Bilim kutsal bir kadavradır!

TABİPLER ODASI’NIN düzenlediği ‘Ilımlı İslam ve Din’ konulu konferansta söylenenlere bakılırsa İslamofobik tıbbiyecilerin yolculuğu yaşanan hayata değil zaman tünelinde 19. yüzyıla doğru. Bize de ‘iyi yolculuklar’ dilemek düşüyor. Herkes aynı çağda, kendi çağını yaşar.

Türkiye, Şubat 2010’a Denizli’de Tabipler Odası’nın düzenlediği “Ilımlı İslam ve Din” konulu

konferansta söylenenler ve buna gösterilen tepkilerle girdi. “Vatan ve Cumhuriyeti Savunma” misyonunu yerine getirme azminden hiçbir şey yitirmemiş “Tıbbiye”, bu defa “halkın afyonu” dini masaya yatırıyor ve kısaca sözcüleri aracılığıyla şunları ileri sürüyordu:

1)Din bilimle çatışır ama İslam da bir din olmasına rağmen, tarihte İslam-bilim çatışmasını doğrulayacak örnekler yok. Bu büyük bir bilimsel muamma. Bilimin sadık işçilerinin bu konuda, “İrtica ile Mücadele Eylem Planı”nı Erzincan’da uygulamaya koyan asker-istihbarat-yargı elemanları tarafından, araştırma hipotezinin formülasyonu ile kullanılacak yöntemler konusunda acilen bilgilendirilmesi gerekiyor.

2) “Namazda gözü olmayanların ezan’da kulaklarının olduğu” iddiası tipik bir Cumhuriyet dönemi miti. Bu miti ateist beyinlerin sahiplenmesi paradoksal bir durum. “Domuz etini Müslümanların yemeyişi” Müslüman kökenli ateistleri neden rahatsız ediyor? Bence bu psikiyatrik tedavi gerektiren bir sapma.

3) Gecenin karanlığını aydınlatan yıldızları yok farz edip kendi ışıkçığıyla ortamı aydınlatmaya çalışan ateş böceği misali, okyanusu kendi su sızdıran testisinde taşıma iddiasında bulunan ve semavi kitapları kendi beynine sığdırmaya kalkan ve yirmibirinci yüzyılı “ateizm yüzyılı” olarak ilan edecek kadar kendinden geçen anlayış, ağır bir anakronizmayla malul.

Otoriter reçeteler

Aslında Cumhuriyet dönemi laikçi misyonerliğinin bu toplantı vesilesiyle tekrar edilen parametreleri, Runnymede Trust’ın 1997’de yayınlanan İslamofobiya Raporunda, İslamofobinin karakteristik unsurları arasında zikredilen hususlar. İfade hürriyetini sadece İslam’ın ve Müslüman pratiklerinin sorgulanması olarak algılayan tekçi düşüncenin tıbbiye yansımaları, bu gruba has düşünce ve davranış biçiminin tipik bir tezahürü:

Hasta olarak gördükleri toplum üzerinde tek taraflı olarak her türlü tasarruf hakkını kendinde görmek ve otoriter-reçeteci bir dille bunun “tedavisine” girişerek, bunu da “bilim”in otoritesine dayanarak yapmaya kalkmak. Bilim ve din arasındaki ilişkinin niteliği modern dönemin en önemli problemlerinden biri olagelmiştir. Bu ilişkinin bir çatışma mı, yoksa bir uyum ilişkisi mi olduğu sorusu kadar, bunun neden bu kadar önemsendiği de, üzerinde durulması gereken başka bir husustur. Bu yazıda, seküler kesimin önemli bir kısmında görülen bu İslamofobik yaklaşım biçimini, bilim ve din ilişkisini merkeze alarak tartışmak istiyorum.

Öncelikle, her iki soruyu ortaya çıkaran tarihi bağlama bakalım. Batı düşünce tarihinde en önemli kopmalardan birini, Eski Yunan’da varlık ve tekevvüne ilişkin her meseleyi insan-tanrıların tasarruflarıyla açıklayan ve “görünen dünyayı” görüntülerin düştüğü bir sahne olarak gören mitik düşüncenin yerini her şeyin sebep-sonuç ilişkilerinin ürünü olduğunu ileri süren “nedensellik” düşüncesine bırakması oluşturur.

İki anlama biçimi de kendisini mutlak bir çerçeve içinde ifade eder. Değişen sadece bu çerçevenin anlamlandırılma biçimidir.

Bilimin hakimiyeti

Milattan Sonra 5. yüzyıldan itibaren Hıristiyanlığın Roma’ya hakim olmaya başlamasıyla gelişen süreç, 11. yüzyılda teokrasinin kurumlaşmasıyla sonuçlanınca, bu yüzyıldan itibaren Aristocu düşünüşün Hıristiyan yorumu, varlık ve tekevvün konusundaki yeni mutlakçı çerçeve haline gelmiş, bilgiye erişimi tekelinde bulunduran ruhban sınıfı giderek farklı düşünce açıklamalarını “sapkınlık” olarak değerlendirmeye başlamıştır. 15. yüzyıldan itibaren feodalitenin çözülmeye başlaması, kentlerin ve burjuvazinin Kilise hegemonyasından özerk güçler olarak ortaya çıkışı ve tabiat bilimleriyle matematiğin dilinin birbirine çevrilmesi, yeni bir otorite kaynağının doğuşunun habercisiydi: bilim.

Felsefenin yerine din

Eflatun’a göre bilim, felsefi düşüncenin aşağısında kalan bir anlama biçimiydi. Gerçek bilgi mutlak olanın bilgisiydi ve bu bilgiye ancak felsefe yoluyla varılabilirdi. Hıristiyanlık felsefe yerine kendi din yorumunu ikame etti. Burjuvazinin Kilise ile yürüttüğü mücadelede bayraklaştırdığı anlam çerçevesi ise bilim oldu.

Aydınlanma ile doruğa çıkan bu mücadelede varılan noktada “yapılan” yeni bilimsel keşiflerle, Kilisenin dinselleştirdiği dünya merkezli evren modeli yıkılmış, giderek her şeyin sebep-sonuç ilişkileri içinde açıklanabileceği, “hür düşünce”yi keşfeden yeni insanın öncelikle vahye, bunun bir türevi olarak da Tanrı’ya ihtiyacının kalmadığı ileri sürülmüştür. Modern insan “birey”di, yani Tanrı’dan özerk olarak var olabilen, bunun yerine kendi “benliğini” ikame eden bir varlıktı. 19. yüzyıl, bilimlerin materyalist yorumunun yeni mutlakçı anlam çerçevesini oluşturduğu, Tanrı düşüncesinin

bilim-dışı ilan edildiği bir yüzyıl oldu. İnsanlık Tanrı’yı aşmış, tabiatın peçesini bilimle kaldırmış ve ona “hakim” olmuştu. Denizli’deki doktorlar da bunu söylüyordu.

Darwinist ideoloji

Rousseau’nun önemli katkı yaptığı romantik düşünce, bu kaba bilimciliğe bir karşı çıkışı temsil etti. Özellikle Rousseau, modern bilim ve sanatın insanı fakirleştirdiği, egemenlik ilişkisini derinleştirdiği ve onu mutsuz ettiği tezinde ısrarlıydı. Modern bilim, insanın tabiatla ve kendisiyle olan ilişki biçimini değiştirmiş, Tanrı’yı tarihin geçmişine hapsetmiş, ama ona mutluluk getirmemişti.

Öyle de olsa, modern bilimin mutlak materyalist çerçevesi, sosyal Darwinist yorumla tüm dünyadaki “okumuş sınıflarda” hakim inanç haline geldi. Öyle ki, Comte’un temsilciliğinde “insanlık dini” şeklinde bir külte bile dönüştü. Bu “imansız ve vicdansız” yüzyılın karanlığında yol almaya çalışan Osmanlı okumuş sınıfının el kitabı, “insan ne yiyorsa odur” diyen mekanik materyalist Feuerbach’ın Madde ve Kuvvet isimli kitabıydı. İkinci Abdulhamid’in açtığı Harbiye ve Tıbbiye mektepleri sosyal Darwinist bir kuşak yetiştirdi. Cumhuriyeti kuran kuşak bu okullarda okumuş bir kuşaktır.

Gürbüz Tüfekçi’nin Atatürk’ün Okuduğu Kitaplar çalışmasında bunun çok sayıda örneği görülebilir.

20. yüzyıl boyunca, din dışı/din karşıtı düşünce kendisini iki meşruiyet sütununa dayadı: bilim ve halk. Bu iki unsur da, burjuvazinin önce Kilise ile sonra da mutlakıyetçi krallarla giriştiği iktidar mücadelesinde kendisini yasladığı haklılaştırma zeminleriydi. Bugün gelinen noktada, semavi olana alternatif hale getirilmeye çalışılan “halk” kavramı bu niteliğinden uzaklaşmış, materyalizme dayanak yapılmaya çalışılan “bilim”in ise mutlaklığı sorgulandığı gibi, bir anlam çerçevesi olarak değeri de ciddi bir sorgulamanın konusu olmuştur. Modern bilim, hiçbir zaman bize bilginin kesin ve nihai formunu veremez; bu yüzden bilim son sözü hiç söylenmeyecek olan beşeri bir faaliyettir. Öyleyse, her hangi bir konuda “bilim bu konuda şunları söylüyor” cümlesi, “bugünkü bilim” olarak tashih edilmelidir. Burada ikinci bir tashihe daha ihtiyaç vardır.

Aklı üstün kılan ne?

Bilim, bilim insanlarının bir faaliyeti olduğu için, bu insanların hakim değerlerinden ve kullandıkları araştırma yöntem ve araçlarından kaçınılmaz olarak etkilenir. Diğer bilgi türleri gibi, bilimsel bilginin üretiminde de, insanın algılama ve anlama biçimi belirleyicidir. Yani herkes kendi aynasına yansıyanları görür; aklının büyüklüğünü semavi kitapların üzerine koyan beyefendi de böyle. Bu tutumunu Müslümanlara genellemedikçe ve onların kabullerini aşağılamadıkça bunda etik açıdan bir problem de yok. Önemsenmesi gereken husus, bu tür kişilerin, suçüstü yakalanan hırsız psikolojisi içinde, kendi dogmalarını “ötekileştirdiklerine” dayatma eğilimidir. Suçüstü görülen hırsız, kendisini kurtarmak için, ya kendisini görenlere çaldığından pay verir ya da onları ortadan kaldırmak ister. Bunun gibi, ateizmin tekil karakteri, ateist “bireyleri”, kendi dogmalarını bunu paylaşmayanlara dayatma meyline itebilmektedir.

Mürşidi ilim olan...

Peki, bilimsel düşünce kesin ve mutlak bir değere sahip değilse, bilimsel bilgiden “iyi-kötü, güzel-çirkin” gibi insan yaşayışı için vazgeçilmez olan moral değerlerin üretilmesi mümkün değilse, yani bilimsel bilginin nispi bir bilgi olduğu genel bir mütearife ise, “din bilimle çatışır mı?” sorusu nereden çıkmaktadır?

Aslında bu soru, artık eskimiş, çok da bugüne ait olmayan, ilk Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’in “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir. Bundan başka mürşit aramak gaflettir, dalalettir” şeklindeki sözlerinde ifadesini bulan, İslam’a karşı misyoner heyecanlar taşıyan, kaba pozitivizmin yel değirmenlerine karşı açtığı Donkişotvari savaş döneminin bakiyesidir. Evet din bilimle çatışabilir; çünkü din sorgulamaya ve akletmeye açık kesin doğruları temsil ettiğini söyler. Oysa bilim beşeri bir faaliyettir ve zati olarak belirsizlik ve nisbilikle maluldür. Bu yüzden bilim de dinle çatışabilir. Evrimci düşüncenin günümüz Batı bilim çevrelerinde genel kabul görmesi bunun açık bir örneğidir. Çünkü modern bilim, Allah’ın tasarrufunda bulunan bir evren anlayışından değil, her şeyin “tesadüfen” ama “düzen” içinde gerçekleştiği, “kör bir kuvvetin” egemenliğindeki bir evren anlayışından hareket eder. Hiç gündüz görmemiş bir gece adamının gördüğü ışığı, güneşle ilişkilendirmesi mümkün olabilir mi?

İman buhranı, bilim aşısı

Modern bilim eşyaya ve tekevvünata, Allah’ın var olmadığı bir kainatı veri alarak bakar. Kainatın ve insanın manasını kendinde içkin hale getirir. İnsanı, abesiyete müncer olan “evrim” seylinin zavallı bir seyircisi olarak tasvir eder. Kainattaki hiçbir şeyin kendisini aşan bir “anlamın” taşıyıcısı olduğunu kabul etmez. Kainatın insana müteveccihen yazılmış bir “kitap” olduğunu göremediği için de, hayretini nakşına yöneltir. Bir şiire nazar ettiğinde onun sadece kafiyesiyle ve biçim özellikleriyle ilgilenir. Bu şiirle anlatılmak istenenler onun ilgisinin dışındadır. Ölü Ozanlar Derneği isimli filmin giriş epizodunda, edebiyat dersinde şiiri matematiksel olarak inceleyen, cetvel ve gönye kullanan kaba pozitivist yaklaşımla alay edilmesi, bu zihin biçimine ironik bir hicviyedir.

Şükrü Hanioğlu, Abdullah Cevdet ve Dönemi isimli çalışmasında, bir göz doktoru olan ve hayatı İslam’ın öğretilerine karşı ideolojik mücadeleyle geçen Abdullah Cevdet’in Türkçeye aktardığı Reinhardt Dozy’nin İslam Tarihi isimli kitabını okuyan iki tıbbiyeli gencin, girdikleri “iman buhranı” sonrasında, kaldıkları otel odasında intihar ettiklerini kaydeder. Bu kitap, yeni bunalımları tetikler ümidiyle olsa gerek, yakınlarda yeniden yayınlandı. Yine de, tıbbiyeli İslamofobikler açısından, ne yazık ki durum pek iç açıcı değil. Bu kitaplar artık “iman buhranı”na yol açamıyor; bu da akıllara “bilim aşısı” etkisini yitirdi mi, sorusunu düşürüyor. İslamofobik tıbbiyecilerin yolculuğu yaşanan hayata değil, galiba zaman tünelinde 19. yüzyıla doğru gerçekleşiyor. Bize de “iyi yolculuklar” dilemek düşüyor. Herkes aynı çağda, kendi çağını yaşar.

Lütfen su dökmeyi unutmayın.


(Not: Ne Mutlu Türküm Diyebilene: Türk Ulusal Kimliğinin Etno-Seküler Sınırları ve İktidar Herşey Değildir isimli kitaplarıyla da tanıdığınız yazarımız Ahmet Yıldız’ın bu yazısı ilk olarak star gazetesinin 8 Mart tarihli “Açık Görüş” sayfasında yayınlanmıştır. Bilginize arzederiz.)

  24.03.2010

© 2021 karakalem.net, Ahmet Yıldız



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut