UZAK ÜLKE

Zehra Sarı

Miami’ye geleli on gün oldu. Her tebdili mekân öncesi insan heyecanlanır ya; “yeni bir yer, yeni insanlar; onların yaşayış tarzı, kültürü, caddeleri, sokakları nasıl acaba; bana neler katacak, bedenim gezerken ruhum da bedenime eşlik edecek mi?” diye; benimde yaşadığım bundan farklı değildi.

“Bembeyaz kumsalları, tarihi mirası, tüm yıl boyunca içinizi ısıtan güneşi ile Florida eyaletinin en gözde şehirlerinden biri olma özelliğini taşır Miami. Şehrin her bir köşesi farklı zevklere hitap etmek için yaratılmış gibidir. Bu nedenle de "Farklılığın şehri" olarak adlandırılmıştı. Gündüzleri masmavi denizi ve tertemiz kumsalı, geceleri ise ışıl ışıl yanan neon ışıklarıyla Miami Beach geceleri, ünlü yıldızların yer aldığı mekanlarıyla önünüze serilir. Gelmeden yaptığım küçük araştırmada Miami hakkındaki öğrendiğim tanımlamalardı bunlar. “Sihirli Şehir” ya da “Farkılığın Şehri” olarak ifade ediliyordu burası. Ancak benim yaşadığım onların ifade ettiği bir farklılık değildi, ama burada okuduğum bir kitapla birlikte çok farklı duygular içine girdiğimi belirtmeliyim.

Yolculuk öncesiyle başlamak isterim aslında; yani uçakta beni şaşırtan ve bir o kadar da üzen bir hadiseyle. New York üzerinden gelen uçağımızda; 22-23 yaşlarında biri erkek, biri kız iki arkadaş, çapraz önümüzde oturuyorlardı. Gerek giyinişleri, gerek konuşmaları, gerekse kızın ve erkeğin dikkat çeken gülüşleriyle “farklı” olmaya çalıştıkları her hallerinden belliydi. Acaba neden bu farklılıklarını, insanın gözünün içine bu kadar sokmak istiyorlardı? Yoksa gizledikleri, göstermek istemedikleri ya da utandıkları bir şeyleri mi vardı? Uçağa bindikleri andan itibaren yüksek sesle konuştukları Fransızcalarıyla, ve giydikleri “absürd” kıyafetleriyle, Fransız olduklarını düşünmeniz normaldi; lakin yolculuğun sonunda bir telefon konuşmalarına tanık olup Türk olduklarını öğreniverdik. “Evet baba, tamam birazdan ineceğiz, şarap aldım merak etme”…Ön taraflarda oturan ve bu konuşmayı duyan yakın yaşlarda iki genç de baktı birbirlerine; adı Mehmet olan yanındakine “keşke bizde baştan beri birbirimizle İngilizce konuşsaydık da Türk olduğumuz anlaşılmasaydı” dedi. Ve bavul beklerken duyduğum son şeyde şu oldu: Uçakta bulunan ve renkli gözleriyle, ve sarı saçlarıyla Türk olduğu çok anlaşılmayan bir genç kız; bu iki gence selam verip konuşmaya başladığında; “Türk olduğumuzu nasıl anladın?” sorusuna, “unuttun mu uçakta bana sıranı verirken ‘siz geçin önce lütfen’ demiştin halis ve halis Türkçeyle”…Ve gülüşüp devam ettiler sohbeti ilerletmeye. Tüm bu bahsettiklerim okuduğum kitapla daha bir anlamlı gelmişti bana.

Şu ilk günlerde okuduğum kitabın tesiriyle de olsa hissettiğim, insanların onca kibarlığına, selamlarına, gülen yüzlerine rağmen buranın benim için “Uzak Ülke” olması.

Tarif edemediğim bir şey hissettim burada; herkes robotlaşmışçasına birbirine gülümsüyor, ‘merhaba’ diyor, ama sanki bunların içindeki mana uçmuş; sanki bu kelimelerinde ruhtan eser yok. Bundan mıdır bilmem, onların o yapmacık gülümsemeleri ve ezberden tekrar ettikleri selamları; sıcak iklimin bedenimi ısıtırken ruhumu üşütüyor.

Evet ve ben bu ortamda; Yenişafak’ta yazılarını elimden geldiğince takip etmeye çalıştığım Fatma K.Barbarasoğlu’nun Fatma Aliye: Uzak Ülke’sini okuyorum. Bitmesin diye dua ederek, yavaş yavaş okuyorum her sayfasını. Kimi yerde yazar gibi üzülerek ve kimi yerde de , ‘ya biz şu an ne haldeyiz, bizden sonraki nesillerin durumu ne olacak, biz neler yapmalıyız’ diye düşünerek.

Fatma Hanım; Fatma Aliye romanını yazarken, merhumun yattığı Feriköy Mezarlığına gidip adeta ondan izin istiyor “Sizi yazmam mümkün mü? Geçmiş hep bugünden yazılıyor, bugünden sizi yazmaya kalkarsam en ziyade sizi eksiltmekten korkarım” demek istiyor ama konuşamadığını söylüyor. Ben Fatma Hanımın bu konuşmayı dillen olmasa da, halen yaptığına inanıp; şu an onunla aynı hisleri paylaştığımı söylemek istiyorum. Neredeyse geldiğim günden beri her gün azar azar okuduğum bu kitap hakkında bir yazı yazmak benim çok fevkimde bir şey, bunu tastamam idrak etmiş bir haldeyim. Lakin bu kitaptan birilerine bahsetmezsem ve bu kitabın bu zamanda tefekkür edenlerce hala okunmamışsa, okunmasına vesile olmazsam da kitaba haksızlık yapacağımı düşündüğümden; kendi cümlelerimle değil belki, ama Fatma Hanımın kitabın içindeki bazı cümleleriyle size bu kitap hakkında bir fikir vermek istiyorum. İnşallah daha fazlasını kitabı alıp okuduğunuzda bulacaksınız; kimi yerde gözyaşlarınızı tutamayacağınıza; kimi yerde sinirden ne yapacağınızı şaşıracağınıza, kimi yerde de istihzalı gülüşlere şimdiden hazırlıklı olmanız gerektiğini söylemek isterim. Ve evet şunu da itiraf etmek isterim ki; bu kitabı okumaya başladığım günden beri; Fatma Aliye ile yatıp, Fatma Aliye ile kalkar oldum; kızı İsmet için üzüldüm, diğer kızları içinse sonrasında onların kızlarının da hallerini öğrendiğimde değişik duygular içine girdim. Bu kitap, okuyan her insanda kalıcı izler bırakacaktır, bundan eminim. Eşim de duyduğum, gördüğüm her olayın Fatma Aliye ile bir bağlantısını kurmama oldukça şaşırıyor. Kitaptaki gençlerden birinin ifadesiyle, ‘Fatma Aliye’de kaldım bugünlerde’ ya da o bende kalma lütfunda bulundu. Şimdi kitaptan alıntılar:

-Her insan bir ülkedir. Kendi ülkesinin sınırlarını muhatabı için belirginleştirmek, boynunun borcu idi bundan böyle.

-Ahmet Cevdet Paşa’nın büyük kızı olarak, beş yaşında Kuran’ı baştan sona okumuş biri olarak….Mecelle’nin yazarı Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı, ilk kadın romancılarımızdan Fatma Aliye…

-Hatice, Ayşe, İsmet, Nimet. Ardında kalan bir tek Nimet. Herkesin kederini kader niyetine üstünde taşıyan Nimet…İnsanın çocuğuyla imtihanı ne ağır. Hatice kafasının üstüne düşmüştü. Ayşe’nin hocası ile evlenmiş olmasını hala daha hazmedebilmiş değil.( Mason Locasına kayıtlı kocası) İnsan ders aldığı hocaya aşık olmaz. Hadi oldu, onunla evlenmeye kalkmaz. “Niye?” demişti Ayşe; “Halide Hanım da hocası ile evlendi.” Halide Hanım; ne zamandan beri olmazları olur yapan bir kudretin sahibi idi!( Halide Edip Üsküdar Amerikan Kız Kolejinden mezun oluyor, Salih Zeki ile evleniyor; kendisine matematik dersi veren hocasıyla. Ayşe Sıdıka’da onunla yaşıt; o da kendisine ders veren hocasına aşık oluyor. Fatma Aliye’nin karşı çıkmalarına aldırmayarak kaçıp evleniyor. Yıllar sonra Ayşe’nin kızı Hümeyra; evden değil, ülkesinden kaçıyor; Romen konsolosuyla… Kuzeni, Hümeyra için; “O onurlu bir koministti” diyor.) Nimet ile İsmet evde ders almayacak, kesin kararlı, onları okula yazdıracak. Nimet güzelliği ile herkesi cezp ettikçe, İsmet buzdan kuleler dikiyor etrafına. Nimet, bir yaş değil, sanki on yaş büyük gibi davranıyor İsmet’e. Dört kızının her biri kendi meşrebince çekmişti annesine karşı bayrağı. İsmet en bayrak çekmeyen olacak gibiydi oysa. Dame de Sion’un sörleri ne kadar memnundu ondan, ne çok seviyorlardı. Nimet’i ise şikayet ediyorlardı; “Bu kız çok asi” diyorlardı. “Örgülerimden tutup, ikonlarını zorla öptürmeye kalkıyorlar. Bir daha o okula gitmem. O suratsız rahibeleri bir daha asla görmeyeceğim” diyordu Nimet. Nimet’i, Robert Koleji’ne almıştı; keşke İsmet’i de almış olsaydı. Nimet; “Bir Katolik kız var, İsmet’le içtikleri su ayrı gitmiyor” demişti.

-İsmet’in hasreti hiçbir hasrete benzemeyecekmiş ha! İsmet’in en ziyade zarar verdiği Nimetti.”Kardeşi evden kaçan kız” diye göstermişler Boğaz vapurunda. Nimet’in günahı ne! Fransa’da İsmet’i bulmak, gayya kuyusunda iğne bulmak gibi. İki dedektif tutmuştu; para verdiği ile kaldı. Bir defa karşılaşmak isiyor İsmet ile; sadece bir defa. Neden demek istiyor. Başka bir dinin mümini olarak durduğun yeri terk edip, en son dini terk edip de, hurafelerle mağlup Katolik inancına teslim ettin kendini?

-Nimet: “İsmet; annemin kanatlarını kırdın, Ne Ahmet Cevdet Paşa aleyhine söylenen sözler, ne teyzemin fevrilikleri. Annemin kanatlarını sen kırdın İsmet!” Babası Faik Paşa; ölürken “İsmet gelecek değil mi?” demişti. Annesinin İsmet’e mektup yazdığını “pederin hasta” diye yazdığını biliyordu; İsmet’in gelmeyeceğini de. İsmet gelmemişti. Faik Bey, Tevfik Fikret Bey’e ne kadar üzülürdü; “İyi ki bu yük ile çok yaşamadı” derdi. İsmet’i bilmedi Faik Bey. İsmet’in tanassur etmiş olduğu söylentilerin saklamak ne kadar zordu. Saklamıştı. Saklamış mıydı? Belki de, ikisi de, birbirinin karşısında dağılmamak için hiç böyle bir şey yok gibi davranmıştı.

-Nimet demişti İsmet; “Sör Marie, annemin bütün iyi kahramanlarının sarışın ve mavi gözlü olduğunu söyledi; iyiler hiç esmer olmazmış, esmerler iyi olmazmış, biz esmeriz lakin. Annem de sarışın ve mavi gözlüydü, ben esmerim Nimet, görmüyor musun!”. “Biliyor musun anne, İsmet’i en çok üzen, bütün iyi karakterlerinizin sarışın ve mavi gözlü olmasıydı” Söyleyebilir mi?

-Fatma Aliye’nin doğduğu saatlerde Nicholas ile Emili’nin bir kızları oldu. Amcası, Osmanlı topraklarında açılacak olan 50.okul için bağış toplamaya gelmişti; yeğenini Tanrıya adadığını söyledi.” Maria bebek, Senin bana gönderdiğin mesaj, kalbime yazdım bu mesajı, Marie kulun Senin adını İstanbul’a yazacak” dedi. Kızın annesi; “Neden İstanbul’da Katolik okullar açmak bu kadar önemli?” dedi. Amca; “Çünkü oradakilere Fransızca öğreteceğiz; dünyada ne kadar çok kişi Fransızca konuşursa, o kadar çok Fransız gibi yaşayıp düşünen olur. Ne kadar çok Fransız gibi yaşayan olursa, o kadar Fransız malları satılır. Bu, bütün Fransızların zengin olması demektir”.

-Fatih Kerimi; “Halide Edip, ne kadar edibe, ne kadar muharrire, ne kadar başka, ne kadar her şey idi. Avrupai Kıyafet içinde. Saçları topuz. Teklifsiz konuşuyor, rahatça gülüp söylüyordu.” Dün ziyaret ettikleri Şair Nigar Hanım. Ondan geriye bir şaşkınlık kalmıştı. Onun şiirlerini okurken hazin, müteessir, ağırbaşlı, az konuşan bir hanım hayali eşlik ederdi ama hayır naif bir kadın beklerken uzun boylu, şişman, şen şakrak, kendinden emin bir kadını piyano çalarken bulmuşu Fatih Kerimi. Avrupai usulle, tamamiyle alafranga giyinmiş, saçlarını zarif buklelerle ortada bırakmış Nigar Hanım. Ve Fatma Aliye. Kısa boylu, beyaz çehreli, zayıfça bir kadın. Mavi gözleri ışıl ışıl. Avrupai tarzda uzun siyah bir elbise ve kısa ceket ile. Başında beyaz bir başörtü: “Sizleri merhum Mithat Efendi vasıtasıyla önceden tanıyordum. Sizleri kendime manevi kardeş kabul ediyorum. Bu yüzden kabul ettim, yoksa ben yabancı erkeklerle görüşmem ve erkek gazete muhabirlerini huzuruma kabul etmem’”. İşte beni korkutan bu olmalı, diye düşünüyor Fatih Kerimi. Fatma Aliye mesafe demek, uzak bir mesafe. Sınırlarını nasıl da çiziverdi; “yabancı erkeklerle görüşmem!”Batılı kadın gazetecilerin bile görüşme taleplerini kabul etmemiş.(Halide Edip, Fatma Aliye’nin ikinci kızı Ayşe ile akran. O da hocası ile evlenmiş.)

-Namık Kemal’in torunu Selma Ekrem; “Özgürce şapka giymek için Amerikaya iltica etti.” Selma Ekrem’in doğum tarihi 1902. Fatma Aliye’nin kızı İsmet Faik’in doğum tarihi 1901. Selma Amerikan Kolejine gidiyor; İsmet Dame de Sion’a. Selma 1923 yılında bir gemiye binerek Amerika’ya varıyor. Yaşadıklarını “Peçeye isyan” diye yayınlıyor 1930 yılında. İsmet Faik 1926 yılında evden kaçıyor. Ondan geriye annesine yazdığı birkaç mektp kalıyor: “Hür yaşamak için gidiyorum.” Kızlar gidiyordu, her sülaleden bir kız. Fatma Aliye’nin küçük kızı İsmet, belki de en çok Selma’nın ayak izlerine bastı. Namık Kemal’in torununun ayak izinde; Ahmet Cevdet Paşa’nın torununun ayak izi!!

-Neden Fatma Aliye, kızlarını Dame de Sion’a vermişti ki! Ahmet Cevdet Paşa misyoner okullarının tehlikesine işaret etmemiş miydi! “Kimlikler okullarda kazanılıp, okullarda kaybediliyor.”

-Tarihçi Cevdet Paşa’nın en büyük kızı Fatma Aliye 72 yıllık hayatında yüksek kültürü ve yabana atılmayacak kıymetteki eserleriyle Türk kadınlığına hizmet etmişti. Çok esaslı bir tahsil görmüş ve öğrendiği şeyleri hazmetmişti. Mükemmel Arabi, Farisi, Fransızca bilirdi. Fatma Aliye’nin bütün meselesi; Osmanlı kadınının, Batılı kadından geri olmadığını ispat etmekti. Ahmet Mithat Efendi Fatma Aliye’yi “manevi kızı” ilan etmişti. Fatma Aliye’nin cenazesine on beş ya da yirmi kişi gelmişti. Garip; Ahmet Mithat Efendi de böyle üç beş kişi ile yerine yerleştirilmemiş miydi?!

Benim sizler için kitaptan alıntıladığım kısımları burada kesip; geri kalan kısmını, daha doğru bir ifadeyle hikâyenin bütününü okumanız için sözü Fatma Hanım’ın o çok etkileyici anlatımına bırakıyorum. Göreceksiniz ki kitapta hiçbir söz boşa yazılmamış, ya da kitaba renk katmak için yazılmamış; çat kapı gelen arkadaş Belma’nın; Almanya’nın yazarlıktan geçimini sağlayan ilk kadın yazarı olan Johanna Schopenhauer ile ilk Osmanlı kadın romancısı olan Fatma Aliye’nin hikayesinin; minibüs de yaşananların; gidilen konferansların ve Üsküdar Kültür Merkezindeki Kimlik ve Edebiyat Seminerlerinin hepsi; iç içe; bir bütünlük arz ediyor kitapta. Hepsi Fatma Aliye’yi ve bizi anlamayı sağlıyor.

Not: Kitabı okuduktan sonra ya da bu bahsettiğim kadarını okuduğunuzda; uçaktaki o gençlerden niçin bahsettiğimi de anlayacaksınız..

-“Geçmişte bugünü mü arıyoruz?”

  06.03.2010

© 2021 karakalem.net, Zehra Sarı



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut