Arşiv

Albay!..

KİRACILIKTAN YENİ KURTULDUĞUMUZ günlerdi. Ummadığımız bir anda, ummadığımız bir şekilde ev sahibi yapmıştı Rabbimiz bizi. Yeni semtimize henüz yeni taşınmıştık. Semtin pazarı konumundaki ana caddeden birşeyler almış, eve dönüyordum. Biraz da bir yerlere dalmış olmalıyım ki, keskin bir düdük sesiyle irkildim. Ses arkamdan geliyordu. Bir kaza filan sözkonusu değildi, yangın da yoktu. Üstüne bol gelen yıpranmış bir ceket giyen, soluk benizli, saçı-sakalı dağınık, elli yaşlarında bir adam, elinde düdük, duruyordu. Yolun ortasında, gelene geçene "Durun!" diye bağırıyordu. "Kenarda durun. Albay geçiyor."

Gözlerim albayı aradı. Bulamadı.

Az sonra, aynı adam düdüğü ağzına aldı, bir kez daha öttürdü. Ardından, dizini hiç kırmaksızın, ‘tören yürüyüşü’ne başladı. Sağ eli şakağındaydı. Selam vaziyetini bürünmüş parmaklarıyla halkı, yani bizi selamlıyordu. Gülüşenler, konuşanlar, laf atanlar, sataşanlar vardı. Ama o ciddiydi, vakarlıydı, saygıda kusur edenleri sert bir dille uyarıyordu: "Susun! Albay geçiyor."

‘Albay’ oydu.

Bu ‘albay’lık merakı acı olması muhtemel hangi hatıradan miras kalmıştı? Albaylığa çok meraklıydı da, harp okulundan mı atılmıştı, babası albay mıydı, askerde albayından hiç hazmedemediği bir muamele mi görmüştü yoksa; bilemezdim. Ama onun şu an albaylığından emin olduğu apaçık ortadaydı.

Semtimizin ‘albay’ı geçiyor, az ötemdeki iki polis onu gülüşerek izliyordu:

óBizim Selahattin değil mi bu?

óEvet, albay!

óAlbayım n’aber?

óSusun, ciddi olun! Albay geçiyor.

Adı Selahattin olan o zavallı insanın hali insanlara gülünç geliyordu. Çünkü, albay değildi. Allah’ın, verdiği akıl emanetini bir hikmete binaen geri aldığı insanlardan biriydi. Açıkçası, deliydi. Kendini albay sanıyordu. Kendisinin zannettiği bir makamı, bir rütbesi vardı; oysa gerçekte böylesi bir makamı yoktu. Herşeyi bir zandan ibaretti.

Yan sokağa saptığımda, apartmanın merdivenlerini adımladığımda, evin kapısını açtığımda, çalıştığım masaya oturup pencereden dışarıyı seyre daldığımda.. aklım ve kalbim hep bu tablonun izleriyle doluydu. Tablo bana eğlence değil, hüzün yüklemişti.

Albay geçiyor; insanlar gülüp geçiyordu.

Herkes gülüp geçiyordu. Çünkü, Selahattin aslında albay değildi ki. Sadece kendisi öyle sanıyordu.

Demek, sahibi olunmayan bir şeye sahiplik iddiasında bulunmak, kendini gerçekten ona sahip zannetmek, insana gülünç geliyordu. Ama bu gülüp geçme tavrında samimi ve tutarlı isek, galiba gülünecek biricik insan değildi Selahattin. Sözgelimi, Selahattin gibi kendini albay zannedenlerin değil, gerçekten albay olanların hangi özelliği gerçekten onlarındı? Boy mu? Boyunu belirlemek hangi insanın elindeydi? Güç mü? İnsan gücünün asıl sahibi olsa, o güç gün be gün elinden yitip gider miydi? Hâfıza? Niye albaylar değil, mareşaller bile yaşlandıkça hâfıza kaybına uğruyordu? Hayır, albay rütbesini gerçekten taşıyan hiç kimse, gerçekten kendisinin olan özelliklerden dolayı bu rütbeyi taşıyor değildi. Boy olsun, güç olsun, hâfıza veya başka birşey olsun, sahiplendiği hiçbir şey gerçekten onun değildi. Gerçek sahibi benim diyorsa, bu yalnız bir zandan ibaretti.

Albay olmayanlar için de aynısı geçerliydi. En başta kendim, neyimi sahiplenebilirdim ki? Beni bırakan gençliğimi mi, gün be gün eksilen gücümü, istemesem de pörsüyen bedenimi, gitgide ezberi zayıflayan hafızamı, gün geçtikçe donuklaşan dimağımı.. hangisini ve başka hangi şeyi sahiplenmeliydim? Gençliğim gerçekten benim olsa, istemeye istemeye geçip gider miydi? Gücüm kuvvetim kendi malım olsa, eksilmesine izin verir miydim? Hâfızam benim ise, hep güçlü olsun dediği halde, niye zayıflıyordu artık?

Ama tüm bunlar hâfızam, gayretim, dimağım, muhakemem üzerine binbir kez ve binbir türlü böbürlenmeme engel olmuyordu.

Ve herkes, günün her saatinde, kendisinin olmayan, yalnızca kendisine verilmiş onca özelliği sahiplenme gayretiyle meşguldü. Her birimiz, zannımızı gerçek sanıyorduk.

O yüzden, Selahattin aslında pek yalnız da sayılmaz. Hepimiz, verileni sahiplendiğimiz, kendimizi olmadığımız o Mâlik-i Hakikî makamında zannettiğimiz sürece, güldüğümüz hal içinde yaşıyoruz.

Bir tek düdüğümüz eksik.

  27.12.2003

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut