YOKLUKLAR KAMPINDAN NOTLAR

Nuriye Çakmak

BİLİNİRLİĞİ BİLİNMEZLİĞİNDEN az bir yolculuk için atıyorum bu adımı. Hava yağmurlu. Zaten öyle olmasa arka fonda büyük bir eksiklik olurdu.. Şimdi çok yakıştık birbirimize; Hoş geldiniz damlalar, Merhaba bulutlar. Üzüntülerime bin tane daha ekleyip, belirsizliğin insanlarının yanına gidiyorum çünkü şimdi ben. Kendim de türlü belirsizlikle yüklü şekilde. Yürüyorum..

Biraz umut biriktirmişliğim vardı bir köşede. Birkaç güzel yürek daha koyup üstüne, bir yere gitmek üzere, yola çıkıyorum.. Bu yerin, benim şehrimin bir kıyısında olması derinden sarsıyor beni, adı ise daha sarsıcı; Çeçen Mülteci Kampı.

Bu bir yalan aslında, çünkü onlar mülteci statüsünde sayılacak kadar şanslı olmadılar hiçbir zaman. Misafirdiler, ama ev sahipleri yoktu. Vatansızdılar, isimsizdiler, kafa kâğıtları yoktu, oturma izinleri yoktu. Koca bir yokluktular yani.. Yoktular..

Yıllar önce geldiğim gibi her şey, bu yokluk diyarında. Sadece hayallerimde kalsa karabasan misali, ne iyiydi. Ama gerçek. Ve tüm gerçekler gibi soğuk. Buraya her gelişimde, işte tam bu kapının eşiğinde, tarifsiz acılar kabarıyor içimde..

Neyse ki çocuklar var, neyse ki hala inadına top oynuyorlar. Yuvarlak dünyayı bir top gibi çeviriyorlar sanki. Hepimizin en büyük ve tek derdi dünya, onlar için nedir ki? Daha ne olsundu ki, dünyayı meşin yuvarlak gibi bellemeleri için, ne eksikti! Dünyanın görmedikleri yüzü mü kalmıştı, bilmedikleri derdi, geçmedikleri dar geçitleri..

İyi ki çocuklar var ve iyi ki hala oyun oynuyorlar, bir mülteci kampı girişinde de olsa, hala çocuklar. Bir de dikmeseler dünya güzeli gözlerini üzerime. Bir de bakmasalar umut tacirliği yapan yüreğime..

Bakışlar arasında ilerliyorum, bakışlarımı nereye saklasam bilemeden..

Acılı kadınlar giriş yapıyor alındığım odaya. “Hoş geldin” ziyaretine geliyorlar bana ve arkadaşıma. Böyle bir karşılama için mahcubiyetle karışık seviniyorum. Aslında asıl ev sahibi olan bizler size hiç de iyi “hoşgeldin”ler dilememiştik, demiyorum, diyemiyorum. Sessizce bir teşekkür dökülüyor dilimden. Çokça utanıyorum..

Kapalı bir toplum oldukları kanısı kol gezerken türlü yerde, yıllarca savaş görmüş geçirmiş olmaları soğuk gelirken birilerine, hele de “mülteci kampı” gibi bir ismi olduğundan bulundukları yerin, hiç sevimli gelmiyorlar birilerine. Oysa ne zaman gelsem, sanki gerçekten evlerine misafir olmuşum gibi karşılarlar beni. Bunlar acılı insanlar, bunlar sabırlı müslümanlar, bunlar evsiz, bunlar yurtsuz kalmış, bunlar çaresiz insanlar.. Ölümü beş paraya saymayanlarından..

Ama her şeye rağmen direnişlerini yitirmemiş, boş verip çökmemişler. O korkunç savaş hassasiyetlerini yitirmelerine yetmemiş, insanlıklarını. Çünkü onlar, dini hassasiyetlerini büyük bir özenle korumaya çalışırken bir yandan da düzenin ve disiplinin insanları olarak yetiştiler. Mesela daha ilk geldikleri zaman olduğu gibi bir kamp başkanları var. Başkanın her şeyden haberi, tam bir bilgisi var. Bir muhatabınız var. Her şeyi kayıt altında tutuyor, kendi aralarında dağıtım yapıyor, adil dağıtımlara büyük özen gösteriyorlar. Bir misafir ağırlama ve toplantı odası düşünmüşler hatta..

İşte o odadayım şimdi. Röportaj yapıyorum, sorular soruyorum. Yardım edebilmek amaçlı da olsa, iyi niyetli ve olabildiğince anlayışlı olma çabası içinde de olsa, kirli duvarlara çarpıyor cılız sorularım. Çünkü hiçbirinin cevabı basit değil, birçoğununki belli bile değil. Cevapsız sorular soruyorum. Fakat asıl soruları onlar bana gözleriyle soruyorlar, kayıtsız sorular..

Ben o soruların altında ezilirken, her cümle bir bomba gibi düşüyor bu soğuk ve isli odaya. Ama bir tanesi bambaşka. Her zaman kaçırdığı gözlerini şimdi bana dikiyor başkan, mesela senin dedelerin gibi yıllar önce Kafkasyanın çeşitli yerlerinden koparılıp da o acı sürgünle hayatları değişenler, bu ülkeye geldiklerinde nereye sığındılar sence. Burada Kafkasyalı bir halk mı vardı? Herkes onlara kucak açtı, hey gidi Osmanlı...

Peki ya biz, ne farkımız var. Aynı Rus'la savaşmadık mı, aynı akıbete uğramadık mı? Yıllar sonra sizin yürüdüğünüz yollardan geçtik de geldik. Sizlerse artık bu topraklarda kök salmış ve tam 8 milyon kişi olmuştunuz. Sizlere sığınan bizlerse sadece bin kişiydik. Ve siz bizi çoktan unutmuştunuz..

Ölüm, diyordu başkan, ölüm.. Ölüm gelir, bizi ve acılarımızı siler. Biz rahat edeceğimiz bir diyara gideriz, ama siz, sizler, biz muhacir değil miyiz? Ensarın vebali tutmaz mı müslümanları?

Doğru söylüyorsun sayın başkan, ancak bu doğruları taşıyacak bir ben yok artık, demek istiyorum. Boş verip yazmayı bırakmak istiyorum. Zira bu nice ağırlıktır ki, ne kağıt taşır, ne kalem.. Her şeyi bir kenara bırakıp da, hep cevapsız kalan gözlerini ve sözlerini hediye götürsem, saygı değmez önderlere? Dinlemezler biliyorum, karşında erimiş benliğim, gözlerine bakamayışımdan.. Sözler beynime ve yüreğime yığılıyor, ama tek seçeneğim var. Susuyorum.

Daha ne doğrular biliyorum ben başkan, sende biliyorsun, bilmek çözmek değil ya, taşın altı ne uzak diyar, kimse elini uzatmaz ya..!

Şimdi gitmem gerek, getirdiğimden çok bilinmezlik yüklenerek sırtıma, düşmeliyim dönüş yoluna.

Kalamam.

Bu vebali tek başıma taşıyamam. Duyururum kendimce, bir kez bile sizi görmeye gelmeyenlere. Yaşamayan bilmez, görmeyen anlamaz derim. Derim de, seni duymayan duyar mı beni? Şu çocukların gözlerini görmeyen göze, neyi göstereyim son model videolar, büyük puntolu yazılar, çarpıcı röportajlar ile?

Gözlerimiz çok güzel doluyor karşılıklı ve güzel susuyoruz birlikte. Kelimelerin bittiği yerde, ayrılıyorum sizden.

Çıkarken selam veriyorum yemek yapan kadınlara. Ağlayan bebeklere. Kampta da olsa devam edecek ya hayat.. Yarın hep aynı olsa da, hep kucak dolusu bilinmezlikle kapıyı çalsa da.. En azından bomba yağmıyor kafamızdan diyor, diğer kamptaki biri.

Doğru.

En azından bomba yağmıyor kafanızdan..

Almadığımız okullarımızdan çocuklarınıza karne vermesek de, en başarılı olan onlar olduğu halde. Sizi dilsiz bırakıp, yok farz etsek de, ayak altında fazla dolaşmayın diye sıkı sıkı tembih ederek.. Ve bolca vaatlerle gelip kapınıza, bir daha geri gelmesek de. Siz açken tok gecelesek de..

En azından bomba yağmıyor kafanızdan!

Şimdi gidiyorum. Bir dahaki gelişim neye rast gelir bilemem. Burada olur musunuz bir süre daha. Sizi neyin beklediğini bilmiyor bu kanunlar.. Her ayrılışım bir veda bu yüzden. Çocukların yüzüne bakamayışım, dönüşsüz yollardan göç eden hüzünden.

Orda olduğunuzu bilmenin ağırlığıyla yaşamaya devam etmeye gidiyorum. Çözümlerin zalimlerin satranç oyunlarına piyon olduğunu bilerek. Küçücük girişimlerim, umutlarım, bir zalimin şahında, mat oluyor belki şuan..

Elimi eteğimi çekiyorum dünyanın senaryolarından. Birkaç kare resim ve taşınmaz yüklerle, çekiliyorum dünyanızdan. Size yeni bir dünya bırakamadan...

Hoşça kal güzel gözlü çocuk, bir daha yolum düşer mi, bir daha görür müsün bu gölgeyi. Kaçıncı kişiyim acaba ben, bir kaçak gibi buradan geçen.. Gözlerinizin ağır ev sahipliği altında, garip misafir.. Hadi devam et sen baraka arası maçına. Küçük kızlar, devam edin anneniz çamaşır yıkarken bu ayazda, kardeşlerinize annelik yapmaya..

Sessizce ayrılırım yokluklar diyarından ve bir yok olurum anılarınızda.

İşte şimdi bir yok gibi gidiyorum ben de, sırtım size döndü, yüzüm şehre..

Bu yükü ne ben taşıyabilirim, ne de koca dünya. Tüm hesaplar gibi devrediyorum acizliğimin mührüyle Allaha.

Yol göründü, Hoşça kal ey unutulmuş Çeçenya.

  23.02.2010

© 2021 karakalem.net, Nuriye Çakmak



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut