Söyleşiler

Dünya Çeçen Gününde, Mülteci Kamplarında..

Yıl 1999'du. Ve İstanbul değişmez kaderine uygun şekilde yine büyük bir ev sahipliğine hazırlanıyordu. Sürgün kurbanlarına annelik yapacaktı yine herkesin hayalinde büyüttüğü şehrin bir dalı. Yani son zamanlarda sıkça görüldüğü üzre; bir yanı tepinirken, bir yanı yine içli içli ağlayacaktı..

İşte bu yıl, son derece lüks bir semtin içinde, paha biçilmez yelkenlilerin, yatların demirlediği marinanın köşesinde, ayakaltında dolaşmaması gereken yüzlerce insan, paslı bir kapıdan giriş yaptı. Son derece sessiz bir biçimde.. Bu geliş öylesine sessiz olacaktı ki, varlıklarından haberdar olmak meziyet olacaktı.
Zira durum son derece kritikti. Tarih boyunca bitmeyen Rus-Çeçen savaşının yüzyılımızın son demlerine uğrayan halinin akıbeti belirsizdi. Şehrimize sığınan bu insanların durumu ve geleceği gibi.

Yüzlerce insan çeşitli yerlere aceleyle yerleştirildi. Bu yerlerden biri Fenerbahçe’deydi. Devlete ait bir işletmenin çalışanları için sahilde oluşturulan barakalardan oluşuyordu bu yer. Bu mekânlar deniz keyfi sonrası dinlenmek veya kıyafet değişimini kolay kılmak için hazırlanmıştı. Kim bilebilirdi ki, burada yüzlerce kişi, yıllarca barınacaktı.

Savaşın durumuyla ilgili belirsizlik sürerken, daha çok bilinmezi sırtlanmış acılı insanlar gelmeye devam ediyordu. Ümraniye'de bir caminin alt katındaki odacıklara yerleştirilen başka aileler ve Beykoz'un içlerinde bir binaya alınan birkaç aile daha.

Onlara mülteci statüsü tanınmıyordu. Sosyal hakları yoktu. Nüfus cüzdanları, geçerli bir pasaportları da. Geri dönmeyi denemek, diğer ülkelere geçiş yapabilmek veya burada bilinmezi beklemek.. Hâlihazırda ölümden kaçıyor, ama bu durumda ölümlerden ölüm beğeniyorlardı.

Başlarda beklediklerini düşünüyorlardı, belki onları bekletenler de öyle sanıyordu. Ama sonra zaman düşünme sınırlarını çoktan aştı. Beklediklerini değil, yaşadıklarını anladılar. Yıllar bu derme çatma hayata tek bir şey katamadan geçti.

Biz de 23 Şubat Dünya Çeçen Günü anısına bir söyleşiyi paylaşmak istedik sizlerle. Bir bilgi ve ilgi katkısı. Geçen bunca yılın hatırası, bize emanet muhacirlerin hatırına..

8 milyon, bin kişiye sahip çıkamadı

Fenerbahçe'de bulunan Çeçen Mülteci kampına yaptığımız ziyaret sırasında kampın eski başkanlarından Sayid Ali Allatov ile görüştük. Büyük bir misafirperverlikle bizleri karşılayarak sorularımıza samimi bir şekilde mukabele eden Allatov, çarpıcı tespitlerde bulundu ve ilk ağızdan yaşadıkları zor günleri anlattı.

Ali bey ilk olarak “açıklamasını yapmakta en çok zorlandığı” konuyu şöyle özetliyor bize;

“Yıllar önce Kafkasya’nın türlü yerlerinden toplanıp sürgüne maruz kalan dedelerimiz sığındılar ilk olarak Türkiye'ye. Geldikleri bu topraklarda hatırı sayılır bir Kafkas halkı mevcudu yoktu, ama onlar dedelerimize sahip çıktı. Bakın bugün kaç milyon Çerkez var burada. Yıllar sonra aynı sürgüne biz maruz kaldık, sizin bunu çok iyi anlamanız lazım oysaki. Kafkasya’dakinden çok Çerkez Türkiye'de yaşıyor ve bize kimse sahip çıkmadı..

Çünkü yıllar önce Osmanlı ve Türk halkı Müslüman kardeşler olduğumuzun şuuruyla bize sahip çıkmıştı. Oysa şimdi herkes kabilecilik yapıyor. Ne İslam birliğinden söz etmek mümkün, ne milliyet birliğinden.. “

Kampın o zor şartlarına rağmen yeri geldiğinde sınıf, yeri geldiğinde toplantı odası, yeri geldiğinde başkanın odası ve yardımların lojistik merkezi pozisyonlarını üstlenen bu odayı ayırmaları ne kadar düzenli insanlar olduklarını düşündürüyor bize. Bu küçük ama işlevsel odada, çat pat türkçesiyle bize derdini anlatan bu adam, aslında çok tanıdık geliyor içimizde bir yerlere. Hem kendini ifade etme zorluğu çekiyor, hem saklayamadığı üzüntülerini tam olarak aktarmak, hem bizi incitmemek için çabalıyor. O nedenle şöyle devam ediyor:

“Biz aslında Türk devletine kızgın değiliz, bizi en çok inciten burada yaşayan Çerkezlerin bize sahip çıkmaması oldu. Bakın Türkiye'de Kafkasyalılar tarafından kurulmuş yüzlerce dernek ve vakıf var. Ancak gördüğünüz gibi yıllardır gerçek anlamda bize el uzatmadılar” diyor. Ve aslında istediklerinin yardım değil, çözüm olduğunu da sıkı sıkıya vurguluyor.

Biz muhariciz, siz ensar...

Aynı hassasiyetini koruma çabasıyla devam eden konuşmasını çok önemli bir örnekle sürdürürken, herkesin vicdanına sesleniyor bir yandan;

“Şartlar ne olursa olsun, biz de farkındayız bulunduğumuz durumun zor bir durum olduğunu. Sizden imkânsızı istemiyoruz. Ama unutmayın, bizler aç da kalabiliriz, hastalılıklar da yaşayabiliriz, kimliğimiz yok, vatanımız yok, fakat bir ölüm gelir bizim bütün dertlerimiz biter, ama hayat ölümle bitmiyor.. Bizler sizlere sığındık, biz muhaciriz, siz ensarsınız. Peygamberimiz ahirette sormaz mı sizlere, bu muhacirlere hakkını verdiniz mi diye??

Sosyal belirsizlik

Pasaportlarının süreleri dolduğu için kullanamadıklarını, vize problemleri olduğunu ve bu sebeple yabancılar şubesiyle sorunlar yaşadıklarını belirten Allatov, kendilerinin hazır yemeğe mahkûm edildiklerini çalışma izni olmadığı için çalışamadıklarını, çocukların yıllardır okulsuz kaldığını ve yıllardır bu durumda ilk kez bu yıl bir ilerleme olduğunu ve çocukların bu eğitim yılı itibariyle misafir öğrenci statüsünde okula başladıklarını belirtiyor. Ancak çocukların başarılı olmalarına rağmen karne alamama ve tam olarak eğitim görememe üzüntüsü yaşadıkları “not”unu düşerek..

Diğer mültecilerin bir kısmının Avrupa’ya geçtiklerini ve Avrupa ülkelerinin onları mülteci statüsünde sosyal sistemle desteklediklerini, kira yardımı, iş temini, dil eğitimi ve çocuklara eğitim hakkı verdiklerini açıklıyor bize. Tüm bunları bildiğimiz halde, konuşmanın bu yerinde daha bir eğiliyor başlarımız. Eğer Türkiye kendilerini mülteci bile kabul etmeyecekse üçüncü bir ülkeye gönderilmelerinin en doğru çözüm olduğunu söylerken, yetimlerine sahip çıkmamış bir babanın üzüntüyle karışık utancına benzer bir duyguya bürünüyoruz.

Türk halkına büyük sevgi beslediklerini ve yapılan iyilikleri asla unutmayacaklarını her fırsatta söyleyen Ali bey, sosyal sistem eksikliği sorunu ortadan kalkarsa Türkiye'de olmanın savaştan sonra başlarına gelen en iyi şey olacağını düşünüyor.

En kötüsü bu; belirsizlik...

Görüştüğümüz diğer mültecilerin büyük kısmı aynı görüşleri iletseler de, gözlemlediğimiz kadarıyla kamplarda büyük bir belirsizlik ve kararsızlık hakim. Sahipsiz kaldıklarını ve özellikle çocukların hazır yemeğe alıştıklarını ve asimile olduklarını söyleyen mülteciler, yardımların düzensiz olmasının en büyük sorun olduğunu söylüyor. Bir ay birkaç yerden yardım geliyor, sonra 6 ay kimse uğramıyor, diyen kamp sakinleri uzun yıllardır hiçbir gelişme olmamasından dolayı son derece umutsuz.

Ümraniye Halilürrahman cami altındaki kampta da durum farksız. Doğalgaz borçları olduğu için doğalgazlarının kesildiği söyleyen mülteciler çocuklarının sürekli hastalandığını ve doktora götürmenin son derece zor olduğunu anlatıyor.

Çözüm ve kararsızlık...

Bu görüşmelerimiz sırasında “Sizin için çözüm nedir” sorumuza çok çeşitli cevaplar alıyoruz. Ne olursa olsun Çeçenistan'a dönmek isteyenler devletten destek bekliyor. Eğer şartlar ayarlanır, gidişimiz sağlanırsa dönmek istiyoruz diyenlerin yanında, oradaki şartların buradan bile ağır olduğunu, Rusların onları orda asla rahat bırakmayacağını bildiklerinden dönmeyi düşünmeyenlerin sayısı da oldukça fazla. Türkiye’nin kendilerine sosyal bir sistemle kalıcı bir destek vermesini bekliyorlar. Diğer bir düşünce ise, üçüncü bir Avrupa ülkesine gönderilmeyi tercih edenler.

Yardım eli..

Ziyaretimizden ve ilgimizden son derece memnun olan Çeçen kardeşlerimiz umutsuz bir bekleyiş içinde. Bu zor şartlarda kendilerine kimlerin yardım ulaştırdığını sorduğumuzda benzer cevaplar alıyoruz. Savaşın ilk yıllarından beri İhh'nın en büyük destekçileri olduğunu belirten mülteciler, özellikle sağlık ve gıda yardımı konusunda çok yardım gördüklerini ilettiler. Deniz feneri gönüllüleri ve -onların tabiri ile- Müslüman halkın da desteklerini unutmayacaklarını belirtiyorlar.

Ancak hepimiz biliyoruz ki, bu yardımlar kaçınılmaz olsa da çözüm değil. Mülteci kardeşlerimizi en çok çaresiz bırakan durum “belirsizlik”. Yıllar böyle geçti, yıllarca elektriksiz, susuz oturduk, yardım gelmeyen günler oldu, aç kaldık ama en büyük korkumuz bir gün bizi bu kamplardan da atmaları diyorlar hatta. Bu yüzden de, kendilerine kulak veren birilerini bulmuşken sorunlarını anlatmak için bir fırsat yakaladıklarını düşündükleri halde, son derece çekingen konuşuyorlar, hassas durumları onları daha da hassas kılıyor. Bir yandan bunun daha ne kadar süreceğini soruyorlar büyük bir acı içinde, bir yandan büyük bir minnet ve teşekkür duyuyor ve kendilerini bekleyen geleceğin korkusunu da çok derin bir şekilde hissediyorlar.

Çok bilinmeyenli bir problem gibi dikiliyor yıllardır bu kamplar önümüzde. Şehrimizin bir köşesinde yaşama savaşı verirken birileri, şehre yüzümüzü dönüyoruz her defasında, kamplar sırtımızın hizasında kalıyor.. Karışık hesapların hep aynı çıktığı yer ise “acı” oluyor her zaman.

Kimse bizden hesap yapmamızı da beklemiyor aslında. Sadece biraz ensar şuuru, Müslüman hassasiyeti bekliyorlar.

Çok zor mu?

  23.02.2010

© 2021 karakalem.net



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut