Düşünceler…

Mona İslam

İNSAN KENDİ başına ayakta duramayan varlık. Kendine tutunmak. Yahut ötekine. Birinde bir nefse, diğerinde başka bir nefse dayanmak. Birinde içeride diğerinde dışarıda bir put edinmek. Birinde ene şirkine diğerinde tabiat ve esbab şirkine düşüvermek. İki ucu keskin bıçak…

Selamet Hakk’a tutunmakta, ama nasıl? Müteal olana nasıl tutunur ki insan? Aynen evvelkindeki gibi. Ya kendi özündeki Hakk’a sarılır, ya da dışarıda gördüğüne. Enfüste veya afakta, hiç fark etmez. Tutunulan Hakk olduktan sonra. İnsan kollarını her açtığında, bilse de bilmese de Hak’tan başkasına sarılmaz…

İnsan iftikar sahibi varlık. Fakir, fakirliği öyle ihtiyaç duyulan bir nesneye yönelik fakirlik türünden de değil, özünden, ta içinden. Kocaman bir delik var insanın içinde. Dipsiz, karanlık, â’ma. Bu yüzden hiçbir anda insanın kendi kendine yetemeyişi, muhtaciyetinin hiç bitmeyişi. Bu sonsuz boşluğu, sonsuz hiçliği ne doldurabilir ki? Sonsuz Varlık. Tek tek ve topyekün eşyada görünen tüm tecellileri doldurursa içine insancık, dolar, tamamlanır, nâkıs iken kâmil olur. Bunun yolu her gelene “eyvallah” demek ve hüsn-ü kabul etmek olsa gerek…

Derler ya “Bir şeyin varlığı ya da yokluğu nazarında müsavi değilse nakıssın evladım”

Eyvallah. Nâkısım…

İnsan dua eden varlık. Hal diliyle, ihtiyaç diliyle, kelimelerle. İnsan el açan varlık. “Tut beni” diyen, “düşüyorum” diye bağıran, dalgaların hücumunda elini dışarıya uzatan ve tutacak bir el olmazsa hali harap olacak varlık. Potansiyel kemalinden aşağıya düşmüş, tırmanmaktan yorulmuş, yükselişinin O’nun inişinden başka çaresi kalmamış varlık. “Sen gel ben yenildim…” diyen. Kendi urûcunu onun nüzulüne bağlayan. Dışarıda ve içeride boşlukta bir yerlerde O’nunla buluşma, Ona yapışma dileği dileyen. İyi ki her takatsiz adımımda on adım geliyor, iyi ki yürüyecek en küçük bir mecal bulunca o da bana koşuveriyor da halâs oluyorum…

İnsan ister. Kimi zaman acele, kimi zaman sabırla, kimi zaman istemenin lüzumuna inanarak. Acele katılmış hamuruna bir tutam. Fazlası ağız yakar. Eksikliği insanı yolda tembel kılar. Acele, ama sadece bir tutam. İnsan O’nun takdirini bilemez. Bu yüzden her ne kadar takdirde olanın olacağına inansa da, bir belki ile, bir imkân, bir hayal bir umut peşinde dilenmeye devam eder. Olur ya, belki bu dilek de aslında kabul olacak, ama kabul olması istenmesine bağlı kılınmış olan dileklerdendir…

Kimi zamanda hayal eder. Hayal etmek de dua etmektir. Hayallerinde evrenler şekillendirir insan. Dileklerine suretler giydirir, ayrıntılar verir, bir sanatçının titizliğidir hayalcinin çırpınışları, kusursuz olmalıdır hayali. Öyle ki, neredeyse “kün” emri verilecektir, ve misal alemindeki tahayyülüne harici vücûd giydiriverecektir. Hayallerine titizlenir insan, dualarına. Benim gibi hayalperestler için hayalin dua olduğunu fark etmek önemlidir. O zaman süreklidir dua hali, insan her ortamda içine döner ve dua eder. Uyanıkken ve uyurken dua eder, hayal hep bize eşlik eder, dua da…

Kul ise arzularını tek bir potada eritendir. Çokta biri görendir. Bunun için o her hacette yeniden ve yenden O’nu istediğinin bilinci ile duaya devam eder. Tuzum bitti, tuzum sensin bana tuz ver! Ayakkabımın bağı çözüldü, düşüyorum, ayağımın bağı Sensin beni tut, kaldır yerden! Her şeyinde “anne” diye bağıran çocuk gibidir kul. Topu kaybolsa top değil “anne” der. Karnı acıksa mama değil “anne” der. Düşse canı acısa “dizim, başım” değil “anne” der. Çocuk hacâtını tevhid eder. Kul ebedi çocuktur. Onun tek haceti “anne” dir. Onun rahmeti bizim için düşünmeden seslenilen, “geldim” dememesi düşünülmeyen “anne” dir.

Az evvel yatırdığım küçük kızım karanlık odasından aydınlık salona gözlerini kırpıştırarak gelirken, babasını da beni de şaşırtan bir cümle dökülüyor dudaklarından. “Anne baba” diyor “kafamda öyle çok düşünce var ki içlerinden uykuyu bulup çıkaramıyorum”. Şaşakalıyoruz. Ne söylemeliyiz ona. “Sen kendini düşüncelerine serbest bırak, uyku meleği gelir seni bulur, senin onu aramana gerek yok” diyorum, insani çaresizliğimi bir tarafa koyup “anne” isminin kudretiyle.

Keşke kendi kendimizin de annesi olabilsek. Yahut babası, insanın anne babaya ihtiyacı hiç bitmiyor ki. Bu yüzden ölmek bana artık, eski çocukluk günlerinde, yaz tatillerinde İstanbul’dan Cidde uçağına binip baba evine gidişlerim gibi geliyor. Baba evi, sözü bile güzel, tınısı. Sanki baba, sarılınacakların tutunulacakların en sağlamı, en dayanıklısı. Sanki baba olsa tüm ateşler berd ve selam olacak. Bir tebessümüne yaz gelecek, yine soluğu gibi sıcak Cidde havasını hissedeceğim.

Belki sırf bu yüzden hristiyanların “Göklerdeki babamız…” diye dua edişini seviyorum…

Yaralar nasıl iyileşir? Acaba her yaraya zıddı ile mukabele edersek bir şifaya davetiye olur mu? Mesela ağlamak isteyince gülsek, susmak isteyince konuşsak, uzaklaşmak isteyince yakınlaşsak, sevmek isteyince kızsak, yalnız kalmak isteyince insan içine karışsak şifa bulur muyuz? Her şey zıddıyla kemâl bulur ilkesi burada işler mi? Mikroplara antikorlar, zehire panzehirler varsa, acılara da zıddıyla mukabele edilebilir mi? Denemeden bilinemez değil mi? Evet, insan bazı şeyleri bizzat tecrübe etmeden bilemez. Kimi bilgi türleri ancak yaşamakla elde edilir. Muhakeme, akıl yürütme, tasavvur, tahayyül, empati onların zırhından içeri işlemez…

Hepimiz insan olma özünde, kaynağında, aynında biriz. Tek bir güneşin ışıklarıyız, tek bir pınarın suyuyuz. Zâtî özelliğimiz insaniyet. Sair sıfatlar ancak arızi olanlar. Doğum yeri yılı, milleti, ailesi, mesleği, cinsiyeti, hepsi kabuk özellikleri. Öze ve ruha müteallik şeyler söylemiyorlar bize. Oysa cevizi ceviz yapan özü, insanı da öyle…

Öyle ise, nasıl yabancılaşıyor insan böylesine ötekine. Görmüyor muyuz bütün papatyalar gibi aynıyız hepimiz. İnce, narin, kırılgan, aciz ve tutkulu ruhlar. Tek başına dilek kesilmiş, dua kesilmiş nefisler. İstenilen şey değişse de öz değişmiyor, insan Hakk’ı istiyor. Sahibini, tamamlayıcısını. Tek tek mi? Hayır! Papatyalar da tek tek kulluk etmiyorlar, insanlar da. Papatyalar ve insanlar düşündüğümüzden daha çok benziyorlar.

Topyekün tutunulan bir ip bu. Birbirini sevmek, Onu sevmek. Her bir şeyde ve hepsinde tekrar tekrar Onu sevmek. Iskalamadan külli bir niyetle, kocaman bir kalple sevmek. Peki insan “Annem dün öldü, belki de evvelki gün, bilemiyorum”* diyerek çekirdek çıtlatacak ve televizyon izleyecek hale nasıl geliyor. Bu yabancılaşma kime? Anneye mi kendine mi O’na mı? Belki hepsine… Ama ilk kopuş öteki ile başlar, ilk terk edilen daima ötekidir, misalimizde “anne”…

“Bir şiir onu yazana değil, ona ihtiyacı olana aittir”** ya. Her söz öyle. “Kün” sözü söylendiğinden bu yana, söz hangi kaynaktan gelirse gelsin, ona ihtiyacı olan için söylenmiştir. Kelam iki kişilik bir eylemdir. Mütekellim ve muhatap. Kutsal kitabın sözleri dahi ihtiyacımız varsa bizimdir. Göğsümüzü gere gere “benim ayetim” diyebiliriz. Kuşkusuz öyledir. O işaret oraya benim için bırakıldı. Ayet, işaret, tabela. Tabela yol arayana lazımdır, tabelayı asan yolu zaten bilir. Ağzımızdan çıkan, bizim sandığımız her söz dahi Ona aittir. Sadece ihtiyacımız olduğu için bize söyletilmiştir, bizim ağzımıza tevdi edilmiştir. Güzel söz güzelliğe en çok muhtaç olana verilir. Tıpkı Risale müellifinin söyleyedurduğu gibi…

Söz ihtiyaç sahiplerine infak edilmek için yayılır. Söz en çok muhtaç olduğumuz şeydir. En makbul infak ise sözün hıfzı ve nakli olsa gerek.

“En hayırlınız Kur’an’ı öğrenen ve öğretendir.” *** Sözü öğrenmek, öğretmek, elbette öncelikle kutsal sözü….


*Albert Camus, “YABANCI”

**Postacı filminden…

***Hadis-i Şerif

  28.01.2010

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut