Arşiv

Ne Mutlu İnsanım Diyene

ŞİMDİ UZAYDAYIM. Ortalık ıssız mı ıssız. Çıt yok. Etrafım kapkaranlık. Karanlıklar ortasında sere serpe yıldızlar var. Kimi yapayalnız. Kimi küme küme. İrili ufaklı.

Buralar, bana ‘memleketim’i hatırlatıyor. ‘Dünyam’ı. Memleketimin o güzel kır manzaralarını anıyorum. Aklımdan, burası da öyle bir yer, diye geçiyorótıpkı memleketim gibi. Siyah bir çimenlik, uzay; üstüne sarı, yeşil, kırmızı, mavi, mor renkte yıldız çiçekleri serpiştirilmiş. Arada bir asteroid kelebekleri görünüp kayıveriyor. Kuyruklu yıldızlar, sülün gibi narin, uzaklarda dolanıyorlar.

Burada herşey harika. Herşey bir bütün. Hepsi gerçek ve güzel.

Uzaktan yeni yeni yıldızlar, ışık mektupları ile bana selâm göndermede. Üstlerindeki posta mührüne bakıyorum; kimi binlerce, kimi milyonlarca, kimi milyarlarca ışık yılı önceden gönderilmiş. Bana binler, milyonlar, milyarlar sene öncesini haber veriyorlar. O zaman anlıyorum; uzaya bakınca zamana baktığımıÖ

Yolculuğum devam ediyor. Galaksi kümelerinden; galaksileri süsleyen yıldız, nebula, gezegen, asteroid çiçekleri arasından geçiyorum. Uzaklarda, belli belirsiz bir gül goncası. Yapraklarını uzaya saçmış. Pembemsi. Merak edip yanına varıyorum. Bu gülün adı Samanyolu. Bir yaprağının ucuna süzülüp içerisine giriyorum. Adım adım gülün ta göbeğine varıyorum. Birazcık ötede, sadece 25 bin ışık yılı kadarcık uzakta, bir minik aile var: Güneş ailesi. Önce Pluton buyur ediyor beni. Onun ürpertici yalnızlığı ile Neptün’ün haşmetli dağları arasında hayret ve hayranlık gelgitleri yaşıyorum.

Sonra, karşıma bir uzay güzeli çıkıveriyor. Güzelim SatürnÖ Bir romancının, "Resminin çekilmesi, yüzyılın en önemli olayıdır. Çünkü bize, güzelliğin dünyaya özgü olmadığını, kâinatın bütününde güzellik var olduğunu bildirdi" dediği güzelim SatürnÖ Kavuniçi yüzeyinin etrafında halelenen kahverengi, sarı, siyah, gri halkaların eşsiz dizilişi ve benzersiz renk uyumu ile kendimden geçiyorum. Dev Jüpiter ile minik Mars’ın devâsâ toz bulutları beni kendime getiriyor. Bakıyorum. Ötelerde, minnacık bir beyazlık ışıldamakta: Ay. O da başımın üstünden geçip gidince, bir diğer nokta ile tanışıyorum.

Burası Dünyaymış meğer. Uçsuz bucaksız uzayda nice zamandır göremediğim, o derece küçük bir noktaymış Dünya. Yaklaştıkça büyüyor. Yaklaştıkça, önce bir hilâl, sonra bir mavi yuvarlak halini alıyor. Sonunda, gözbebeğimin çoğunu o kaplıyor. Daha da yaklaşınca, artık sadece bir kısmını görebiliyorum. Sadece bir kıt’asını. Belki de bir ülkesini. Hangisi mi? Ne önemi var? Sonra bulutlar okşuyor yanağımı. Ve birden, ayaklarım yere basıyor.

İşte yeryüzü. Harika bir yer. Ufukta, başına kardan bir külâh giydirmiş haşmetli bir dağ görünüyor. Büyücek bir gölü çevreleyen ormanlar, bayırlar, dereler, çağlayanlar ortasındayım. Çağlayanın haşmetli uğultusunu, kuşların nazlı cıvıltısıyla beraber dinliyorum. En gür sadaların en tiz nağmelerle sarmaş dolaş olduğu eşsiz bir müzik. Göl kenarında dolaşıyorum. Çiçeklerin yanıbaşına çöküp, gözlerimle her birinin resmini çekiyorum. Ağaçlara uzanıp, meyvelerin tadını damağıma yazıyorum.

Gördüğüm, duyduğum, tattığım her bir şey, akın akın aklıma taşınıyor. Uzaydan dünyaya kadar gördüğüm her bir nakış, her bir sanat, her bir şekil, her bir süs aklımda resm-i geçit yapıyor. Hepsi el ele. Hepsi birbirine bağlı. Öylece geçiyorlar.

Düşünüyorum: Eğer sonsuz hünerleri olan gizli bir Zâtın kalemi işlemezse, bu nakışlar sair şuursuz sebeplere, kör tesadüfe, sağır tabiata verilse, o zaman bu memleketin her bir taşı, her bir otu, her bir ağacı, her bir yıldızı öyle maharetli bir nakışçı, öyle bir harikulâde kâtip olmalı ki, bir harfte bin kitabı yazabilsin; bir nakışta milyonlar sanatı dercedebilsin.

Öyle düşünürken, yolda, Said Nursî ile tanışıyorum. "Bak bu taşlardaki nakşa" diyor. "Her birisinde bütün sarayın nakışları var; bütün şehrin tanzimat kanunları var; bütün memleketin teşkilât programları var. Demek bu nakışları yapmak, bütün memleketi yapmak kadar harikadır. Öyle ise, her bir nakış, her bir sanat, o gizli Zâtın bir ilânnamesidir, bir hâtemidir"

Göl kenarında yürümeyi sürdürüyorum. Derken, gölün duru suyu üstünde, kendimi görüyorum. Kendimle bakışıyorum. Sonra, gözlerimi gölün yüzünden alıyor; ellerime, ayaklarıma bakıyor; kendi bedenimi düşünüyorum. Onda da nice nakışlar, nice süsler, nice sanatlar var. Öyleyse diyorum, ben de O’na aitim. Bende de O’nun mührü, O’nun nakşı görünüyor. Diğer varlıklar gibi, ben de O’nun sanatıyım.

Öylece, organlardan dokulara, dokulardan hücrelere, oradan alyuvara, akyuvara, mitokondriye, DNA’ya uzanıyorum. Atomlarla tanışıyorum. Dünya uzaydan bakınca nasıl önce küçük bir nokta gibi görünüyorsa, atom da ilk önce öyle görünüyor. Ama derinliğine indikçe, bambaşka bir âlemi; karmaşık, ama mükemmel minik bir dünyayı tanıyorum.

İşte o an, zihnim, harıl harıl işliyor. Işık hızından da hızlı. Bir anda atom içi dünyalardan galaksiler arası uzayın derinliklerine uzanıyorum. Zihnim, aklıma, hepsinin hepsiyle ilgisini sergiliyor. Hepsinde tek tek gördüğüm o mührü hatıra getiriyor. "Elhasıl," diyor, "her bir şey, harekâtıyla bütün eşyayı vahdet namına zapteder. Demek, bütün yıldızları elinde tutamayan, bir tek zerreye Rab olamaz. Bütün yıldızlara sözünü geçiremeyen, bir tek zerreye rububiyetini dinletemez." Demek oluyor ki, şu gördüğüm birlik, yıldızlara da, zerreye de sözünü geçiren Birini bildiriyor. Her bir şeyeóyani herşeyeóhükmeden Birini tanıtıyor. Herşeyi yaratan O, kısacası. Ve herşey, ancak O’nun mahlûku.

İç dünyamdan itirazlar yükseliyor nedense. Şimdiye kadar, "Şu benim. Bunu ben yaptım. Ben bilirim. Benim evimÖ" gibisinden lâflar edegelen ‘ben’im, bu düşünceden hayli rahatsız oluyor.

Bakıyorum da, görünüşte, pek haksız da sayılmaz. Şu kadar mevcut içinde benim kadar akıllısı, benim kadar geniş iradelisi yok. Ama görünüşün altı kazınınca, gerçeğin gülümser yüzü, ‘ben’ime rağmen kendisini gösteriyor. Öyle ya, güya en geniş iradeli, en akıllı, en bilgili mevcut benim. Ama yemek, söylemek, düşünmek gibi en görünür işlerimi bile ben yapmıyorum. Ne elimi, dilimi, aklımı, kaslarımı ben yapmışım; ne sinirlerim benim eserim; ne de sinir sistemini işletip vücut makinasını tek bir lokma almak üzere olsun çalıştıran, öyle ayarlayan benim.

Böyle en açık bir işinin yüz kısmından bir kısmına sahip olamayan ben, nasıl "Kendime sahibim" diyebilirim? Nasıl "Şu benim. Bunu ben yaptım" derim? Nasıl başka her bir şeyin de kendi kendisinin sahibi olduğunu iddia edebilirim?

Velhasıl, ne ben kendimin sahibiyim; ne siz, ne de başka mevcutlar. Herşey herşeyle bağlı; ve herşey O’na bağlı. Hepsi O’nun mahlûku.

İç dünyama sessizlik hakim oluyor o düşünceyle. ‘Ben’im yıkılmış; ‘ben’im pusmuş; ‘ben’ sancılı. Kıvranıyor. ‘Benim’ diyeceği hiçbir şey kalmamış çünkü. Ne kendisini başka herhangi bir şeyden büyük görebilir artık; ne de kendisi gibi yaratılmış başka herhangi bir şeyi kendisinden büyük görüp ona kul olabilir. Çünkü, kalbimle imza atmışım ki, "mahlûkat, mabudiyetten uzaklık noktasında müsavi oldukları gibi, mahlûkiyet nisbetinde de birdirler."

Ortada, mutlak bir eşitlik var kısacası. Her bir mevcut, yaratılışta eşit ve bir. Yaratmaktan ve dolayısıyla ilâh olmaktan sonsuz derece uzak olma bakımından da eşit ve bir.

Bu düşünceyle, ‘ben’im parçalanıyor; paramparça, yokluk derelerine yuvarlanıyor. Onun parçalanışı ile, o ana kadar ‘benim-başkasının’ diye ayırdığım herşeyi herşeyle bir ve bütün yapan sonsuz ilmikler açığa çıkıyorlar. Bana yabancı ve düşman görünen herşey, birden yaratılışta kardeşim halini alıyor. Meselâ, GüneşÖ Güneş, kara lekeleri ile bir gün başıma belâ açacak olan, yazın beni kavurup duran, kışın aniden gidivermesiyle beni üşüten bir düşman değil artık. Aksine, ışık dilleriyle "Ey kardeşlerimiz!" seslenişi kulağımda yankılanıyor. "Vahşete düşüp sıkılmayınız" diyor Güneş. "Ehlen, sehlen merhaba. Hoş teşrif ettiniz. Menzil sizin; ben bir mumdar-ı şehnaz. Ben de sizin gibiyim; fakat safi, isyansız, mutî bir hizmetkârım."

Meselâ, Ay, yıldızlar, denizlerÖ Her biri, kendilerine has bir dille, bana "Ehlen, sehlen merhaba" diyorlar. "Hoş geldin, bizi tanımaz mısın?"

Meselâ kuşlarÖ Sevimli cik cik’leriyle, bana, benim şahsımda kâinata sesleniyorlar: "Ey kâinat, kardeşler! Ne güzeldir halimiz. Şefkatle perverdeyiz; halimizden memnunuz."*

O kardeşliğin coşkusuyla kâinata bakınca, sürüp giden bir yardımlaşmayı görüyorum. Bakıyorum: Herşeyin ve herkesin bir görevi var. Hepsi, kendi görevini, tam bir itaatle, tam bir bağlılıkla yerine getiriyor. Mineraller gelişip serpilmek, çiçeklenip meyve vermek için kendilerine muhtaç olan bitkilerin yardımına koşuyor; yani koşturuluyor. Bitkiler hayvanların yardımına koşuyor. Yine bitkiler, hayvanlarla beraber, insanların yardımına koşuyor. Arı balını, inek sütünü, asma üzümünü bana uzatıyor. "Buyrun" diyorlar. "Bu size Rabbimizin ikramıdır. İhtiyacınız varmış. Bizi size gönderdi."

Öylece, Güneş ve Aydan başlayarak, tâ bitkiler hayvanların imdadına, hayvanlar insanın yardımına, hattâ gıda zerreleri beden hücrelerinin imdadına koşmasının gerisinde, büyük ve umumî bir yardımlaşmayı görüyorum. Onun gerisinde ise, bir kerem, ikram ve rahmet gerçeği kendisini gösteriyor.

Üstelik, yardımlaşmanın gerisinde, aklıma, sadece bir kerem ve rahmet görünmüyor. Aynı zamanda, o kardeşlik ve yardımlaşma içinde, herşeyin kendisine has bir dille Yaratıcısını andığını seziyorum. Hepsi, bir mektup gibi, içlerinde gizli mânâlarla O’nun yaratışını anlatıyor; O’nu bildiriyor; O’nun özelliklerini tanıtıyor. Hepsi hem birer mükemmel memur; hem de birer halis kul sankiÖ

Bütün mevcutlar, her birisi, birer mahsus tesbih, birer hususî ibadet, birer has secde ediyorlar. Onun emrine harfiyen uyup, yaratılış gayelerine göre davranıyorlar. Birer ayna gibi, kendilerinde görünen özelliklerin sahibini tanıtıyorlar. Kendi tesbihleri içinde, Allah’ın güzel isimlerinin nakışlarını gösteriyorlar.

Hem ayrı ayrı. Hem de beraberce.

Bakıyorum da, "Beni onlarla bir ve beraber eden asıl sır burada olmalı" diye düşünüyorum." "Kardeşliğimizin düğümü burada" diyorum. Öyle ya, insan bir adamla beraber bir taburda bulunmakla, o adamla dostça bir bağ kurmuyor mu? Bir kumandanın emri altında beraber bulunduğumuz için, o insanla arkadaş olmuyor muyuz? Bir memlekette beraber bulunmakla, kardeşçe bir münasebet hissetmiyor muyuz? Ona ‘hemşehrim,’ ‘vatandaşım’ diye, bir yakınlık duymuyor muyuz? Oysa, bütün mevcutlar ile benim aramda, imanın verdiği nur ve şuur ile görünen nice bağlar var. Aynı kâinatta, aynı Kumandanın emri altında, bir ve beraberiz. Hem, O’nun görebildiğim bütün güzel isimlerini bana onlar gösterdiler. Onlar ile anladım ki, Yaratanımız bir, Malikimiz bir, Mabudumuz bir, rızık Verenimiz birÖ Allah’ın güzel isimleri sayısınca bir, bir. Kâinatı ve küreleri; kıt’aları ve ülkeleri; milletleri ve insanları; hücreleri ve atomları birbirine bağlayan, herşeyi herşeyle bağlayan bunca manevî zincirler var aramızda. Bütün mevcutlar bu zincire bağlanmış. Hepsi bu zincirin farkında. Ama ben, güya bütün yaratıkların ağabeyi olacak ben, şimdiye kadar bunu farkedememişim. O yüzden, ‘ben’ diye, ‘benim’ diye diye, bütün o manevî zincirleri görmezden gelmişim. Onlara gözümü kapamışım. Dahası, hepsini inkâra kalkışmışım.

Oysa, şimdi şimdi bunca mevcudun seslenişini duyuyorum: "Ey insan, ağabey! Allah’ın güzel isimlerinin nakışları sayısınca ettiğimiz bu tesbihleri, bu ibadetleri hepimiz namına Yaratanımıza ancak sen iletirsin. Çünkü şuur verilen sensin. Bize kulak ver ve tesbihlerimizi, temsilcimiz olarak O’na ilet, n’olurÖ"

Bu seslenişe hangi vicdan susar? Bu suskunluğa hangi kalb dayanır? Hangi akıl bu kalbsizliğe itiraz etmez?

Vicdanım konuşuyor; kalbim dile geliyor; aklım yardıma koşuyor; dudaklarım kıpırdıyor. "Peki" diyorum; kulluğumu yaşamaya başlıyorum. Bütün kulların temsilcisi olarak...

İnanıyorum, siz de o haldesiniz. Çünkü inanıyorum ki, şu insanoğlu bu kâinatı zerreden gezegenlere, sinek kanadından gök kandillerine, sonsuz bir hikmet ve mükemmel bir düzen ile yaratan Yaratıcının kendisini yaratış sırrını bir gün anlayacak. O hikmetin hilâfına, o hikmete zıt biçimde, küçük kardeşleri hükmündeki sair mevcutlara ters düşerek, kâinattaki düzene "benÖ benÖille de ben" diye diye muhalefete devam etmeyecek. Bütün bu mevcutların ağabeyi ve sözcüsü olduğu halde, onlara zıt olarak, en aşağı, en berbat, en perişan, en zararlı ve önemsiz, boş yere, hırsızcasına kâinat içine girmiş ve karıştırmış biri gibi yaşamayacak. Aklı varsa, yaşayamaz da.

Hem yaşamamalı. Tâ ki, insan da sair kâinattaki kardeşlerine eşit olabilsin. Ve yaratılış sırrı insanda da görüldü, denilebilsin.

Ama, yine de, kulağıma bölük-pörçük itirazlar geliyor. "İyi de, ben ben diye, benim ülkem, benim ırkım, benim milletim diye boşuna tutturmuyorum ki. Biz zaten ayrı ayrı yaratılmışız."

Bir an bocalıyorum. Ama Rabbim, Kur’ân’ı ile, yeni nazil oluyormuşcasına şöyle buyuruyor:

"Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yaratmışım; tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki cemiyet hayatına ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize yardım edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yaptım ki; yekdiğerinize karşı inkâr ile yabani bakasınız, husumet ve düşmanlık edesiniz değildir."

Said Nursî’nin, bu âyete dair tefsiriyle tanışıyorum. Ben de "Nasıl ki," diye düşünmeye başlıyorum. Nasıl ki, bir ordu tümenlere, tümenler alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar ayrılır. Ayrılır ki, her askerin ayrı ve çeşitli münasebetleri ve o münasebetlere göre vazifeleri tanınsın, bilinsin. Tâ o ordunun fertleri, yardımlaşma esası altında, umumî vazifeyi tam olarak görsün; ve toplum hayatı, düşmanca davrananların hücumundan masun kalsın; huzur ve güvenlik sağlanmış olsun. Yoksa, bu ayırma ve bölme, bir bölük bir bölüğe rekabet etsin, bir tabur bir tabura düşman olsun, bir tümen bir tümenin aksine hareket etsin, bir tugay öbürüne savaş açsın, diye değildir.

Aynen öyle deÖ

Düşünüyorum: Oysa, o ayrı ayrı taburların Yaratıcısı bir, rızık Vereni bir, Mabudu bir, Rabbi birÖ Binlerce bir bir. Onun ötesinde, peygamberleri bir, kitapları bir, kıbleleri bir, vatanları bir, yüzlerce bir bir. Bu kadar bir birler, birliği, kardeşliği, sevgiyi gerektirdiği halde, insanoğlu insan, nasıl olur da yekdiğerine düşmanlık eder? Nasıl olur da ‘senin ırk, benim milliyet’ kavgasına girişir?

Elcevap: ‘ben’i içinde boğulup, insanlığını unutması şartıyla.




*İmanın güzelliğini yaşayan büyük insanların eriştikleri; Said Nursî’de bir örneğini gördüğümüz, bütün yaratılmışları kardeş sayma imanî anlayışı için, bakınız: Sözler, s. 492, s. 694; Şualar, s. 636; Hutbe-i Şamiye, s. 36.

  27.12.2003

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut