Demokratik açılım süreci ve milliyetçilik

Berrin Sönmez*

ŞİMDİ İTİDAL zamanı.

Dünya ve Türkiye doludizgin bilinmeze koşuyor. Değişim, hayatın değişmeyen kaidesi olmakla beraber ürkütücüdür. Bilinmezlik içerdiği için, gerginlik ve huzursuzluk yaratır. Arkasından ne çıkacağını kestirmek zordur, değişimin bu denli baş döndürücü hıza ulaştığı zamanlarda üretilen projelerin. Kaçınılmaz olmasına rağmen mevcut düzenin yapısal değişikliği biraz da bu nedenle muhalefetin tepkisini çekiyor.

Elbette siyasi rant hesapları ile karşı çıkıldığı da inkar edilemez. Tabii karşılamak gerekir, siyasi partilerin her meselede oy hesabı yapmasını. Ne pahasına olursa olsun mutlaka muhalif olmayı muhalefet partisi olmanın gereği zannederek karşı olanlara ise zaten söylenecek söz yok.

Ancak toplumdaki milliyetçi hassasiyetler dikkate alınmadan hareket edilirse, geniş halk kesimlerinin desteğini kazanamamak ihtimali hesaba katılmalı. Demokratik açılım çalışmaları, gerçekten milli birlik ve kardeşlik projesine dönüşmesi isteniyorsa, milliyetçi-muhafazakar kitlenin ikna edilmesine muhtaçtır. Süreci yönetenlerin bu noktada samimi gayretlerine rağmen muhalif partilerden, sorunun çözümüne dair görüş ve taleplerini alamadığı biliniyor. Bir siyasi taktik belki partilerin tavrı. Ancak süreci yönetenlerin bu engeli aşma konusunda mahir olması beklenir. Muhalefeti suçlayarak sonuç alınamaz. Sadece gerilim artar. Sertleşme ancak muhalif kitlenin genişlemesine hizmet eder ve onlarca yıldır kanayan yaranın sarılması bu kez de mümkün olmazsa, artık kol kırılır yeni içinde kalır anlayışı ile yola devam edilemez. Ne ülkemizin, ne de dünyanın şartları buna izin verir.

Memleketi ateşe atmak pahasına sorunu çözümsüzlüğe itmekse muhalefet partilerinin politikası. Çözüm sürecini yönetenler, bu politikayı tersine çevirmeyi bilmeli. Çözümsüzlüğü seçenlerin, sorunun çözümüne engel olmasına karşı alınacak tedbirler vardır. Mecliste partilerin, milletvekillerinin desteği arzu edildiği halde alınamıyorsa, o partilerin ve vekillerin seçmenleri ikna edilebilir. Ama bunun yolu meclis kürsüsünden o partinin bütün mensuplarını tetikçi ve mafya mensubu ilan etmek değildir.

Türkiye Kürt sorununu çözmek isterken Türkleri bir sorun kaynağı gibi göstermekle yol alamaz. İşte tam bu noktada itidal lazım. Serinkanlı ve güleryüzlü, yumuşak sesli ve samimi olmak gerektiği anda, iktidar partisi adına söz alanlar, İçişleri Bakanı Atalay’ın aylar boyu süren çalışmalarını berhava ediyor. Akıllara seza, suçlayıcı sözlerle memleketimizin milliyetçi hassasiyeti gözden kaçırılıp, muhalefet genişletilir. Sorun çözülmez. Türkiye’de Kürt sorunu Türklere rağmen çözülemez, bu böyle bilinip, halkın milliyetçilikten ne anladığı dikkatle incelenmeli.

İlk olarak, milliyetçi bakış açısı tabiatı itibariyle daimi savunma pozisyonunda konuşlanan bir siyaset olarak algılanmalıdır. Korumak istediği, bilinçtir. Dolayısıyla bahsedilen savunma pozisyonu askeri tabir olarak görülüp, çatışmacı, kaba kuvvet politikası zannedilmemeli. Milliyetçi düşüncenin bir siyasi fikir olduğu kadar bir hayat tarzını ve bir kültürel tercihi de ifade ettiği bilinmelidir. Milli birlik bilincinin zedelenmesi ihtimaline karşı koyma ve bu bilinci daima yükseltme gayreti, kaçınılmaz olarak değişimi engelleme, geciktirme veya en aza indirme çabalarını içerir. Hele de etnik milliyetçilik hakkında resmi söylemi içselleştirmiş olduğu dikkate alındığında ne hissettiklerini anlamak zor değildir.

Sorunun demokrasi referansıyla çözülmesi, yani milliyetçileri çağdaş demokratik prensipleri hatırlatarak ikna etmek belki bir yol ise de, ne yazık ki günümüzde milliyetçi yaklaşımlar Milli Mücadele yıllarından bile daha fazla tepkili Batıya ve batıdan gelen herşeye. Seçmen kitlemizin çok büyük bir kesimi, muhafazakardır. Uzun yıllardır iktidarı muhafazakar kitle belirliyor. Yekpare bir oy kitlesi olmadığı halde vicdani ve şuurlu bir milliyetçi bakış, büyük kısmına hakimdir. Ve bu büyük kitlenin içinde milletin ve devletin çıkarlarının demokrasi ile çelişmeyip tam tersine uyuştuğuna inananlar, fazla değil maalesef. AB sürecinde aldatılmışlık hissine kapılıp, insan hakları ve demokrasinin bir tuzak olarak kullanıldığı yanılgısı da zaten az olan bu kesimi erozyona uğratmıştır. Ayrıca tüm dünyada ve özel olarak bölgemizde yaşanmakta olan büyük değişim de konumuzda hatırı sayılır bir olumsuz etken olarak dikkate alınmalı.

Dünya yeniden yapılandırılır, dost-düşman algısı değişirken, irili ufaklı diplomatik krizler yaşanırken, milliyetçi refleksin harekete geçip direnç göstermesi şaşırtıcı olmamalı. Esasen, Avrupa’nın hemen hemen bütün ülkelerinde siyasi yelpazedeki ağırlıklarını arttıran aşırı sağ da ayni milliyetçi refleksle izah edilebilir. Oralarda bu direnç İslamofobi olarak karşımıza çıksa da bizdeki açılım direncinden fazla farklı değil. Küreselleşme olgusu değişim rüzgarlarını fırtınaya çevirdikçe, tıpkı 1930’lardaki savaş rüzgarlarının yol açtığı şekilde bireyin hak ve özgürlüğü devlet ve milletin çıkarlarına kıyasla gerilemektedir. Mevcut kurumların koruma altına alınması, insan haklarının korunmasından daha önemli kabul ediliyor geniş kesimler tarafından. Çünkü değişimin kaybettireceklerinden çekiniliyor. Kaybedecek şeyi olanlar değişimden korkuyor. Demek ki, demokrasi söylemi şu an derdimize çare olamayacak.

Bir modern fenomen olarak ulusal bilinç, modernizmin aşılmakta olduğu günümüzde yerel kültürlerin ve ulusal kimlik potasında erimemiş alt kimliklerin önem kazanmasıyla şok yaşamaktadır. Tüm dünyada milliyetçi-faşizan söylemin ağırlık kazanması, hortlaması biraz da bu sebepten. Batı, Müslüman göçmenlerin istilası ve artan nüfusuyla kendi kültürünü tehlikede görüp adeta bir kuşatılmışlık duygusuyla milliyetçi refleksler veriyor. Bizim yakın geçmişimizde ise Batılılaşmanın mimarlarından ve öncülerinden sayabileceğimiz milliyetçi-muhafazakarlar–belki de dindar muhafazakarlardan daha fazla ve daha önce batıyla tanışmış olduğu için– Batılılara benzer tepkiler veriyor, dine yatkın muhafazakarlar demokratik tavır alırken.

1910’larda Türkçülük bir siyasi akım haline gelip İttihat ve Terakki içindeki diğer siyasi akımları yavaş yavaş tasfiye ederken, Türkçü aydınlar arasında da bazı fikir ayrılıkları yaşanmıştı. Müslümanlık mı yoksa Türklük mü önce gelir, tartışması bizim siyasi tarihimizdeki muhafazakar kesimleri bugüne kadar tanımlamaya devam eden bir turnusol kağıdı hükmündedir. O yıllarda Süleyman Nazif kendi önceliğini şu ifadeyle formüle etmişti: “Kız kardeşimi Müslüman olmayan bir Türk’e vermem de, Türk olmayan bir Müslüman’a veririm.” Edebiyatımızın ve Türk milliyetçiliğinin önemli simalarından biri olan “Kara Bir Gün” şairi tarafından ortaya konan tercih elbette tartışıldı, ancak o yıllarda bile tersini söyleyenler yok denecek kadar azdı. Günümüzde artmış olacağını zannetmeye de imkan yok. Kadının bir meta gibi almak vermek konusu yapılması ve bir iktidar aracı olarak görülmesi şüphesiz reddedilmesi gereken bir dar kafalılık, ama ayrı bir tartışma konusu olarak–tıpkı günümüz milliyetçilerinde ne kadar değiştiği gibi–kenara kaldırmak gerekiyor. Ancak siyaset sahnesinde soy öne çıkarken aile hayatı söz konusu olduğunda dinin öncelik kazanması, dikkate alınması gereken bir husus. Derdimize çare olabilecek bir hatırlatma mı, bilinmez ama ,belki demokratik açılım sürecini yönetenlere ilham verebilir.

İslam’ın en büyük ve etkili ortak payda olduğu kimse tarafından reddedilmeyen bir gerçeklik. Ancak laik sistem refleksi din eksenli bir açılıma izin vermez ve galiba sırf din eksenli politikalar günümüz Kürtleri için de yeterli olmaz. Yine de kültürel özellikleri belirleyen en önemli faktörlerden biri olarak din, benzerlik ve yakınlıklarımızın vurgulanmasında kullanılıp hatırlatılmalı halka, milliyetçilerin din duygusundan hiçbir zaman tümüyle uzak kalamayacağı bilinciyle. Bir de sosyal yapıda ayrışmadan söz edilemeyeceği, Anadolu’nun her yerinde ve büyük şehirlerde bir arada yaşanmakta oluşu yardımcı faktörler. Tabii ki, akrabalık ilişkileri, Türk’ü Kürt’ten sıyırıp alamayacağımız kadar içiçe geçmişlik bir vakıa bizde. Yakın ve uzak geçmişimizdeki ortaklıklar, bu vatana birlikte sahip çıkmış olmak gerçeği de önemli elbette.

Geniş halk kesimlerini milli birlik projesi etrafında toplamanın mümkün olacağı bir başka karakteristik özelliğimiz daha var. Toplum olarak, soyut fikirlerden ziyade kişilerde somutlaştırıyoruz, meselelerimizi. Çoğu zaman ciddi eksikliklere yol açsa da halkın akrabası, arkadaşı, komşusu gibi birebir tanıdığı şahıslar üzerinden izaha gitmek yararlı olacaktır. Resmi söylemin dayattığı ayrım yoktur inancının yıkılması, öteden beri yapılmış haksızlıkların da teröre karışmamış şahısların yaşadığı örnek olaylarla gündeme gelmesiyle mümkün olabilir. Biz Türkler merhametli insanlarız. Bilme hakkımızın tanınmaması bir yana, bir de ideolojik yönlendirmelerle maalesef uzun yıllardır, devlet ve millet adına, bizim adımıza bir takım karanlık emelli, katı yürekli insanlar tarafından yapılan haksızlıklar gizlendi. İnsana yakışmayan, insanı insanlığından çıkaran haysiyet kırıcı davranışlar gözler önüne serildiğinde, vicdanlar dile gelecektir. Bu ülkenin Kürtleri de bilmez değil zaten, tek ezilmişin kendileri olmadığını. Katı kalıplar içine sıkıştırmış olunca otoriter yönetim zihniyeti toplumu, hemen bütün kesimler haksızlıklardan nasibini almakta.

Dikkat edilecek en önemli husus şehitlere saygısızlık yapılmasını önlemek. Hiçbirimizin vicdanı bu haksızlığa tahammül etmez. Terörü kınamak ve reddetmek kadar, terörle mücadele ederken toplum için can verenleri ve ailelerini hak ettikleri saygın konumu dikkate alıp incitmeden sürece dahil etmek gerekli. Gerçekten vatan sağ olsun dedi yıllardır gözü yaşla dolsa da binlerce şehidin ailesi. Terörü bitirmek için planlanan bu demokratik açılım süreci toplumu huzura kavuşturduğunda, şehitlerimiz de canları pahasına sağlanan bu huzurdan memnun, huzur içinde, vatanın bağrında ve milletin sinesinde, yatacaklardır. Evlatlarını şehadete göndermek değil devletin görevi, en iyi şartlarda yaşatmak. Şehitlerimizin canı pahasına da olsa anlamış olursak terörle haklı mücadelenin bir arada olamayacağını ve toplum adına yapılan haksızlıkların devleti güçlendirmeyip, terörü beslediğini; hatalardan dönmüş oluruz. Şehitlerin kanı boşa akmış denemez, gerçeği ortaya koymuş, herkese anlatmış bir mürekkep olur, tarihimize yazılan yeni sayfada. İnsanın hayatı, haysiyeti, önceliği ve önemi dinimizde olduğu gibi devletimizde de kısıtlanamaz ilkeler olarak yer alır.

  15.11.2009

© 2021 karakalem.net, Berrin Sönmez



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut