Kimi seversin?

HİCRETİN 8. yılında, Mûte gazvesinden sadece bir ay sonra, Zâtü’s-Selâsil gazvesi gerçekleşir.

Bu iki savaşın yegâne ortak özelliği, aynı yıl içinde gerçekleşmiş olmaları değildir. Birbiri ardınca gerçekleşen bu iki savaş, Allah dilediğinde nice olmazların nasıl olabildiğinin de nişanesidir.

Mûte’de İslâm ordusunun komutanları Zeyd b. Hârise, Cafer b. Ebu Talib ve Abdullah b. Revâha’nın şehadetlerinden sonra komutanlığı üstlenen isim, yirmi yıldır İslâm’a karşı savaştıktan sonra nihayet hakkı teslim olmasının üzerinden henüz altı ay geçmemiş bulunan Halid b. Velid’dir; ve Medine’den yaklaşık bin kilometre uzaktaki bu savaşın gidişatını mucizevî sûrette görüp ashabına haber veren Peygamber aleyhissalâtu vesselam, onun tahmin edilenden çok daha kalabalık ve güçlü Bizans ordusu karşısında mü’minler ordusunu derleyip toparlamasına karşılık kendisini ‘Allah’ın kılıcı’ olarak nitelendirmiştir.

Yirmi yıl boyu kılıcını Allah’ın dinine karşı sallayan Halid’in ‘Allah’ın kılıcı’ olarak temayüz ettiği bu savaşın hemen akabinde yaşanan Zâtü’s-Selâsil gazvesinde ise, komuta mevkiinde Amr ibnü’l-Âs vardır. Amr ile Halid, uzun yıllar hakka karşı yürüttükleri mücadeleden sonra birbirlerinden habersiz şekilde yaşadıkları iç sorgulama sonucunda hakkı teslim ve kabul etmiş; ve yine birbirlerinden habersiz şekilde Müslüman olmak üzere çıktıkları yolculukları Medine güzergâhında kesişmiş ve beraberce Medine’ye girmişlerdir.

Düne kadar Allah’ın dinine karşı mücadele eden bu iki ismi Allah yolunda mücahede eden iki mü’mine dönüştüren süreç, elbette, başlıbaşına dikkat çekicidir. Bu iki Mekke soylusunun hayat serüveni, esasen İslâm’ın sonraki asırlar boyu ne şekilde yol alacağının da bir nişanesidir. İslâm, çağlar boyu dün karşısında olanları yarın müntesipleri arasına katarak ilerlemiştir ve bugünün dünyasında Batının içinden İslâm’a yönelenler bu tarihî gerçeğin son tezahürü niteliğindedir.

Düşman ordusunun gücü karşısında Medine’den takviye kuvvetler isteyen Amr ibnü’l-Âs, sonuçta zafer kazanmış bir komutan olarak Medine’ye döndüğünde, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın bu zaferden duyduğu hoşnutluğun yüzünden de okunduğu bir anda, Peygamber aleyhissalâtu vesselama beklenmedik bir soru yöneltir:

“En çok kimi seversin?”

Bir sefer dönüşünde, tam da savaşın ve sonuçlarının konuşulduğu bir hengâmda gelen bu sorusuyla Amr ibnü’l-Âs’ın almayı umduğu cevap tahmin edilebilir. Zihinde uçuşan imgelerin savaş, kan, kılıç, ganimet olduğu bir sefer dönüşü zemininde insana en sevimli gözükecek kişi kim olabilir?

Güçlü bir müşrik güruhunu bertaraf edip develer dolusu ganimet ve esirler ile Medine’ye dönmüş zafer kazanmış komutanın bu soruyu sorması, tam da böylesi bir anda akla ve dile gelecek ilk ismin kendisi olacağı ümidiyledir.

Gelin görün ki, cihad gibi yalnızca erkek mü’minlere farz olan bir ilâhî farizanın zihinlere ve muhayyileye hâkim olduğu böylesi bir anda ve Mescidinde seferden dönmüş sahabilerle birlikte başkaca erkek mü’minlerin de kendisini çevrelediği bir zeminde, Efendimiz aleyhissalâtu vesselam şu şaşırtıcı cevabı verir:

“Âişe.”

Bu şaşırtıcı cevap üzerine, almayı umduğu cevaba hiç olmazsa ikinci adımda ulaşabilmek ümidiyle, Amr ibnü’l-Âs, bu kez bir tahsis ve tahdide giderek sorusunu tekrarlar:

“Erkeklerden en çok sevdiğin kimdir yâ Rasûlallah?”

Şaşırtıcı şekilde, Rasûlullah aleyhissalâtu vesselamın cevabı yine ‘Âişe’nin ismini içermektedir:

“Âişe’nin babası.”

Amr ibnü’l-Âs, bu cevap üzerine “Sonra?” diye sormaya devam edince, Hz. Ömer ile başlayan ve ilk Müslümanların daha önde yer aldığı cevaplar gelecek; neticede Amr ibnü’l-Âs Peygamber aleyhissalâtu vesselamın sevgisinin ‘konjonktürel’ olmadığını ve yalnızca ‘son ân’a değil, bütün bir ömre baktığını ve muhakkak vefâkârlık da içerdiğini öğrenerek, daha fazla sormaktan vazgeçecektir.

Bir sefer dönüşü Peygamber mescidinde gerçekleşen bu muhavereden alınacak belki en manidar ders ise, Efendimiz aleyhissalâtu vesselamın, “En çok kimi seversin?” sorusuna karşılık olarak, kalbindeki cevabı aynen dile getirmesi, ve Hz. Âişe validemizin ismini çekinmeden söylemesi, dahası “Erkeklerden kim?” sorusuna karşılık doğruca “Ebu Bekir” cevabı vermek yerine “Âişe’nin babası” demeyi tercih etmesidir.

Ne zaman bu muhavere aklıma gelse, bu topraklarda gerçek, meşru ve helâl duyguları sansürlememizi bize öğütleyen duygusal kalıplar gelir aklıma. Çocukluktan itibaren öğretilen, hele ki okullarda bambaşka bir mecraya ve isme çekilen ‘en çok sevilen’ tasnifleriyle sahih ve kalbî duygularımızı sansürlemenin, dahası ortamın ‘resmî doğruları’na uygun gayrisahih ve sahte cevaplar vermeye yönlendirilmemiz...

Bugünlerin moda tabiriyle ‘erkek-egemen’ bir toplumda Efendimiz aleyhissalâtu vesselam, hem de bir cihad dönüşü gerçekleşen bir muhaverede, hiç çekinmeden “En çok sevdiğin kim?” sorusuna cevaben hanımının ismini zikredebildi. Peki, bugünün dünyasında ve bu toplumda biz, böyle bir soru karşısında kalbimizdeki cevabı verebilir halde miyiz? Böylesi sorular sözkonusu olduğunda, bizim cevabımız kalbimizden mi geliyor; yoksa, ‘beklenen cevap şu; bu soru da bu cevabı vermen için soruldu’ diyen aklımızdan mı?

Duygularını bastırmayı ve saklamayı, kalbinin söylemediği şeyi dilinde gezdirmeyi öğrenen kuşaklarız velhasıl.

Hele bir de bu durumu yere göğe sığdıramadıkları bir ‘müfredat’la kalıcılaştırmaya çalışanların kendilerini özgürlükten, Peygamber’i ise ‘baskı’dan yana konuşlandırmaya kalkışmaları yok mu; doğrusu sinirime dokunuyor...


Hâşiye: Kudsî nebînin ‘duyguların ifadesi’yle ilgili olarak, ashabı üzerinden bütün ümmetine öğrettiği iki talim daha var. İlki, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın da sofraya dahil olduğu bir ortama giren birkaç sahabi, sofraya buyur edilmelerine karşılık ‘tok olduklarını’ söylerler. Halbuki tok değildirler. Peygamber aleyhissalâtu vesselamın “Açlığınıza yalan karıştırmayın” uyarısından sonradır ki, sofraya otururlar. Ders manidardır: Aç olmak ayıp değildir; ama aç olduğu halde tok olduğunu söylemek ayıptır ve günahtır.

İkinci ders ise, Hz. Ömer ile ilgilidir. Ömer radıyallahu anh, bir gün Hz. Peygamber’in yanına gelip, “Yâ Rasûlallah! Seni kendim hariç herkesten daha çok seviyorum” der. Bunun üzerine Efendimiz, “Hayır yâ Ömer! Beni kendinden de fazla sevmedikçe felaha eremezsin” mealinde bir sözle uyarır. Buna karşılık Hz. Ömer’in hemen vereceği cevap ise, bizim böylesi durumlarda yapmaya alış(tırıl)mış olduğu üzere, “Aslında öyle demek istemiştim” gibi kaçamak bir cevap değildir. Hz. Ömer, aradan epeyce bir zaman geçtikten sonra Efendimiz aleyhissalâtu vesselama gelip, “Seni kendim dahil herkesten daha çok seviyorum” demiştir. Hz. Ömer’in hem ilk geldiği anda söylediği söz, hem de son söylediği söze gelinceye kadar aradan geçen zaman, Peygamber aleyhissalâtu vesselamın sahabilerini kalbleriyle dilleri barışık, özleri ile sözleri bir, rahat ve özgür insanlar kılmasının dikkat çekici bir diğer örneğidir.

  14.11.2009

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut