ÖNCE BEBEKLİĞİMİ YAŞADIM. Ağlayıp güldüm. Sevindim, üzüldüm. Büyüdüm.
Ama o sıralar ne gülmelerim bencileyin idi; ne de hüzünlerim. Ne ‘ben’in farkındaydım; ne de ‘başkaları’nın. Hayatımda ağlama vardı, gülme vardı, sevinç vardı, tat vardı; ama her bir şey belli belirsizdi, her birini belli belirsiz görüyordum. Kendim ve dünyam. Hiçbir şeyi hiçbir şeyden ayırmıyordum. Benim için hepsi birdi. ‘Ben’ bile, ayrıca yoktu.
Sonra, yavaş yavaş, herşeyi birbirinden ayırmaya başladım. Önce annemi tanıdım. Sonra babamı. Sonra ablamı. Biz, diğer insanlardan ayrı bir aileydik.
Sonra ninemi, dedemi, teyzelerimi, amcamı farkettim. Diğer insanlardan ayrı bir sülâleydik de.
Sonra yaşadığımız şehrin farkına vardım. Bir de ‘bizim mahalle’si vardı. Yaşadığım ilçe, ilin ‘bizim ilçe’siydi. Öylece gelişti ‘ben’im. "Sen kimsin?" deseler, vereceğim cevabı gayet iyi biliyordum:
"Ben, bizim gezegenin bizim kıt’asında, bizim ülkenin bizim bölgedeki bizim iline bağlı bizim ilçenin bizim mahallesinde, bizim evde oturan benim işte."
Beni, başka kimi insanlar ve kimi şeyler ile bağlayan böylesi bir ‘biz’ bağım vardı. Ama, yine ben, başka herkesten farklıydım da. Şöyle şöyle biriydim ben. Şu benimdi. Şunu ben yapmıştım. Ben şöyle düşünürdüm. Ben hep şöyle ederdim. Elbette ben biliyordumÖ
Bir ‘ben’ vardı bende, kısacası. Vardı da, neden vardı?
İşte bunu neden sonra öğrendim. Meğer ki, o ‘ben,’ bana emaneten verilmiş. Onun ile beni ve herşeyi Yaratanı tanıyayım diye verilmiş. Benim, "Şu evin sahibi benim" deyişimin ardından, "Öyleyse, şu dünya evinin de bir Sahibi var olmalı" demem; sonra da, "Benim evim de, dünyanın içinde. Öyleyse, benim evimin gerçek sahibi de O" demem gerekiyormuş. Bunun gibi, kendimde vehmettiğim terbiye ve idare kabiliyeti ile, Yaratıcımın beni de kavrayan terbiyesini, rububiyetini anlamalıymışım. Kendimde gördüğüm malikiyeti, yani görünürde birşeylerin sahibi oluşumu, Yaratıcımın hakikî malikiyetini anlama vesilesi yapmalıymışım. Kendime ait zannettiğim bilgim ve hünerim ile, Yaratıcımın ilmini ve sanatını anlamalıymışımÖ
O ‘ben,’ bunun için bana verilmiş. Bunun için; yani, mânâsı kendinden olmayan, başkasının mânâsını gösteren bir ölçücük olarak. Sıcaklığı ölçen, ama sıcaklığın kaynağı olmayan termometre gibi. Basıncın kaynağı olmayan, ama basıncı gösteren barometre gibi.
Ama ben ‘ben’imi öyle kullanmamışım. Üstümde sıcaklığın derecesini görmüş; sonra da o sıcaklığı verenin ben olduğumu sanmışım. Basınç miktarını okumuş; kendimi basıncın sahibi zannetmişim. Bende görünen ilmi sahiplenmişim. "Bak, meselâ onu kendi bilgimle yaptım" deyip durmuşum. Bana verilen gücü kendimin kabul etmiş; "Onu yapan benim" demişim. Bana verileni kendime mal edip, "Onun sahibi benim" diye diretmişim.
Böylece, bana bilgi, hikmet, güç, sanat, irade, her ne verilmişse, hepsini kendime almışım. Ondan Yaratanımı tanımaya geçeceğim yerde, herşeyi adım adım kendime mal etmişim. Kendi ‘ben’liğimi, Yaratanımı tanımaya perde etmişim. Önce bildiğimi; sonra yaptığımı; sonra yediğimi, içtiğimi, düşündüğümü, sevdiğimi, duyduğumuÖ hep kendime mal etmişim.
O ‘ben,’ gerçekte bir ölçücük olduğu halde, ben mahiyetini bilemediğim için, giderek serpilmiş, genişlemiş. Gittikçe kalınlaşmış. Bir kanser tümörü gibi, bedenimin her tarafına yayılmış. Koca bir ejderha gibi, beni tamamen yutmuş. Bütün o insan, bütün kabiliyetlerim ile, âdeta ‘ben’ olmuşum. Öylece, gerçekte bir hiç hükmünde olduğum halde, gördüğüm, duyduğum, düşündüğüm, hissettiğim, yaşadığım herşeyi yutmuş. Hepsini karanlığa atmışım. Tıpkı küçücük bir karadeliğin yaptığı gibi...
‘Ben’imin yaptığı, bu kadarla da kalmamış. Kendisine ortaklar aramış. Aynı milletten olduğum insanları da yanına almış, daha da sonra ‘biz insanlar’ diye tutturmuş. ‘Biz’ ile gelişen bu ‘nev’in enaniyeti’ ise, bir asabiyet-i nev’iye ve milliye cihetiyle, kendi enaniyetime kuvvet vermiş. Yani ‘ben’ diye başlamış; ardından ‘biz insanlar,’ ‘biz Türkler’ diye, başka mahlukları ve başka insanları ayırır olmuşuz.
Sonuçta, bu ayırıma dayanarak Allah’ın emirlerine bile isyan ve itiraz etmeye başlamış ‘ben’liğim. Sonra herkesi, hatta herşeyi kendime kıyas edip, Allah’ın mülkünü onlara ve sebeplere taksim etmiş. "Şuraya kadar benim" demiş. "Şuraya kadar Hasan’ın, şuraya kadar Mehmed’in." Yahut, "Şu meyveleri ben yetiştirdim" dedirtmiş bana. "Ama yüzde şu kadar ağacın, şu kadar suyun, şu kadar hayvanın katkısı var." Veyahut, "Şu kadarı benim milletimin" diye başlatmış söze. "Şu kadarı şunların. Şu kadarı öbürkülerin."
O düşünce içinde, Yaratıcımın sıfatlarına da müdahale etmiş. İşine gelmeyenleri, nefsimin hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr etmiş; ya da saptırmış.
Yani, önce beni yutmuş ‘ben’im. O yüzden, kendi sıfırlığımı unutturup, insanlığın esasında gizli acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, noksan ve kusur kapılarını kapayıp, ubudiyet yolunu örtmüş. Tabiata saplanmama çalışmış, gizli açık şirklere bulaştırmış. Ama neye bulaşırsam bulaşayım; hangi kapıyı kaparsam kapayayım, acze düştüğüm, yüce bir kudrete açıkça muhtaç kaldığım anlar olmuş. Ne ki, o ‘ben’ hali içinde, "Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur" demiş biri. ‘Ben’liğim de, hemencecik ‘he’ deyivermiş. Sormamış: Beni ben edip yaratan kim? Damarlarımı var eden kim? Kanımı; alyuvarları, akyuvarıÖ ile kanımı var eden kim? Ben mi? Ben değilsem, nasıl benim olmayan ben, benim olmayan damarlardaki, sahibi ben olmadığım kana güvenip, hepsini bana Verene sırtımı dönerim? Nasıl, "Sana muhtaç değilim" böbürlenmesiyle ilâhlık taslarım?
Bunu hiç sormadan, kendisine güvenmiş. Benim gücüm sonsuz sanmış. Çünkü, "damarlarımda asil kan var." "Attila, nasıl da dize getirdi dünyayı?" Gücümün sonsuzluğu masalının iyice sırıttığı yerde ise, başka başka şeylere ilâhlık, malikiyet, rububiyet verdirmiş. Devlet kasasından yüz milyon çalan adam, nasıl bütün oradaki arkadaşlarının birer milyon almasını kolayca hazmederse, ‘ben’ime de aynısı olmuş. Onun gibi, Allah’ın verdiğini sahiplenen ‘ben,’ başkaları için de "Herşey kendisine maliktir" diye inanmış. O iddia içinde, herşeyi yaratan Rabbimi unutmuş; mevhum bir tabiata tanrılık isnad etmiş, Rabbimin eserlerini sebeplere vermiş; o Yaratıcının malını bâtıl mabud olan tağutlara dağıtmış.
Ama ne ‘damarlarımdaki asil kan’ beni âcizlikten kurtarmış; ne de ‘ben’imin bel bağladığı bâtıl mabudlar. ‘Ben’im beni istediği kadar ‘küçük dağların sahibi’ zannetsin; duygularım sonsuz kudret, ilim, hikmet, rahmet sahibi Birine ihtiyacımı haykırmışlar. Ne benim, ne de benim gibilerin O olmadığını da...
Ne var ki, benliğim kapamış kulağını. Gözlerini yummuş. Diretmiş. Kendisine düşman gördüğü sayısız mevcuda karşı direnmek ve nihayetsiz ihtiyaçlarımı karşılamak için beni tek başıma uğraşıp didinmeye mecbur etmiş. Zerre gibi bir güç, ince tel gibi bir irade, kaybolur parıltı gibi bir şuur, çabuk söner ışık gibi bir hayat, çabuk geçer dakika gibi bir ömür ile, o hadsiz düşmanlara, o sınırsız ihtiyaçlara karşı dayanmaya mecbur olmuşum. Halbuki, iktidarım, iradem, şuurum, ömrüm, milyonlarca isteğimden birine bile kâfi gelmiyormuş. O’nun izni olmasa, istesem de, kaşımı dahi oynatamazmışım.
O yüzden, ‘çelişkinin insanı’ demişler bana. Hem sonsuz âcizliğim ile sonsuz istek ve arzularım arasında çelişmişim; hem de ‘ben’im beni ‘küçük dağların sahibi’ zannettiği halde, "Daha büyük dağların sahibiyim" diyenler karşısında. Her iki çelişkiyi de örtbas etmenin yollarını aramış ‘ben’im. Meselâ, kendi ilâhlık adacığına, kendi malikiyet adacığına başka adaları eklemiş. ‘Benim sülâlem’ diye böbürlendirmiş beni. Ardından, "Ooo, bizim şehir var ya!" diye ekletmiş. Sonra ‘benim memleketim’ gelmiş. Sıraya ‘benim milliyetim’ girmiş. Bu da yetmez görününce, ‘bizim tarihimiz’e uzanmış. ‘Benim kıt’am’a gelmiş sıra. O da yetmeyince, ‘biz insanlar’tan söz eder olmuş. O da yetmemiş, yıldızları sahiplenmiş. "Yıldızlardan yapılmış bir milletiz" gibi marşlar tutturmuş. Irkıma güvendirip, Ay’a kafa tutturmuş. On tane, yirmi tane, elli tane yıldızı bayrağa serpip, kendini hayalî bir sonsuz güce verdiğini sanmış.
‘Ben’im yıldızları bile sahiplenmiş de; beni, ailemi, sair insanları, dünyayı, yıldızları kısacası herşeyi Yaratana teslim olmayı hep redddetmiş. Sonsuz genişlikte bir kâinatın içinde, mini minnacık bir mavi-beyaz kürenin küçücük bir ovasında doğan ben, başlamışım dünyayı, hatta yıldızları parçalamaya. "Şurası benim. Şurası da. Şu yıldız daÖ" Aslında, hepsi benim olsun istiyormuş ‘ben’im. Dünyaya hakim, yıldızlara hakim, kâinata hakim olmak istiyormuş.
Ama, görünüşe bakılırsa, şu ‘ben,’ öyle bencil biri de sayılmaz. Sayılmamalı. Bu ‘ben,’ kendisinden başka herkesi düşünen, herkesin derdi uğruna kendi derdini unutan biri çünkü. ‘Benim aile’ diyor. ‘Benim takım’ diyor. Bana ‘benim işim,’ ‘benim görevim,’ ‘benim şehrim,’ ‘benim milletim’ gibi sözler söyletiyor. Her biri için çalışmamı sağlıyor. "Bir Türk dünyaya bedeldir" diyor; ama "Ben dünyaya bedelim" diye iddia etmiyor. Kendisini değil, başkalarını düşünüyor. Onların hakkını koruyor. Onlar için çabalıyor. Meselâ, geceyarılarına kadar işyerinde kalmamı sağlıyorsa, bu, ‘ben’im için değil; firmam için, daha da ötesi, milletim için. Milliyetim dairesine giren milyonlar için. "Millet kalkınsın." Kendimi değil, aynı milliyetten olduğum milyonları düşünüyor bu ‘ben.’ Görünüşe bakılırsa, durum bu.
Ama Said Nursî’nin "Onikinci Söz"üne bakılırsa, kazın ayağı başka türlü. ‘Ben’i Kur’ân’a karşı felsefenin halis bir öğrencisi olarak anlatırken, "gaye-i himmeti, menfaat-i şahsiyesini, bazı menfaat-i kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır" diyor S. Nursî. ‘Hodgâm,’ yani sadece kendisini düşünen. ‘Dessas,’ yani bencilliğine kılıf uyduran. Desisesi ise, ‘menfaat-i kavmiye;’ yani ‘millî menfaatler’ ya da daha moda deyimle ‘ulusal çıkarlar.’ "Efendim, bu meselede ülkemizin yararını düşünecek olursakÖ" Bu, işin kılıfı. Ne de olsa, kendi ‘ben’imin menfaati onun içinde gizli. Şimdi, "Ben kendi menfaatim için çalışıyorum. Menfaatim de bunu gerektiriyor" dese, sizin ‘ben’inizle kavga edeceği muhakkak. O halde, kendi fikrini nasıl kabul ettirebilir? Nasıl sizi kendisine bağlar? "Memleketin çıkarı burada" gibi izahatlar işte buna dayanıyor. "Ülke yararını düşünecek olursak..."
"On İkinci Söz," nefsinin heveslerini tatmin yolunda, ‘hamiyet ve fedakârlık perdesi altında kendi menfaat-i nefsini arayan ve hırs ve gururunu teskin etmeye çalışan bir dessas’ da diyor ‘ben’im için. "Nefsinden başka, ciddî olarak hiçbir şeyi sevmiyor; herşeyi nefsine feda ediyor."
Hem o şekilde, kendimi merkez bilip herşeyi kendimle kıyaslamaya girişince, aslında, herşeyin herşeyle olan bağını da koparıyor zaten. Herşey, böylece, herşeyi herşeyle bağlayan Birinin mahlûku olmaktan çıkıyor. Bilakis, benim nazarımda, her biri, kendi ilahlığını, kendi rablığını, kendi malikiyetini ilân ve ispat için birbiriyle mücadele eden düşmanlara dönüşüyor. Açıkçası, her bir ‘ben,’ sahibine, eski Yunanlıların düştüğü hali yaşatıyor. Kendi içindeki ilahlık iddiasını dışarıya yansıtıyor; dış dünyayı da, ilahlaşan ‘ben’lerin savaş meydanı olarak gösteriyor. Herkes her noktada kendi ‘ben’inin ilahlığını ilan edemiyor elbette. Bazan minarenin kılıfa sığmadığı oluyor. Onun için, hiç olmazsa, kimi bilgisini, kimi güzelliğini, kimi gücünü, kimi idare kabiliyetini sahipleniyor. Eğer kalb ve ruhum uyanık değilse, bu ‘ben’lik oyununa aldanıyor; bana verilene, verildiğini unutup, ‘benim’ diyorum. Belki kuvvette yeniliyor ‘ben’im, ama idarede ilahlık taslıyor. Belki güzellikte geri kalıyor, ama bilgide ilahlık taslıyor. Bir başkası tam aksini yapıyor; ilahlığını güzelliğinde ilân ediyor. Öylece, ‘ben’liğin sevkiyle, dünya ilah taslaklarının ilahlık sahası olarak görür hale geliyor insan.
Bu işlem, insanın ait olduğu millet için de tatbik ediliyor. Bakıyorsunuz, teknolojide olsa olsa Japonlar ya da Almanlar ilahlık iddia edebilir. Benim ‘ben’im etmeye kalksa, kargaları güldürür. "Ama," diyor Ziya Gökalp misali, "hars [kültür] itibarıyla hiçbir milleti kendimizden üstün görmeyiz. Bize göre, Türk harsı dünyaya gelmiş ve gelecek olanların en güzelidir." Yahut, aslında kültürde de ilâhlık iddia edemeyeceğimi anlıyor. Bu defa da, Mustafa Kemal misali, "Türk ırkı dünyanın en güzel ırkıdır" diyor. "Bununla beraber," diye ekliyor, "asıl uğraşmaya mecbur olduğumuz şey, yüksek kültürde de dünya birinciliğini tutmaktır." Yoksa, yarım bir ilâh olarak kalınır çünkü.
Bu hal öyle bir hal ki, başka varlıklara karşı üstünlük taslamaya kadar varıyor. Meselâ, 19. asrın inkârcı filozoflarına, "İnsan tabiatın efendisidir. Ona istediği gibi hükmeder" dedirtiyoróbu mağrur ama dar akıl, ‘ozon’ tavanı çöküp kocaman ve tehlikeli bir delik belirince başa geliyor ya, iş işten geçmiş oluyor. Veya, Mussolini’ye, "Ben dünyanın en zeki hayvanıyım" dedirtiyor. Sanki, "Ey hayvanlar, en üstününüz benim" dercesineÖ
‘Benlik’ denilen şey neden bütün bunları yapıyor derseniz, benden de size bir soru: Başka ne yapabilir ki?
Çünkü, bir kere, Allah’a ortaklar koşmuş; ‘ben’le başlayıp, ‘benimÖ’le süren uzunca bir ortaklar listesi uydurmuş. Sonra, öğretmeni ve rehberi Kur’ân değil, kendisi gibi ‘ben’lerin icad ettiği felsefe olmuş. ‘Hak’ diye bir kelime bilmiyor; dayanak noktası kuvvet. Hedefi, menfaat. Hayat prensibi, mücadele. İnsanları birbirine bağlayan bağ, ona göre, unsuriyet, menfî milliyet; yani aile, soy, dil, milliyet, ülke bağlarını başkalarına rağmen kullanmak. Hatta başkalarına karşı bir düşmanlık vesilesi olarak kullanmak.
Yaptıkları, hep bunların sonucu. Kuvvetin gereği, "O mu haklı, ben mi?" diye durup düşünmeden, ezebileceği anda başkasına saldırmak. Menfaatin gereği, her arzusuna erişemediğinden, üstünde boğuşmak. Mücadele prensibinin gereği, çarpışmak. Milliyetçiliğin gereği, başkasını yutmakla beslenmek. ‘Ben’im bana hakim olduğunda, ben de bunu yapıyorum işte. İç dünyamda bunun hesabını kuruyorum. Dış dünyada, bunun yollarını arıyorum.
Hem, ne de olsa, ‘ben’ime göre, "Hayat mücadeledir" zaten. Tutturmuş, öyle diyor. İnsanlığını unutmuş zalim ve canavar insanların, ve bir kısım vahşi hayvanların yaratılış özelliklerini kötüye kullanmalarını fırsat bilip, bunu işine geldiğince yorumluyor ve "Hayat bir mücadeledir" diye tutturuyor. Hem de ekliyor: "En büyük melekten en küçük semeğe kadar her bir zihayat, kendi nefsine maliktir ve kendi zâtı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar." Onların bütün çabalarının gayesi, yegâne hedefleri, ona göre, yaşamak ve türlerinin devam etmesini sağlamak. Niye mi? Kendisi benim hayatımın gayesini öyle görüyor ya, ondan. Ne de olsa, insan başkasını kendi aynasında görür!
O yüzden, kâinatın her bir yanında tam bir itaatle yaşanan yardımlaşma gerçeğini görmüyor ‘ben’im. Bitkiler hayvanların, hayvanlar insanların imdadına koşarken, o bunu görmüyor. O umumî yardımlaşma kanununun cilvelerini ‘mücadele’ zannedip, ahmakçasına "Hayat bir mücadeledir" diye hükmediyor. Düşünmüyor: O yardımlaşma kanununun bir cilvesi olan, gıda zerrelerinin şevkle alyuvara binip beden hücrelerinin gıdalandırılması için koşmaları nasıl bir mücadeledir? Nasıl bir çarpışmaktır?
Oysa ‘vahşi’ dediğimiz bir Kızılderili bile, bunun böyle olmadığını biliyor. Sözgelimi, önyargısız bir Kızılderili filminde, ormanda aç ve mahsur kalmış iki çocuk bir geyikle karşı karşıya kalıyordu. Beyaz çocuk "Onu kaçmadan öldürelim, yoksa biz açlıktan ölürüz" deyince, ‘vahşi’ Kızılderili ilginç birşey söylüyordu: "Aceleye gerek yok. Çünkü o açlığımızı duyup yardıma geldi. O kendini bize sunuyor."
Ama ‘ben’im öyle düşünemediği, tersine hayatımı bir kuvvet-menfaat-mücadele-unsuriyet zinciri içinde algıladığı için, saldırmalar, boğuşmalar, çarpışmalar içinde hem beni mutsuz ediyor; hem de insanlığın dünyasını karartıyor. Zira, böylesi ‘ben’lerin başı üstünde bir zakkum gelişip serpilmiş; insanlık âleminin yarısından fazlasını kaplamış. Kapitalizm, faşizm, komünizm, nasyonalizm, nasyonal sosyalizm dalları üstünde, firavun, nemrut, deccal, maddeci, tabiatçı, esbabperest, sahte ilâhlar, ilâheler gibi zehirli meyveler çıkmış. Dünya onlarla zehirlenmiş.
Çünkü her işin başında ‘ben’ var. Hakmış, haksızlıkmış, önemli değil. Adaletmiş, hakmış, hak getire. Bir Kur’ân talebesi, şöyle özetliyor bu felsefeyi: "Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden, zulmeder. Adalet üzerine gitmez. Çünkü, unsuriyetperver bir hakim, milletdaşını tercih eder, adalet edemez."
Zaten, insanlık tarihi, bunun nice örneğiyle dolu. Meselâ, bu benlik vaktiyle bir nebze Emevîlerin kanına girmişim. Fazla değil, ‘bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırıp,’ hem sair milletlerden olan mü’minleri küstürmüş; hem de Emevîlere felâketler çektirmiş.
Hem Fransızlar ile Almanların kanına girip, içlerine hiç sönmeyen bir düşmanlık tohumu ekivermiş. Avrupa’nın diğer devletlerine de musallat olup, iki dünya savaşını dünyanın başına sarmış; çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek milyonlarca, on milyonlarca masumun canına okumuş.
Ve sürdürmüş; kanlı elleriyle, insan olan insanların kalbini kanatmayı. Filistin’de, Afganistan’da, Güney Afrika’da, İrlanda’da, Kamboçya’da, Burma’da, İran-Irak’ta, Yugoslavya’daÖ Daha nice yerlerdeÖ
Üstelik, bu, işin sadece bir yönü. Dünyaya bakan yönü. Bir de, insanların özel dünyalarında öyle yaralar açıyor ki...
Meselâ, esasen gençlerin kanına giriyor. "Gücüm, kuvvetim yerinde. Turp gibiyim. Yerimde duramıyorum. Kabıma sığamıyorum" diyen gençlerin kanına. Kendisini, bu ruh hali içinde ‘dünyaya bedel’ olma hülyaları kuran gençlere aşılıyorum. Zaten, Kenneth Minogue, boşuna "Milliyetçilik, bir gençlik ideolojisidir" diye yazmıyor. "O en sadık destekçilerini daima gençler arasında bulmuştur."
Lâkin gençlerin gençliği sür-git devam edecek mi? Hayır. Ne çare ki, kimse bunu düşünemiyor.
Ama gün gün yaşlanıyorlar. Bir gün elleri, ayakları tutmaz olacak. Gençliğin o ‘dünyaya bedel’ sarhoşluğundan, ihtiyarlığın ‘kendi başını bile kurtaramaz’ sabahında esefle, elemle, acıyla uyanacaklar. Kalbleri, akılları, ruhları, yedikleri o zehirli balın acısıyla kıvranacak. Ağlayacaklar. Teessüfler edecekler. "Eyvah! Hem gençlik gitti, hem ömür gitti, hem müflis olarak kabre gidiyorum; keşke aklımı başıma alsaydım" deyip duracaklar.
Acaba, şu kısa gençlikte üç-beş senelik bir hayalî böbürlenme için bu acıları katlanmaya değer mi?
Yoksa, gençlikte de yapılması gereken, bu ‘ben’ciliği sorgulayarak yaşamak mı? ‘Ben’ etrafında gelişen o hayat tarzını gözden geçirip, gençliği de onu Verenin yolunda, O’nun istediği gibi yaşamak mı gerekiyor?
Orası size bağlı. Ama benden söylemesi: Birinin ucunda, sonsuz bir gençlik; diğerinin ucunda, sonsuz bir karanlık var.
Hem, çocuklar da var işin içinde. Aciz mi aciz. Zayıf mı zayıf. Bir örümcekten, bir akrepten, bir gökgürültüsünden bile korkan çocuklarÖ Hepsi de sonsuz kudret sahibi Birine sığınmaya muhtaç. O çocukların kabiliyetleri, "Biz şöyle büyüküz. Bu kadar güçlüyüz. Herkesi yeneriz" diye diye mi gelişir dersiniz? İnsanlıkları böylece gelişir mi, yoksa geriler mi? O tertemiz çocukların ruhları bunlarla mı genişler; yoksa merhametli, kudretli bir Yaratanı bilip, ancak ve yalnız O’na dayanmakla mı?
Hem yaşlılar da var. Nice genç, nice çocuk da yaşlanacak. Ölüme yaklaşacaklar. Kabre yakınlaşacaklar. Dünyadan uzaklaşıp âhirete yanaşacaklar. Böyle bir halde tesellileri ne olacak? Hülâgu ve Cengiz gibi, Atilla gibi zalimlerin gaddarlık ve vahşet dolu maceraları mı? hireti unutturacak, dünyaya bağlandıracak, neticesiz, boş oyuncaklar mı? Muhtaç oldukları rahmeti, teselliyi, ümidi nerede ve nasıl bulacaklar? Hiçliğe gitmedikleri müjdesini kimden duyacaklar? Büzülmüş damarlarındaki ‘asil kan’ mı onları hiçlikten kurtaracak; yoksa kudreti ve rahmeti sonsuz bir Yaratıcının huzurunda olduğunu bilip, O’nun rahmetine sığınmaları mı?
Cevap yine açıkÖ
Ama şu da var: Risale-i Nur müellifinin dediği gibi, "insan evvela nefsini sever. Sonra akaribini, sonra milletini, sonra zihayat mahlukları, sonra kâinatı, dünyayı sever." Seviyoruz zaten. "Bu dairelerin herbirisine karşı alakadardır. Onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir." Oluyoruz da. Bu, bizim yaratılışımızda var. Bizim evde olanlar, sevdiklerimizin başına gelenler, mahallemizde olanlar, ülkemizde ve hattâ dünyada olanlar, bizi ilgilendiriyor. Onlarla üzülüp sevinebiliyoruz. Ama, "şu herc ü merc âlemde ve rüzgar deveranında hiçbir şey kararında kalmadığından, biçare kalb-i insan, her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor." Yaşadığımız şey bu... Gençliğimizde de, yaşlılığımızda da; ‘ben’ derken de, ‘benim milletim’ derken de yaşadığımız bu. En ziyade güvenmeye muhtaç olduğumuz yerde, güvendiklerimiz işe yaramıyor. Ömür giderken, hayat biterken, hepsi de güvenimizi boşa çıkarıyor.
"Madem öyle," diyor Said Nursî, "Aklın varsa, bütün o muhabbetleri topla, hakiki sahibine ver; şu belalardan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemal ve cemal Sahibine mahsustur. Ne vakit hakiki sahibine verdin, o vakit bütün eşyayı O’nun namıyla ve O’nun âyinesi olduğu cihetle ıztırapsız sevebilirsin."
Ama Said Nursî’nin "Onikinci Söz"üne bakılırsa, kazın ayağı başka türlü. ‘Ben’i Kur’ân’a karşı felsefenin halis bir öğrencisi olarak anlatırken, "gaye-i himmeti, menfaat-i şahsiyesini, bazı menfaat-i kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır" diyor S. Nursî. ‘Hodgâm,’ yani sadece kendisini düşünen. ‘Dessas,’ yani bencilliğine kılıf uyduran. Desisesi ise, ‘menfaat-i kavmiye;’ yani ‘millî menfaatler’ ya da daha moda deyimle ‘ulusal çıkarlar.’ "Efendim, bu meselede ülkemizin yararını düşünecek olursakÖ" Bu, işin kılıfı. Ne de olsa, kendi ‘ben’imin menfaati onun içinde gizli. Şimdi, "Ben kendi menfaatim için çalışıyorum. Menfaatim de bunu gerektiriyor" dese, sizin ‘ben’inizle kavga edeceği muhakkak. O halde, kendi fikrini nasıl kabul ettirebilir? Nasıl sizi kendisine bağlar? "Memleketin çıkarı burada" gibi izahatlar işte buna dayanıyor. "Ülke yararını düşünecek olursak..."
"On İkinci Söz," nefsinin heveslerini tatmin yolunda, ‘hamiyet ve fedakârlık perdesi altında kendi menfaat-i nefsini arayan ve hırs ve gururunu teskin etmeye çalışan bir dessas’ da diyor ‘ben’im için. "Nefsinden başka, ciddî olarak hiçbir şeyi sevmiyor; herşeyi nefsine feda ediyor."
Hem o şekilde, kendimi merkez bilip herşeyi kendimle kıyaslamaya girişince, aslında, herşeyin herşeyle olan bağını da koparıyor zaten. Herşey, böylece, herşeyi herşeyle bağlayan Birinin mahlûku olmaktan çıkıyor. Bilakis, benim nazarımda, her biri, kendi ilahlığını, kendi rablığını, kendi malikiyetini ilân ve ispat için birbiriyle mücadele eden düşmanlara dönüşüyor. Açıkçası, her bir ‘ben,’ sahibine, eski Yunanlıların düştüğü hali yaşatıyor. Kendi içindeki ilahlık iddiasını dışarıya yansıtıyor; dış dünyayı da, ilahlaşan ‘ben’lerin savaş meydanı olarak gösteriyor. Herkes her noktada kendi ‘ben’inin ilahlığını ilan edemiyor elbette. Bazan minarenin kılıfa sığmadığı oluyor. Onun için, hiç olmazsa, kimi bilgisini, kimi güzelliğini, kimi gücünü, kimi idare kabiliyetini sahipleniyor. Eğer kalb ve ruhum uyanık değilse, bu ‘ben’lik oyununa aldanıyor; bana verilene, verildiğini unutup, ‘benim’ diyorum. Belki kuvvette yeniliyor ‘ben’im, ama idarede ilahlık taslıyor. Belki güzellikte geri kalıyor, ama bilgide ilahlık taslıyor. Bir başkası tam aksini yapıyor; ilahlığını güzelliğinde ilân ediyor. Öylece, ‘ben’liğin sevkiyle, dünya ilah taslaklarının ilahlık sahası olarak görür hale geliyor insan.
Bu işlem, insanın ait olduğu millet için de tatbik ediliyor. Bakıyorsunuz, teknolojide olsa olsa Japonlar ya da Almanlar ilahlık iddia edebilir. Benim ‘ben’im etmeye kalksa, kargaları güldürür. "Ama," diyor Ziya Gökalp misali, "hars [kültür] itibarıyla hiçbir milleti kendimizden üstün görmeyiz. Bize göre, Türk harsı dünyaya gelmiş ve gelecek olanların en güzelidir." Yahut, aslında kültürde de ilâhlık iddia edemeyeceğimi anlıyor. Bu defa da, Mustafa Kemal misali, "Türk ırkı dünyanın en güzel ırkıdır" diyor. "Bununla beraber," diye ekliyor, "asıl uğraşmaya mecbur olduğumuz şey, yüksek kültürde de dünya birinciliğini tutmaktır." Yoksa, yarım bir ilâh olarak kalınır çünkü.
Bu hal öyle bir hal ki, başka varlıklara karşı üstünlük taslamaya kadar varıyor. Meselâ, 19. asrın inkârcı filozoflarına, "İnsan tabiatın efendisidir. Ona istediği gibi hükmeder" dedirtiyoróbu mağrur ama dar akıl, ‘ozon’ tavanı çöküp kocaman ve tehlikeli bir delik belirince başa geliyor ya, iş işten geçmiş oluyor. Veya, Mussolini’ye, "Ben dünyanın en zeki hayvanıyım" dedirtiyor. Sanki, "Ey hayvanlar, en üstününüz benim" dercesineÖ
‘Benlik’ denilen şey neden bütün bunları yapıyor derseniz, benden de size bir soru: Başka ne yapabilir ki?
Çünkü, bir kere, Allah’a ortaklar koşmuş; ‘ben’le başlayıp, ‘benimÖ’le süren uzunca bir ortaklar listesi uydurmuş. Sonra, öğretmeni ve rehberi Kur’ân değil, kendisi gibi ‘ben’lerin icad ettiği felsefe olmuş. ‘Hak’ diye bir kelime bilmiyor; dayanak noktası kuvvet. Hedefi, menfaat. Hayat prensibi, mücadele. İnsanları birbirine bağlayan bağ, ona göre, unsuriyet, menfî milliyet; yani aile, soy, dil, milliyet, ülke bağlarını başkalarına rağmen kullanmak. Hatta başkalarına karşı bir düşmanlık vesilesi olarak kullanmak.
Yaptıkları, hep bunların sonucu. Kuvvetin gereği, "O mu haklı, ben mi?" diye durup düşünmeden, ezebileceği anda başkasına saldırmak. Menfaatin gereği, her arzusuna erişemediğinden, üstünde boğuşmak. Mücadele prensibinin gereği, çarpışmak. Milliyetçiliğin gereği, başkasını yutmakla beslenmek. ‘Ben’im bana hakim olduğunda, ben de bunu yapıyorum işte. İç dünyamda bunun hesabını kuruyorum. Dış dünyada, bunun yollarını arıyorum.
Hem, ne de olsa, ‘ben’ime göre, "Hayat mücadeledir" zaten. Tutturmuş, öyle diyor. İnsanlığını unutmuş zalim ve canavar insanların, ve bir kısım vahşi hayvanların yaratılış özelliklerini kötüye kullanmalarını fırsat bilip, bunu işine geldiğince yorumluyor ve "Hayat bir mücadeledir" diye tutturuyor. Hem de ekliyor: "En büyük melekten en küçük semeğe kadar her bir zihayat, kendi nefsine maliktir ve kendi zâtı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar." Onların bütün çabalarının gayesi, yegâne hedefleri, ona göre, yaşamak ve türlerinin devam etmesini sağlamak. Niye mi? Kendisi benim hayatımın gayesini öyle görüyor ya, ondan. Ne de olsa, insan başkasını kendi aynasında görür!
O yüzden, kâinatın her bir yanında tam bir itaatle yaşanan yardımlaşma gerçeğini görmüyor ‘ben’im. Bitkiler hayvanların, hayvanlar insanların imdadına koşarken, o bunu görmüyor. O umumî yardımlaşma kanununun cilvelerini ‘mücadele’ zannedip, ahmakçasına "Hayat bir mücadeledir" diye hükmediyor. Düşünmüyor: O yardımlaşma kanununun bir cilvesi olan, gıda zerrelerinin şevkle alyuvara binip beden hücrelerinin gıdalandırılması için koşmaları nasıl bir mücadeledir? Nasıl bir çarpışmaktır?
Oysa ‘vahşi’ dediğimiz bir Kızılderili bile, bunun böyle olmadığını biliyor. Sözgelimi, önyargısız bir Kızılderili filminde, ormanda aç ve mahsur kalmış iki çocuk bir geyikle karşı karşıya kalıyordu. Beyaz çocuk "Onu kaçmadan öldürelim, yoksa biz açlıktan ölürüz" deyince, ‘vahşi’ Kızılderili ilginç birşey söylüyordu: "Aceleye gerek yok. Çünkü o açlığımızı duyup yardıma geldi. O kendini bize sunuyor."
Ama ‘ben’im öyle düşünemediği, tersine hayatımı bir kuvvet-menfaat-mücadele-unsuriyet zinciri içinde algıladığı için, saldırmalar, boğuşmalar, çarpışmalar içinde hem beni mutsuz ediyor; hem de insanlığın dünyasını karartıyor. Zira, böylesi ‘ben’lerin başı üstünde bir zakkum gelişip serpilmiş; insanlık âleminin yarısından fazlasını kaplamış. Kapitalizm, faşizm, komünizm, nasyonalizm, nasyonal sosyalizm dalları üstünde, firavun, nemrut, deccal, maddeci, tabiatçı, esbabperest, sahte ilâhlar, ilâheler gibi zehirli meyveler çıkmış. Dünya onlarla zehirlenmiş.
Çünkü her işin başında ‘ben’ var. Hakmış, haksızlıkmış, önemli değil. Adaletmiş, hakmış, hak getire. Bir Kur’ân talebesi, şöyle özetliyor bu felsefeyi: "Unsuriyet ve milliyet esasları, adaleti ve hakkı takip etmediğinden, zulmeder. Adalet üzerine gitmez. Çünkü, unsuriyetperver bir hakim, milletdaşını tercih eder, adalet edemez."
Zaten, insanlık tarihi, bunun nice örneğiyle dolu. Meselâ, bu benlik vaktiyle bir nebze Emevîlerin kanına girmişim. Fazla değil, ‘bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırıp,’ hem sair milletlerden olan mü’minleri küstürmüş; hem de Emevîlere felâketler çektirmiş.
Hem Fransızlar ile Almanların kanına girip, içlerine hiç sönmeyen bir düşmanlık tohumu ekivermiş. Avrupa’nın diğer devletlerine de musallat olup, iki dünya savaşını dünyanın başına sarmış; çoluk çocuk, yaşlı genç, kadın erkek milyonlarca, on milyonlarca masumun canına okumuş.
Ve sürdürmüş; kanlı elleriyle, insan olan insanların kalbini kanatmayı. Filistin’de, Afganistan’da, Güney Afrika’da, İrlanda’da, Kamboçya’da, Burma’da, İran-Irak’ta, Yugoslavya’daÖ Daha nice yerlerdeÖ
Üstelik, bu, işin sadece bir yönü. Dünyaya bakan yönü. Bir de, insanların özel dünyalarında öyle yaralar açıyor ki...
Meselâ, esasen gençlerin kanına giriyor. "Gücüm, kuvvetim yerinde. Turp gibiyim. Yerimde duramıyorum. Kabıma sığamıyorum" diyen gençlerin kanına. Kendisini, bu ruh hali içinde ‘dünyaya bedel’ olma hülyaları kuran gençlere aşılıyorum. Zaten, Kenneth Minogue, boşuna "Milliyetçilik, bir gençlik ideolojisidir" diye yazmıyor. "O en sadık destekçilerini daima gençler arasında bulmuştur."
Lâkin gençlerin gençliği sür-git devam edecek mi? Hayır. Ne çare ki, kimse bunu düşünemiyor.
Ama gün gün yaşlanıyorlar. Bir gün elleri, ayakları tutmaz olacak. Gençliğin o ‘dünyaya bedel’ sarhoşluğundan, ihtiyarlığın ‘kendi başını bile kurtaramaz’ sabahında esefle, elemle, acıyla uyanacaklar. Kalbleri, akılları, ruhları, yedikleri o zehirli balın acısıyla kıvranacak. Ağlayacaklar. Teessüfler edecekler. "Eyvah! Hem gençlik gitti, hem ömür gitti, hem müflis olarak kabre gidiyorum; keşke aklımı başıma alsaydım" deyip duracaklar.
Acaba, şu kısa gençlikte üç-beş senelik bir hayalî böbürlenme için bu acıları katlanmaya değer mi?
Yoksa, gençlikte de yapılması gereken, bu ‘ben’ciliği sorgulayarak yaşamak mı? ‘Ben’ etrafında gelişen o hayat tarzını gözden geçirip, gençliği de onu Verenin yolunda, O’nun istediği gibi yaşamak mı gerekiyor?
Orası size bağlı. Ama benden söylemesi: Birinin ucunda, sonsuz bir gençlik; diğerinin ucunda, sonsuz bir karanlık var.
Hem, çocuklar da var işin içinde. Aciz mi aciz. Zayıf mı zayıf. Bir örümcekten, bir akrepten, bir gökgürültüsünden bile korkan çocuklarÖ Hepsi de sonsuz kudret sahibi Birine sığınmaya muhtaç. O çocukların kabiliyetleri, "Biz şöyle büyüküz. Bu kadar güçlüyüz. Herkesi yeneriz" diye diye mi gelişir dersiniz? İnsanlıkları böylece gelişir mi, yoksa geriler mi? O tertemiz çocukların ruhları bunlarla mı genişler; yoksa merhametli, kudretli bir Yaratanı bilip, ancak ve yalnız O’na dayanmakla mı?
Hem yaşlılar da var. Nice genç, nice çocuk da yaşlanacak. Ölüme yaklaşacaklar. Kabre yakınlaşacaklar. Dünyadan uzaklaşıp âhirete yanaşacaklar. Böyle bir halde tesellileri ne olacak? Hülâgu ve Cengiz gibi, Atilla gibi zalimlerin gaddarlık ve vahşet dolu maceraları mı? hireti unutturacak, dünyaya bağlandıracak, neticesiz, boş oyuncaklar mı? Muhtaç oldukları rahmeti, teselliyi, ümidi nerede ve nasıl bulacaklar? Hiçliğe gitmedikleri müjdesini kimden duyacaklar? Büzülmüş damarlarındaki ‘asil kan’ mı onları hiçlikten kurtaracak; yoksa kudreti ve rahmeti sonsuz bir Yaratıcının huzurunda olduğunu bilip, O’nun rahmetine sığınmaları mı?
Cevap yine açıkÖ
Ama şu da var: Risale-i Nur müellifinin dediği gibi, "insan evvela nefsini sever. Sonra akaribini, sonra milletini, sonra zihayat mahlukları, sonra kâinatı, dünyayı sever." Seviyoruz zaten. "Bu dairelerin herbirisine karşı alakadardır. Onların lezzetleriyle mütelezziz ve elemleriyle müteellim olabilir." Oluyoruz da. Bu, bizim yaratılışımızda var. Bizim evde olanlar, sevdiklerimizin başına gelenler, mahallemizde olanlar, ülkemizde ve hattâ dünyada olanlar, bizi ilgilendiriyor. Onlarla üzülüp sevinebiliyoruz. Ama, "şu herc ü merc âlemde ve rüzgar deveranında hiçbir şey kararında kalmadığından, biçare kalb-i insan, her vakit yaralanıyor. Elleri yapıştığı şeylerle, o şeyler gidip ellerini paralıyor, belki koparıyor." Yaşadığımız şey bu... Gençliğimizde de, yaşlılığımızda da; ‘ben’ derken de, ‘benim milletim’ derken de yaşadığımız bu. En ziyade güvenmeye muhtaç olduğumuz yerde, güvendiklerimiz işe yaramıyor. Ömür giderken, hayat biterken, hepsi de güvenimizi boşa çıkarıyor.
"Madem öyle," diyor Said Nursî, "Aklın varsa, bütün o muhabbetleri topla, hakiki sahibine ver; şu belalardan kurtul. Şu nihayetsiz muhabbetler, nihayetsiz bir kemal ve cemal Sahibine mahsustur. Ne vakit hakiki sahibine verdin, o vakit bütün eşyayı O’nun namıyla ve O’nun âyinesi olduğu cihetle ıztırapsız sevebilirsin."