Hatibin türküsü

Nuriye Çakmak

GÖZYAŞLARI İÇİNDE hatibin türküsünü dinliyorum yıllar sonra bir akşamüstü. Serviste okula giderken dinlerdik biz bu ezgiyi. Hayret, o hengâmenin, onca haylazlığın içinde o zaman da yaşartırdı gözlerimi, içime işlerdi. Büyük ablalarımdan biri getirirdi servise, dikkatle dinlememizi ister, ezberden de tekrar ederdi. Bir tabloyu izler gibi izlerdim onu. O zamandan beynime kazınmalıydı, bu sadece bir okul olamazdı.

Biz okulun içinde okulumuzu özlerdik. Her öğrenci gibi “ah bir bitse” derdik demesine ama, içimiz titrerdi; bilirdik, bu günleri çok arayacağımızı söylerdi bilinmez bir ses. Öyle ya, biz kocaman bir halkanın ucu olduğumuz sanırdık, son halka olacağımız gelmezdi aklımıza. Daha okulumuzu bitirmeden yüzleştik “dışarısı”yla biz. Hayatın bizim dışımızda gelişen dayatmalarıyla. Liseli kız havaları çok uğramadı bizim iklimlere.

Okula ilk başladığımızda devasa bir bahçeye atmıştık adımımızı. Ne kadar etkileyici bir sahneydi Allahım. Bu ne büyük ve ne güzel bir binaydı. Ve ben ne kadar küçük ve şaşkındım. İlkokulu henüz bitirmiştim ve bu yeni etek bana hiç huzur vermiyordu, hele o kaygan başörtüsü, omuzları vatkalı o okul ceketi. Kıyafetin içinde kayboluyordum; okulun büyüklüğü ve kalabalıklığı içinde. Ama asla korkmuyordum, beni saran bir duygu vardı içimde. Derin bir aidiyet.

Kocaman ablalar vardı okulumda. En büyük ablamdan biraz küçükler herhalde diyordum. Birden birisi toplarsa eteğimi, kayan başörtüme el atarsa biri, ablaların iş başında olduğunu anlıyordum. Ne güzeldi elleri. Onları da bir tablo gibi izliyordum.

Cuma günü tam bir bayramdı okulumda. Her yıl mutlaka ödül alan hafız öğrencilerden biri Kur’an okurdu okulun hoparlöründen. Duvarlarda çınlardı o harika ses ve iliklerimize işlerdi o Kur’an. Unutmak ne mümkün; “bugün Cuma” derdi herkes. Sonra ezana denk gelen saatlerde uzun bir teneffüsümüz olurdu. Erkekler Cumaya gider ve bütün hafta giremediğimiz erkekler bahçesi bizim olurdu. Ne hoştu.

Kocaman bir spor salonumuz vardı, en az onun kadar büyük de bir mescidimiz. Beş bini aşkın da nüfusumuz vardı, biz kendi içimizde koca bir şehirdik. Baba gibi sevdiğimiz hocalarımız, ablamız gibi bahçede top oynadığımız, birkaç yıl önce aynı sıralarda okuyup doyamayıp öğretmen olup geri gelmiş öğretmenlerimiz vardı.

Büyüyorduk. Aynı çatı altında hep birlikte büyüyorduk. Elbet hoşa gitmeyen şeyler yaşıyor, belki yaşatıyor, ama sınır çizgilerini aşmıyorduk, aşamıyorduk. Bizi tutan bir duygu oluyordu her zaman. Sözgelimi hayırseverler tarafından yaptırıldığını bildiğimiz okulumuzun birçok yeri,--devletten alamadığımız yardımlar gereği--kendi malımız gibi geliyordu bize.

Hiç büyümeyeceğimizi sanıyorduk, sanki hep o binada kalacağımızı. Hayata dair bir derdimiz de yoktu. Ablalar yavaş yavaş gitti okulumuzdan, okulun havası biraz değişir gibi oldu. Sonra biz abla olduk, ama biz birilerinin eteğini düzeltemedik. Örtülerine yardım edemedik. Birşeyler oluyordu, biz anlayana kadar hayata geçiyor, bizi şaşkın ediyordu. Kesintisiz eğitim diye birşey çıkmıştı. Okulumda birşeyler oluyordu. O yeni gelen hevesli ve şaşkın öğrenciler yoktu. Okuluma talep azalıyordu. Ve yeni gelenler zaten karma okudukları gibi, benim okulumda da ilk kez karma sınıflar oluşturuluyordu. Bu bizim için büyük bir şoktu. İnanamıyorduk. Okulumuzun en büyük özellikleri bir bir koparılıyordu, canı çekiliyordu okulumun, binanın ağırlığı omuzlarımıza çöküyordu. Milli güvenlik dersiyle yasakla yüzleşiyorduk sonra. Sonra bu “sonra”ların ardı arkası kesilmiyordu. Yeni gelen öğrencilere başörtüsü dayatmaları yapılıyordu. O koca bahçeye şimdi alkışlar ve donanımlı polisler eşliğinde giriyorduk.

O abla yerine koyduğumuz hocalarımız derslere gelmiyordu, onları koridorlarda ağlarken görüyorduk. Kimini komik peruklarla görmeye alışıyor, başını kazıtan en sevdiğimiz tarih hocamızın psikolojisinin bozulduğunu öğreniyorduk. Dinimizi öğretmek için öğreniyor, uygulayamıyorduk.

Ciğerimiz yettiği kadar bağırıyorduk bazı sabahlar. Çaresiz olduğumuzu çok iyi biliyorduk. Bizi duyan kimsenin olmadığını da. Bir nesil gidiyordu, bir ülkü, bir emek, bir hayal, bir temel kayıyordu. Tek şahidi bizim hüzünlü gözlerimiz, tek taşıyıcısı düşük omuzlarımız oluyordu. Artık alışmıştık, bahçemizde boşluklar kalıyordu; eskiden izdiham yaşanan bahçemizde. Artık kızlar ve erkekleri ayıran o çizgiler yavaşça siliniyordu. Ve bizden fazla ayak altında dolaşmamamız isteniyordu.

Hiçbirimiz üniversiteye hazırlanmıyorduk. Hiçbirimiz hayal kurmuyorduk. Sadece “Acaba bu sabah şu ömrümün en güzel kapısından tekrar girebilecek miyim?” diye düşünüyorduk. Okulumuzdaki akıl almaz değişiklikleri anlamaya çalışıyorduk, sindirmeye. Kan ağlıyorduk.

Ben ilkokulu bitirir bitirmez girdiği o büyük kapıdan hiç karma olmadan, başörtüsüne saldırılmadan çıkabilen neslin son ferdi oluyordum. Artık tanıyamadığım okuluma gözyaşlarıyla veda ediyordum. Günlerin hiç iyi şeyler getirmeyeceğini bilerek. Kimseye emanet edemeden davamı, içime gömüp yasımı, sırtımı dönüyordum.

Okulumun bir zaman yetmeyen binalarına kilit vuruldu sonra, sonra polisler hep uğrar oldu çocuklarına yasak uygulamak için gözyaşlarıyla, anneler kapılarda bekler oldu. Kardeşlerim okumak için gözyaşları döktü modern ülkemde. Hayatla yüzleştiler, en ağırından, hiç hak etmedikleri halde.

Hayalim kirlenmesin diye yıllarca gitmedim okuluma. Şimdi, yani 10 yıl sonra birkaç gecikmiş cılız habere sevinirken utanıyorum. Hatibin türküsü susalı, susturulalı çok oldu. Şimdi hasta yatağından kalkmaya çalışıyor, ama biliyorum, benim kadar onun da içi yanıyor, andıkça eski günleri.

Kimseye teşekkür etmiyor İmam Hatipli, asla minnet duymuyor, bizi yaraladınız, yıllar böyle geçti. Ne en güzel hatıralarımız silinecek, ne yaşattıklarınız. Hatibin o dinmeyen içli türküsü hep içimizde demlenecek. Asla ulaşamayacağınız içimizde.

  12.11.2009

© 2021 karakalem.net, Nuriye Çakmak



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut