve-i hayaliyeniz. Yine bu yüzden hayal adem değildir. Bir varlık mertebesidir. Hayale, rüyaya ‘yok’ muamelesi çekenler, onu gerçeklikten, varlıktan bir parça saymayanlar, alem-i melekuta da, berzaha da yok demek durumunda kalırlar. Aksi içinde bir çelişki barındırır.

Hayal, var olana ancak soyut düzlemde bulunana somut biçimler giydirmektir. Soyut hakikatler hayal aleminde elbiseler giyerler ve görünür hale gelirler. Sadece görünür, ama elle tutulamazlar.

Vehim ise hayalin üzerinde bir mertebedir. Evet, yanlış duymadınız, üzerinde dedim. Onu şeytan temsil eder. Yahut cinler alemi diyelim. Küçük bir kelime değişikliği ile, onu şeytana ‘iyi olmak’ gibi bir durumu, farazi olarak bile yakıştıramayacak olanlarımız için nötr bir alana çekmiş olalım.Enfüste kuvve-i vahime, afaktaki şeytana tekabül eder. Ve yaradılış itibariyle, isyan etmesini hariç tutarak bakılırsa şeytanın varlık kategorisi meleklerden üstündür. O sadece küfrettiği için sukût etmiş, mertebece düşmüştür. Hayal size sadece var olanı suretlendirir, değiştirir, dönüştürür ama mutlaka var olan enstrümanları kullanır. İcad etme kabiliyeti yoktur. Oysa vehim size ademden varlık elbisesi çıkarır. Ademe vücut rengi verir. Bu yüzden şeytan için adem alemlerinin sultanı denilse, hata edilmiş olmaz.

Bir benzetme yapmak mümkünse, hayal size elinizde bulunan melzemeleri kullanarak güzel bir tasarım yapma imkanı verir. Vehim ise, tabiri cazise, yaratma imkanı. Vehim yoktan var eder, yoku var eder. Allah’ın Yaratıcı olma vasfı insanda kuvve-i vahime sayesinde tecelli eder. Yalnız Gerçek Sahibine nazaran kuvve-i vahimenin yaratımına “ol” deme gücü yoktur. Ama sizi yoku var zannettirecek kadar etkileyebilir. Şeytanın tüm cazibesi de buradadır.

Kuvve-i vahimenin yarattıklarını gerçek sanırsanız, farazi olanı hakiki zannederseniz, labirent misali çetrefilli bir yola girmişsiniz demektir. Çıkabilene aşk olsun…

Tabiat bilimleri akılla yapılır. Sanat hayalle… Matematik ve metafizik kuvve-i vahime ile…Kuvve-i vahime farz edebilme kabiliyetidir. O farazi hatlar çizer, olmayan üzerinden hesaplar yapar, ve bununla olana dair kanaatlere varır. Bu müthiş bir yetenektir. Onsuz marifetullahın mümkün olmayacağı aşikardır. Bu yüzden de insanın en yüksek gayesi olan marifetullahta kullanılan en yetkin aletin, kuvve-i vahimenin latifelerin sultanı olması tabiidir. Bazı sultanlar firavun olur o başka bir mesele…

Hiç bu nazarla baktınız mı? 30. Söz’ün satırları arasında gezerken, ne kadar çok vehim kelimesine rast geliyor insan. İddia ederek söyleyebilirim ki, ene denilen şey kuvve-i vahimenin ta kendisidir. Hatam varsa Allah düzeltsin, ancak min vechi, hakikat öyle gözüküyor. Bu yüzden de Kuvve-i Vahime ibn-i Arabi anlayışında latifelerin sultanıdır. Zira Allah’ın Rububiyetinin fiilleri ve Uluhiyetinin şuunatı ancak onunla anlaşılır. O olmasa, insan kendinde bir rububiyet vehmedemez. Vehmedemezse de Onun Rububiyetini bilemez. Demek tüm isimler öncelikle onları kendimize ait vehmetmekle yakinen bilinir, sonra Sahibine iade etmekle marifetullah elde edilir. Üstad ‘kuvve-i vahime Sınırsız Olan’a hat çizer’ diyor. Hat çizmek, sınırlamak, aslına bakılırsa şirktir. Bu yüzden tehlikelidir. Dağlar taşlar bu yüzden ondan korkmuşlardır. İnsan da çizdiği hattı silmez ve sınırlı olanı sınırsız olana bitiştirmez, ayırdığıyla kalırsa, müşrik olur. Şeytanın yaptığı tam da budur. Sonsuzdan kendine kestiği farazi parçayı, geri vermek istememiştir. Kibretmek tam da bu demektir.

‘Ben’ diyebilen kimdir? Kuvve-i vahimedir. Gerçekte ‘ben’ diye bir şey yoktur. Olmayanı var kılan da kuvve-i vahimedir. Bu yüzden melekler ‘ben’ demezler. Bu yüzden şeytan ‘ben’ der. Bu yüzden insan ‘ben’ diyerek meleklerin de şeytanın da üstüne çıkabilir. İmkan şeytanda da mevcut kuvve-i vahimeyi adem alemleri hesabına değil, Onun hesabına istimal etmektedir. O vakit mevhum ‘ben’ Gerçek Ben’i anlama imkanı verir. Hatırlayalım “Nefsini bilen Rabbini bilir”.

Yine tam da bu yüzden insan melek olamaz, baksanıza donanımlarımız bile farklı. Bizden iki şey olur, ya insan, ya şeytan. İkincisinden Allah’a sığınırız.

Benliği eritmek denilen şey de, onu kullanım amacına uygun kullanıp sahibine iade etmekten ibarettir.Benlik kuvve-i vahimenin bir ürünüdür. Bize sadece kullanım hakkı verilmiştir, mülkiyet hakkı değil.

İnsan, içinde çeşit çeşit varlık tabakaları taşır. Cemadat varlığı, bitkisel varlığı, hayvansal varlığı, meleki varlığı, şeytani varlığı ve insani varlığı, kat kat bünyesinde bulundurur.Bunlara kimileri ruh der, bitkisel ruh, hayvansal ruh ila ahir, kimileri de nefs diye isimlendirir. Bunlar insanın parçalarıdır. Kısımları. İnsan onları doğru bir hiyerarşi ile içinde taşıyabilir, ahenkle yönetebilirse emaneti bihakkın yerine getirmiş olur.Burada kast ettiğim emanet halifelik vazifesidir. Bu yüzden bir ameldir, bir fiildir, bir ödevdir. İnsan bu varlık kategorilerinin hepsini kendisindeki latife-i Rabbani ile, Allah’ın ‘min ruhi’ dediği sır ile yönetir. Bu da, teşbihte hata varsa Allah affetsin, küçük ölçekte Allah’ın kainatı yönetmesi gibidir. Bunu başarabilen insan, hakikaten Allah’ın isimlerine tastamam bir ayna olmuş, Onu gösteren bir mikyas olmuştur. Buna insan-i kamil denir. Yine bu yüzden insan-ı kamiller için şeytanını teslim almıştır denilebilir.Kastedilen kuvve-i vahimedir.

Buna çok güzel bir örnek de, Hz. Süleyman’ın şeytanlara boyun eğdirip onları çalıştırmasıdır. Bu tüm kamillerin enfüste yaptığının, afakta yapılma misalidir. Ve bu sayede insan, Hz. Süleyman’ın hükümranlığı gibi bir muhteşem hükümranlığa sahip olabilir. İnsan bu hükümdarlıkta halife olduğunu, asıl olmadığını unutmamalıdır. Asıl konuşunca vekilin hükmü biter. Takdir edilmelidir ki, şeytanı boyun eğdirmek, melekleri boyun eğdirmekten daha büyük bir iktidar gerektirir. Melekler zaten insana musahhar kılınmışlardır.

Elbette tamamı Onun izniyle, Onun yardımıyla. Zaten hakikatte hükmeden ve idare eden O’dur. İnsanın hükmü bir farazi hattan ibarettir.Bunu sık sık tekrar ediyoruz, zira insan asıl değil vekil olduğunu çok çabuk unutuyor.Mevhum iktidarın şehvetine kapılıveriyor. Sarhoş oluyor.

İnsan hayal sayesinde geçmişe bakar. Vehim sayesinde geleceğe. Olmamış olanı görmek vehimledir. İnsan şayet sadece ruh-u hayvaniden ibaret olsa idi, onu anla sınırlandırmak ona kafi gelirdi. Ancak insanda meleki şeytani ve insani ruh kategorileri bulunur. Bu yüzden, siz ne yaparsanız yapın, geçmiş ve geleceği, hatta sayısız farazi geleceği, gözünüzün önünden yitiremezsiniz. Kendinizle savaşmayın. Zira insana “aslından çık” değil, “aslında kal” denilmiştir.İnsanın aslı ahsen-i takvimdir. İnsanın aslı İsimler’dir. İnsanın vazifesi olanı değiştirmek değil, olanı kabullenmek ve ona teslim ile uyum sağlamaktır. İslam da buna denir. Öyleyse ‘Ana kilitleneceğim’ diye de uğraşmayın, bu varlık mertebenizi düşürmek olacaktır. Bilakis Üstad’ın her seferinde ‘Kuran’ın nuruyla’ diyerek aydınlattığı gibi geçmişi ve geleceği vahyin nuru ile nurlandırıp, teslim alın. Bir zikirhaneye, bir saadet sarayına çevirin.Yahut zaten size verilmiş bu ülkelerin, geçmiş ve geleceğin güzel olduğunu o nurla görün, idrak edin. Bedenin dairesi olan andan çıkın, kalbin ve ruhun derece-i hayatına geçin. Genişleyin, bast edin. Bunun için Kuvve-i hayaliye de kuvve-i vahime de size lazım olacak. Sizi cüziyetten külliyete doğru genişletecek, yayacak…

Hem neden hayvanlar gibi anda var olmaya ötesini düşünmemeye gayret edelim ki? Geçmiş ve gelecek ülkeleri, insan onları anla birlikte idare edemeyecek olsa, insana verilmezdi, değil mi?

Geçmişe bakmak hayalledir, ve hüzün akıtır. Meleklerin alemi insanı mahzun eder. Şayet Nur-u Kuran’la bakılsa hüzün neşeye döner. Geleceğe bakmak kaygı verir, korkutur. Şeytanın başlıca işi insanı kaygılandırmak ve korkutmaktır. Vehim Kuran’la imtizaç etse, ona boyun eyse, o vakit gelecek umut verir. İnsan “La havfun aleyhim ve la hüm yahzenun”(Onlar için korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar)sırrına erer. Bu hayal ve vehim kuvvelerini, emanet aldığı yere teslim etme sonucu verilen bir ödüldür.*

İnsanda hiçbir latife yoktur ki, doğru kullanıldığında müthiş bir kuvvet olmasın. Kuvve-i vahime de öyledir. Vehim kötü bir şey değildir. Hep söylediğimiz gibi, bir şeyin iyi veya kötü olması onu mana-i harfi ile mi mana-i ismi ile mi kullanılmasına bağlıdır. Vehim de Rabbin emrinde kullanılabilir. Kullanılmalıdır. Madem ki verilmiştir, ne öldürülmeli, ne atıl bırakılmalı, ne göz ardı edilmeldir. Zaten bu beyhude bir çabadır, siz onunla ilgilenmeseniz de kuvve-i vahime sizi cebren kendisi ile ilgilendirir. Demek yapılması gereken, onu nasıl kullanacağınızı bilmektir. Kuvve-i vahime vahye tabi işletilmelidir. O zaman sizi yutacak bir canavar olmaz, üzerine binip yükseleceğiniz bir uçan halı olur.

Bir latifeyi öldürmek neden bir insanı öldürmekten farklı olsun ki? ‘Bir insanı öldürmek, alemi öldürmek gibidir’ ilkesi neden burada geçerli olmasın ki? İnsanın içi de bir alem, ve bir latifeyi öldürmek, o alemde dengeleri bozacak ve tümüne zarar verecek bir şer olur. Kuvve-i vahime yaşamalıdır, onu sakın öldürmeyin!

Hiçbir şey yoktur ki Onu hamd ile tesbih etmiyor olsun. Buna vehim de dahildir…

Allah güzeldir, güzeli sever. Zaten güzel olmayan hiçbir şey de yaratmamıştır. Onun tüm isimleri güzeldir, tüm isimlerin tüm tezahürleri de öyle. Çirkinlik görenler, göz ayarları ile oynasınlar…


Not: Bugün yaygın kullanımı ile vehim yanlış olarak vesvesenin yerine ikame edilmiş görünüyor. Oysa vehim başka, vesvese başka şeydir. Kelimeler daraltılıyor. Eskiden ince farkları ifade için dahi bir çok kelime kullanılırken, bugün bir sürü kelime eş anlamlı gibi kullanılıyor. Vesvese şeytandandır, ondan Allah'a sığınmak gerekir. Vehim ise insanın bir latifesidir, tıpkı nefis gibi, akıl gibi, şehvet ve gazap duyguları gibi hem müsbet hem menfi kullanılabilir bir mahiyettedir. Vehime vesvese namı vermek Allah'ın yarattığı ve insana armağan ettiği bir latifeye nankörlük etmektir. Nasıl ki Allah bedenimizde hiç bir uzvu lüzumsuz yaratmamıştır, manevi şahsiyetimizde de hiç bir latife lüzumsuz yahut şer değildir. HAŞA!

  17.04.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut