İLMİN MERTEBELERİ

Mona İslam

“Katımızdan rahmet verdiğimiz ve ilim öğrettiğimiz kullarımızdan birisi”(1)
“Allah’tan korkunuz, Allah size öğretir”(2)
“Allah’tan korkarsanız, sizin için bir furkan yaratır.”(3)
“Sizin için bir nur yaratır ve onunla yürürsünüz.”(4)
“Bildiklerinizle amel ederseniz, Allah size bilmediklerinizi de öğretir”(5)
“Kime hikmet verilmişse ona çok şey verilmiştir”(6)
“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”(7)


ALLAH’IN AYETLERİ, Rasulullah(sav)’ın hadis-i şerifleri açıkça ve tekraren belirtir ki, ilim varlık alemindeki en mühim hakikatlerden biri, Hakk’a varmada çok selametli ve müstakim bir yol, hayatı yaşamada emin bir sığınak, tehlikelere karşı tutunacak sağlam bir kulp, insanın yakasında bir izzet nişanıdır.

İnsanlar ilimce avam, havas ve hass-ül havas şeklinde üçe ayrılırlar. Avam dinin zahirine bakar, şekli tanır, ona boyun eğer, ritüelleri yerine getirir, zorunlu olanı yapacak kadar bilir, duyduğuna göre yaşar ve daha fazlasına kafa yormaz. Merak etmez. Hiçbir meselenin esasına, hakikatine, özüne, batınına ilişkin bir yönelişi yoktur. O daha ziyade dünyasına, ve derd-i maişetine bakarken, dininin de vecibelerini vicdanını bas bas bağırtmayacak kadar yerine getirir. Adeta zincirlerle cennete götürülen biri gibidir. Mükellefiyetlerin dışında bir şeyi gönüllü olarak yaptığı vaki değildir. Dinin sınırında kulluk eder.

Allah insanı, mahlukatın en şereflisi olarak yaratmış, onda bütün isimlerini onda tecelli ettirmiş, meleklerinin en büyüklerini dahi ona secde ettirmiştir. İnsanın böyle bir şerefe, böyle bir imtiyaza avamda kalarak, potansiyelini inkişaf ettirmeyip yerinde sayarak, tembellik ederek, cehaleti seçerek mukabele etmesi reva değildir. Avam olmak suç değilse bile, ısrarla ve tembellikle avamda kalmak bir suçtur. Rasulullah(sav) tembellikten Allah’a sığınmıştır. Meleklerin ilk iddiasını haklı çıkaracak biçimde cahil kalırsak üzerimize verilen emaneti bihakkın yerine getirmezsek, aynı zamanda zalim de oluruz.

Her ferd-i ferid’in kainatta yaratılışının biricik bir maksadı olduğunun bilincinde olup kapasitesini sonuna kadar işletmesi ile ancak verili bu nimete şükür mümkün olabilir. Öyle ise ilim tahsil etmek bir lüks, bir detay değil, bir zaruret ve bir ihtiyaçtır. Yaradılışımızın gereği ve icabıdır. Üstelik ilim öğrenmek insanların ekserinin zannettiği gibi yorucu bir yük de değildir, insanı öğrendikçe hafifleten ve yüklerinden, boyunduruklarından kurtaran, özgürleştiren bir süreçtir ilim tahsili. Üstüne üstlük peşin lezzetin içine derc edildiği bir hazdır. Kainatın tılsım-ı muğlakını keşfe çıkmak çok keyifli ve sürprizlerle dolu bir yolculuğa çıkmaktır. Allah’ın Alim isminin gölgesinde mekan tutmak, ferahlamaktır. Bu yüzden ilim kadın erkek tüm müslümanlara farzdır.

Öğrenilecek ilimler üç kısımdır:

“Birinci kısım akıl ilmidir. Bu ilim insanda zorunluluk hükmü ile gerçekleşen ve delilin yönünü öğrenmek tarzıyla, delili incelemekle gerçekleşen ilimlerdir. Bu ilmin kuşkuları da kendi cinsindendir Bu nedenle nazar(teorik düşünce, araştırma) hakkında şöyle derler: ‘Bir kısmı doğru, bir kısmı yanlış!’”* Bu alan bilimsel araştırma ve felsefenin çalışma alanıdır. İnsan hayatına hizmet eder. Evreni sebep sonuç ilişkileri içinde kavramaya çalışır, soyutlamalarla, hakikate yol bulma gayretindedir. Yararlıdır. Ancak tek ve yekta ilim kabul edilirse, insanın gözünü maddi olanla bağlar ve maneviyata kör eder. Aklı putlaştırır ve hakikate giden yolu keşfedeceğim derken gider, aks-ül emel ile o yolu tıkar.

“İkinci ilim haller ilmidir. Haller ilmi, sadece zevk(yaşama, tatma) yolu ile elde edilebilir. Dolayısıyla akılcı kişi, onu tanımlayamaz ve öğrenilmesi için kanıt ortaya koyamaz. Balın tatlılığını, sıbır otunun acılığını ve cinsel ilişkinin hazzını bilmek; aşkı coşkuyu, arzuyu ve bunlara benzer şeyleri bilmek, bu kısma girer. Bu gibi ilimler, kendileriyle nimetlenilmeden ve tatmadan öğrenilemeyen ilimlerdir. Sahiplerinde bu ilimlerin taşıdığı kuşkular da, kendi cinslerinden olan kuşkulardır. Söz gelişi, tatma duyusuna acı safra baskın gelen kimse balı acı hisseder, halbuki bal acı değildir. Burada tatma duyusuna temas eden şey sadece safranın acılığıdır.” **Sabrın(sıbır otu ile arasındaki kök benzerliğine dikkat çekmek isterim) sonunun selamet olması ancak sabredence bilinebilecek bir haldir. Sabırsız birine bunu hiç tecrübe etmediği için inandırmak mümkün değildir. Yahut ibadetin vereceği huzur ancak abidce bilinebilir. Aşkın acısına rağmen bir nimet olduğu da ancak aşıklarca anlaşılabilir. Balı hiç görmemiş ve tatmamış birine saatlerce onu tarif etseniz bir şey anlamayacaktır.

“Üçüncü ilim sır ilimleridir. Sır ilmi, aklın gücünün üzerindeki ilimdir. Başka bir ifade ile Ruh’ül Kudüs’ün sırra üflediği ilimdir ve peygamber ve veli o ilme tahsis edilmiştir.

Sır ilmi ikiye ayrılır: Bir kısmı, bu sınıflamadaki birinci tür ilimler gibi, akılla algılanır. Fakat sır ilmi bilen, onu teorik düşünce yolu ile elde etmiş değildir, aksine o ilmin mertebesi kendisine onu vermiştir.***( Vahiyle bildirilen hakikatleri akla yaklaştırmak ve akılca kabul edilebilir biçimde sunup insanlara nakletmek bu nevidendir. Zira nakil onları kendi aklı ile bulmuş değildir, ancak vahiyden almış ve insanların anlayabileceği biçimde aklı işleterek onu insanlara sunmuştur, Risale-i Nur’daki birçok bahis bu kategoridedir.)

İkinci tür ise iki kısma ayrılır: Bir kısmı ikinci kısma katılır, fakat bunun hali daha kıymetlidir. İkinci tür, rivayet ilimleri türündendir. Bunlar özü gereği doğruluğa veya yanlışlığa konu olan ilimlerdir. Şu var ki rivayet ilimlerini bildiren kişinin bildirdiği kişi nezdinde doğru sözlülüğü sabit ve söylediği ve bildirdiği şey hakkındaki masumluğu kesindir. Bu kısma örnek olarak peygamberlerin- Allah hepsine merhamet etsin- Allah’tan aktardığı haberleri, cennet ve içindeki şeyleri bildirmelerini verebiliriz.

Bu bağlamda Peygamberin “Bir cennet vardır” şeklinde bildirdiği haberler rivayet ilmi; kıyamet için “Orada suyu baldan tatlı bir havuz vardır” şeklindeki ifadesi hal ilmindendir ve o bir zevktir. Hz. Peygamber’in “Allah var idi ve O’nunla birlikte başka bir şey yoktu” ve bu anlamda verdiği haberler ise teorik düşünce ile algılanabilen akıl ilimlerindendir.

Sırlar ilmi olan bu üçüncü sınıfın özelliği şudur: Bir insan onları bildiğinde, bütün ilimleri öğrenir ve kuşatır. Diğer ilimlerin sahipleri böyle bir imkana sahip değildir. Dolayısıyla bu kuşatıcı ilimden daha değerli bir ilim yoktur. O, bütün bilinenleri içerir.****

Sır ilimlerine ulaşmış bir insanın bize bildirdiği bir mesele karşısında ne yapacağımız önemli bir meseledir. Eğer O zat Şari-i Teala’nın hakkında sustuğu bir bilgi getirirse, onu mutlaka reddetmemiz gerekmez. Bilakis kabul edip etmemede muhayyeriz. O bilgiyi bize getiren kişi adalet(dürüstlük, güvenilirlik) özelliğine sahip ise getirdiği bilgiyi kabul etmemiz bize zarar vermez. Zira O açık nassa muhalif bir şey getirmemiştir. Bilgimize göre adil bir insan değilse o zaman bakarız: Bildirdiği şey, bizim nezdimizde kendisini geçerli kılan herhangi bir yorumla doğru ise kabul ederiz. Aksi halde, onu mümkün şeylerden birisi sayarız ve onu söyleyene bir şey demeyiz. Çünkü davranışımız, yazılmış bir tanıklıktır ve ondan sorumlu tutulacağız. Allah şöyle buyurur ‘Onların tanıklıklarını yazacağız ve onlar sorumlu olacaklardır”(142)*****

Burada bize rehberlik eden ayet “Size bir fasık haber getirirse onu araştırmadan kabul etmeyin…” (Hucurat 6) ile “Allah insana dinini bir racul-ü facir eliyle de öğretebilir” olmalıdır. Zira bir insanın bazı hususlarda güvenilmez oluşu, her söylediğini de tereddütsüz yalan kılmaz. Ancak getirdiği şeyin tahkik edilmesi gerekir.

Bu ilimler kimi zaman inkar edilir, buna da şaşmamak gerekir. İbn-i Abbas şöyle buyurur: ‘Yedi gökleri ve yeryüzünde bulunanları yaratan Allah’tır, emri onların arasına indirir’(143) ‘Bu ayeti yorumlasaydım, beni taşlardınız’ demesinin anlamı olur muydu? Başka bir rivayette ‘benim kafir olduğumu iddia ederdiniz’ demiştir. Dolayısıyla akıllı ve arif insanın bu ilmin inkarını yadırgamaması gerekir. Çünkü Hızır ve Musa hikayesinde onlar için bir seçenek ve her iki sınıfın varlığına kanıt vardır. Yollar burada ayrılır ancak bu ikisini de batıl kılmaz.

Görüldüğü üzere Allah’ın ilmi bize sunulu sonsuz bir okyanustur, onun sözleri için denizler mürekkep ağaçlar kalem olsa kafi değildir. Okyanusun büyüklüğü bizi yıldırmamalıdır zira bizim algı ve marifet alanımıza serilmiş olanı bilmemiz için yeterli donanım ve istidat nefsimize dercedilmiştir. Bizim tek yapmamız gereken o çekirdek halindeki istidadı bir ağaç gibi emekle sulayarak büyütmektir. Ancak o zaman bizim için hazırlanmış makam-ı kemalata ulaşabilir, ve oradan Rabbimizin güzel esmasını ism-i Alim penceresinden seyredebiliriz. Yine o zaman imanımızın neticesi olan marifetullaha vasıl olabilir, kalbimizde serpilen muhabbetullahın tadına varabiliriz. İnsan bilmeyince, tanımayınca sevemez, sevse dahi sevgisi nakıstır. Oysa Alemler’in Rabbi tüm kapasitemizle muhabbet edilmeye layıktır. Zaten O’nun bize olan muhabbetine de ancak tüm zerrelerimizle sevebilirsek mukabele edebiliriz.


1. Kehf 18-65

2. Bakara 2-282

3-4. Hadid 57-28

5. Hadis-i Şerif

6. Bakara 2-269

7. Zümer suresi.39-9.

*, **.***,****,***** ibareleri Fütuhat-ı Mekkiye’nin Üçüncü Kısmı sf.73-77 den istifade ile yazılmış sonrasında fehmimce tefsir edilmeye çalışılmıştır.

  04.01.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut