“EVLADIM ELİNDE tuttuğun odun, haddizatında bir odundur; ama sen içine kendinden bir nefes üflediğinde o odunluktan çıkar, ruh kazanır--tıpkı Allah’ın insan bedenine nefesini üflemesi gibi…” demişti 3-5 sene önce bir hevesle ney üflemeyi öğrenmek için dizinin dibine çöktüğüm pir-i fani.
Üstünden birkaç yıl geçmiş olmasına rağmen, o konuşmadan sonra, nefes kelimesi sözlükteki diğer kelimelerden hep daha fazla anlam içerikli oldu benim için.
Üniversite yıllarında dersten fırsat bulduğum zamanlarda elime neyi alıp onu odunluktan çıkartmaya çalışırdım. Anlamlı ve ahenkli bir bütünlük içerisinde sesler çıkartamayıp ev arkadaşlarımı çileden çıkartsam da, nefesin neler yapabileceği mucizevî birşeymiş gibi gelirdi.
Bir gün sıklıkla uğradığım kitapçılardan birinde, üstünde kocaman Nefes yazan yeşil kaplı bir kitap gördüm. Mıknatısla çekilmiş gibi kitaba doğru yöneldim ve elime alarak biraz baktım. Satın aldım, okudum ve şimdi hayatımda en çok etkilendiğim 10 kitap içerisinde sayabilirim. Nuriye Akman’ın Nefes adlı kitabı bende aşka dair, daha önemlisi Sünnetullah’a dair yazara minnet borcu duyacak kadar etki bırakmıştı.
Tüm bunları Nefes kelimesinin bendeki anlamına dair genel bir çerçeve çizebilmek için anlattım. Ve bu yazıyı okuyanların hemen aklına geleceği gibi, sinemalarda Nefes isimli bir film gösterime girince de zaman kaybetmeden gittim, filmi izledim.
Yazık olmuş…
Anlam açısından bu kadar derinlikli bir isim, anlam derinliği açısından bu kadar sığ bir filme kurban edilmiş. Hayır, hayat veren Nefes, ölümü anlatan bir filme harcanmamalıydı…
Buram buram militarizm kokan Yavuz Semerci imzalı Nefes filmi, Güneydoğu’nun sarp dağlarından birinde “vatanı korumak” misyonuna binaen kurulmuş bir sınır karakolunda geçen, askerler arasındaki ilişkilerle beraber, karakol komutanı olan subay ile PKK’lı militanların lideri arasındaki kişisel rekabeti yansıtıyor.
Filmi teknik açıdan incelemek haddim değil, ama sıradan bir izleyici olarak şunu belirtmeliyim ki, tekrar tekrar gösterilen bulut sahneleri oldukça sıkıcıydı.
Anladığımı düşündüğüm noktalardan filme göz atacak olursak, filmden sonra erkeklerin keşke ben de filmde vatanları için ölen askerler gibi kahramanlık gösterebilsem de benim de arkamdan o kahramanlığın destanlaştırıldığı filmler çekilse, kitaplar yazılsa hissiyle salondan çıkması için verilmiş mesajlarla dolu.
Karakol komutanının eşine yazdığı mektupta iyice belirginleşen başka bir mesaj da “Aslında askerler de insandır, onlar da âşık olur sevdalanır, mahalledeki kızı sever” fikridir. Ama komutanın operasyona(?) çıkmadan önce eşine verilmesi için yardımcısına verdiği duygu yüklü ifadeleri kullandığı mektupta ondan vatanı için ayrıldığını belirtiyor (kurgu bence burada hatalı şekilde planlanmış, çünkü komutan eşinden ayrıldığını anlattığı mektubu yardımcısına verirken “Bu son operasyondan çıkabileceğimi sanmıyorum” diyor, ama komutan teröristlerin karakol baskını sonucunda ölüyor). Ama burada senaristin hakkını yememek lazım, çünkü mektupta geçen bir cümlede komutan “Benim vatanım sen olsaydın keşke” diyerek sevgilisine sesleniyor. Buradan benim anladığım, komutan vatanın sevgilisi yerine konulmasından rahatsız ve pişman. Komutan vatanı için sadece çok sevdiği eşinden değil, aynı zamanda geniş maddi imkânlardan da yoksun kalmıştır. Elinde kâğıtlara yazıp çizdiği bir sahnede sivilde bankacılık yapan askerine bankasından kredi alma koşullarını soran komutanın dağlar kredi almada işe yaramayınca sinirlenerek elindeki kağıtları yere fırlatması, insanın aklına devasa binalar şeklinde inşa edilen ve askerlerin içeride en iyi şekilde ağırlandıkları orduevlerini getirmesine engel olamıyor. Yani, sayın Semerci bence askerlerin dağda vatanı korurken aslında maddi imkanlardan yoksun kaldığı fikrini etkileyici şekilde yansıtamamış.
Filmde dikkat çeken başka bir husus, şehirli-köylü, Kürt-Türk herkesin orduda beraberce yaşayabildiğini göstermesidir. Ama bu barış içindeki birliktelik sadece üniformalılar arasındadır. Çünkü İstanbul’dan gelen asker geride bıraktığı sevgilisi kendisinin de bazı sorunları olduğundan bahsedince dağdaki komando senin ne sıkıntın olabilir ki karşılığını vererek aslında şehirli kızın asla sorun yaşamadığını dile getirmek istemiştir, tıpkı köylü nüfusun genelde şehirde yaşayanların sorunlarını hafife aldıkları gibi.
Üniforma altındaki şehirli-köylü ittifakı veya benzeşmesi, Kürt ve Türk halkının arasında da gerçekleşmektedir. Bir yandan terörist lider, komutanla yaptığı telsiz konuşmaları sırasında “Siz benim halkımın dilini konuşmasına izin vermediniz” dese de, yine Kürt halkının bir evladı askeri üniforma altında göndere bayrağı çekerken Kürtçe türkü çığırdığı bir sahnenin filme monte edilmesi gerçekleri yansıtmamakla beraber ,yukarıda değinilen “üniformanın birleştiriciliği” mesajını da vermektedir.
Farklı bir noktaya temas etmek gerekirse, karakolda bulunan askerler farklı sosyal tabakaları, değişik etnik kökenleri yansıtsa da, birkaç sahnede çeşitli dünya görüşleri de filmde yer bulmuştur. Mesela, Konya’dan gelen bir asker diğer arkadaşlarının da bulunduğu bir yerde, gazilik şehitlik makamlarını ve bu payelere ulaşan insanların cennete gidip gitmeyeceklerini sorgulamıştır. Bu soruları soran askerin diğerleri tarafından (aynı zamanda benimle beraber filmi izleyen topluluğun büyük bir kısmı tarafından da) alaycı şekilde karşılanması dindarların hassasiyetlerinin gözetilmediğinin bir kanıtı olabilir.
Nefes’in en önemli sahnelerinden biri kuşkusuz komutanın yaralı şekilde ele geçirilen kadın teröriste (ki bu kadın, dağdaki terörist grubunun liderinin sevgilisidir) yaptığı muameledir. Yaralı olarak sedyede yatan kadın teröristin boğazını sıkan komutan askerler tarafından sakinleştirilirken, salonda “Gebert pisliği, öldür lan” gibi ifadeler fısıltı şeklinde kulaktan kulağa gitmekle kalmamış, genel itibariyle de sesli olarak dile getirilmiştir. En azından benim gittiğim sinema salonunda.
Yaralı kadının helikopterle hastaneye taşınması ve son sahnede baskından kurtulan askerin yaralı başka bir teröriste silahını çekip de öldürmemesi, aslında Güneydoğuda görev yapmış askerlerin psikolojik durumlarının ne kadar keskin çelişik durumlarla karşılaşarak bir daha düzelmez hale gelebileceğinin en önemli göstergesi olabilir. Ama burada asıl verilmek istenen mesaj şüphesiz Türk askerinin en zor durumda bile hukuka olan saygısı(!) (Öldürme, yargıya teslim et), ve insana olan merhametidir (Öldürme, tedavi et); ki realiteyi ifade etmekten uzaktırlar.
Keskin çelişik durumlardan bir tanesi de, boğaz sıkma hadisesinden önce, kadın yaralıyı tedavi eden doktor asker ile komutan arasındaki konuşmadır. Komutan askere “O (terörist) senin kardeşini de öldürse tedavi eder misin?” deyince asker belli bir suskunluk yaşamıştır. Bu sessizlik intikam duygusunun merhamete, bahsedilen durumda, galebe çalacağını anlatmaktadır.
“Sen ölürsen herkes ölür,” filmin sloganı. Nedim Hazar’ın ifadesiyle insanın içindeki kahramanı gıdıklayan bir anlamı var. Sen dağdasın, sen o ıssız karlı tepede zor şartlarda vatanı bekliyorsun, eğer sen ölürsen herkes ölür. İstanbul’daki sevgilin de ölür, köyde babandan ızdırap çeken annen de ölür, tıpkı sen askerdeyken mahalle bakkalının istediği yavuklunun öleceği gibi. Sanırım askerin ve meslek olarak askerliğin biraz da dinimizin şehitlik ve gaziliğe vermiş olduğu üstün değerleri de sömürerek, halk nezdinde sorgulanamayacak bir yapıya dönüşmesinde ve genç erkeklerin vatanlarına hizmet yolu olarak benimsemesinde bu kahramanlık duygusunun cesaretlendirici yönü tekrar düşünülmeli.
Filmin sondan bir önceki sahnesi, ki bence etkili mesaj verme açısından oldukça başarısızdı, baskından canını kurtaran tombul şirin bir askerin saldırı sırasında parçalanan Atatürk büstünün en büyük parçasını yaralanmış bacağına aldırmaksızın düştüğü yerden kucağına alıp büstün önüne oturmasıdır. Filmdeki hiçbir sahne beni bu bahsettiğim sahne kadar, bu kadar da olmaz dedirtmemişti. Film üreticilerinin halktan kopukluğu mudur nedir, bilmiyorum ama, Sayın Semerci’nin bilmesini istediğim birşey var ki o da eğer bu millet gencecik yavrularını, hayallerini, ailelerini ve geleceklerini bırakıp ölmeye “En büyük asker bizim asker” sloganlarıyla gönderiyorsa bunu her şeyden önce dini gerekçelerle, ardından siyasi mecburiyetlerle yapar.
Filmde cânım Nefes kelimesinin en hatırlanabileceği yegâne sahne yönetmenin ve tecrübesiz oyuncuların bu milletin evlatlarının samimiyetini ve saflığını yansıtmakta oldukça başarılı oldukları son sahnedir. “Sensiz ben nefes alamam” şarkısını hep bir ağızdan söyleyen askerleri görünce, gerçekten insanın içi burkuluyor, bir hiç uğruna neden bu kadar kan dökülmüş, dökülüyor diye…
Son olarak, filmin vizyona girme zamanlamasını ticari bir pazarlama başarısı olarak takdir etmek gerekir. Kürt açılımının en kritik dönemeçlerinden birini teşkil eden eve dönüşlerin başladığı, militanların üniformalarıyla yargıya teslim oldukları bir dönem yaşanırken, böyle bir filmin üreticisine çok büyük meblağlar kazandırırken, kabaran milliyetçilik hislerini körükleyerek teslim olan teröristlere karşı nefret hissini arttıracağı muhakkak…
Diyeceğim o ki, yazık oldu Nefes’e…