Kürt Meselesi’nin Açılımı

Aşağıdaki yazı, Zaman gazetesinin kitap eki KitapZamanı’nın Kasım sayısı için yazıldı ve yayınlandı. Bir kitap değerlendirme yazısı olmakla beraber, meseleye bakışa dair bir çerçeve de sunuyor olduğunu düşündüğümüz için, sitemizde de yayınlıyoruz.


OSMANLININ SON yüzyılında gözünü İslâm topraklarına dikmiş Batılı devletlerin dilinden düşmeyen ‘Şark meselesi’ için, bir Batılı diplomatın şu ifadeyi kullandığı rivayet edilir: “Şark meselesi, aslında bir Garp meselesidir.”

Bu ifade, böylesi iki kutuplu mesele veya gerilimlerde, düğümü de, çözümü de sadece odaklanılan noktada görmemek gerektiği, dahası asıl odağı başka yerde arama açısından öğretici. Nitekim, bu ülkede bir ‘başörtüsü meselesi’ varsa, biliyoruz ki, bunun asıl odağını ‘başörtülüler’ oluşturmuyor.

Keza yirmi yıl önce telaffuzundan dahi uzak durulur bir ‘Kürt meselesi’ veya ‘Kürt sorunu’ varsa, aşikâr ki, bu mesele ‘Kürtler’ ile başlayıp biten bir mesele değil. Asırlar boyu birbirini ‘millet-i İslâm’ın birbiriyle kaynaşmış iki unsuru olarak göregelmiş; ve Osmanlı idaresi altında kendisini hilafetle tarif eden bir imparatorluğun şemsiyesi altında beraberce yaşamış Kürtlerin, ayrı bir ‘ulusal kimlik’ vurgusuyla öne çıkmalarının tarihi çok eskilere dayanmıyor. Bugün ‘Kürt meselesi’ olarak dile gelen bu olgunun tarihine baktığımızda ise, meselenin bir ‘Kürt meselesi’ olmanın yanında bir ‘Türk meselesi’ olduğunu; dahası, küresel siyasetle birebir ilgili bir mesele niteliği de taşıdığını görüyoruz.

Tarihçi İsmail Çolak’ın kaleme aldığı ve Nesil Yayınları tarafından yayınlanan “Kürt Meselesinin Açılımı: Said Nursi’den Teşhis ve Çözümler” başlığını taşıyan kitap, çeyrek asırdır daha ziyade PKK terörü-askerî çözüm ikilemine sıkışmış bulunan ve bu haliyle çözülmek bir yana kangrenleşen bu meselenin halli için ‘demokratik açılım’ın en yetkili ağızlarca dile getirildiği bir dönemde yayınlanmış olması itibarıyla, Türkiye gündemiyle birebir örtüşüyor. Çolak, bir tarihçi kimliğiyle, özellikle Osmanlının son dönemine odaklanan bir yaklaşımla konuyu ele alıyor. 350 sayfalık kitabın yaklaşık 200 sayfasının bu döneme ilişkin olduğunu söylemek, bunu göstermek bakımından yeterli.

Türkiye’nin yakın tarihinin en belirleyici dinamiği niteliğindeki bir olguyu sağlıklı bir çözüm zeminine oturtmak için ‘demokratik açılım’ın dile geldiği bir zeminde, meseleye tarihsel bir ‘açılım’ sağlama, hele ki ‘Said Nursi’den teşhis ve çözümler’i dile getirme iddiasını daha başlığında okuduğumuz bir kitabın sayfaları arasında ilerlemeye başladığımızda ise, ne yazık ki bizi bir hayal kırıklığı bekliyor. Çolak’ın kitabı, daha en başta, ‘Başlarken’ başlığını taşıyan sunuş bölümünde kullanılan dil ve seçilen kelimeler ile, bir hayal kırıklığına hazır olmamız gerektiğini bize fısıldıyor. Böylesi zor ve sancılı konularda konuşur veya yazarken dikkatli olunması gereken iki husus var: (i) yazarın tek-taraflı olarak konuya bakmadığı, ‘empati’ yeteneğine sahip olduğu intibaını okuyucuda uyandırabilmesi, (ii) bir ‘müzakere’ sürecini baltalayacak türden kelime ve söylemlerden uzak durulması. Ancak, ilerleyen sayfalar boyunca ‘Türk devleti-merkezli’ bir bakışın kitabın tamamına hakim olduğunu gördüğümüz gibi, daha ‘başlarken’ karşımıza çıkan ‘fesat,’ ‘ihanet,’ ‘sözde,’ ‘menhus,’ ‘figüran’ gibi kelimelerle ‘mesele’nin müzakereye ‘kapatıldığını’ görüyoruz.

Çolak’ın kitabında daha ‘başlarken’ yaşadığımız bu sukut-u hayali, daha ilk kısmın “Tarih Sahnesine Çıkışlarından Osmanlılara Kadar Kürtler”i anlatma iddiasındaki ilk bölümde yaşayacağımız hayal kırıklığı takip ediyor. Mehmed Âkif’in o ünlü ve unutulmaz “Çanakkale Şehitleri” şiirinde “Sen ki Şarkın en sevgili sultanı Selahaddin’i/ Kılıçaslan gibi ecdadına ettin hayran” derken dile getirdiği ismin, Selahaddin-i Eyyubî’nin isminin dahi geçmediği iki sayfalık bir ‘tarihçe’ burada karşımıza çıkan. Sonrasında ise, Kürt aşiretlerinin Yavuz zamanında Osmanlıya intisabından başlayarak, sürekli devlet-merkezli bir anlatım çıkıyor karşımıza. Ve yakın zamana doğru gelindiğinde, ‘Kürtler’in Batılı emperyal güçlerin Osmanlı üzerindeki oyunlarının ‘maşası’ olarak zihnimize yer ettiği analizler geliyor.

İsmail Çolak’ın kitabında dile getirdiği olayların, hepsi de birer tarihî gerçek olsa dahi, ‘fotoğrafın bütününü’ ortaya koymadığını belirtmek gerek. Dahası, aynı mekân ve aynı olayın farklı açılardan bakıldığında tamamen farklı fotoğraflarının ortaya çıktığı gerçeğini de. Meseleye tarihî açılım kazandırma iddiası taşıyan bir kitapta en ziyade ele alınması gereken hususlar, hilafetten ulus-devlete geçiş süreci ve sonrasında yeni ulus-devletin Türk kimliğini tahkim amacıyla girişilen ideolojik ve zecrî müdahaleler iken, bu sürecin nisbeten ‘kısa geçildiğini’ görüyoruz. Çeyrek asırdır bu toprakların en acılı ve en sancılı olgusu olarak karşımıza çıkan meselenin aşılabilmesi için MİT Müsteşarı ünvanını taşıyan bir ismin bile “Ulus-devleti sorgulamalıyız” diyebildiği bir zeminde bir tarihçinin çözüm adına bir kitapta bu boyutu irdelemeden geçmesini anlamak pek mümkün değil.

Ama asıl hayal kırıklığı, kitabın altbaşlığını oluşturan “Said Nursi’den teşhis ve çözümler” hususunda çıkıyor karşımıza. Risale-i Nur’a bir parça vâkıf olan herkesin görebileceği gibi, böylesi bir meselede Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu çözümler dile getirilecekse, birbirine paralel iki ana izlekte yol alınması gerekiyor: (i) Bediüzzaman’ın milliyetçilik konusuna yaklaşımının, “Otuzuncu Söz”de ortaya konulan ‘Ene’ bahsine dayandırılarak açılması; (ii) ben-merkezliliğin toplumsal bir ifadesi olarak milliyetçiliğin en temel vicdanî, kevnî ve Kur’ânî ilkelerden ikisi olarak ‘adalet ve merhamet’ ile teşkil ettiği tezada dair, Bediüzzaman’ın tâ Emevîlerden başlayarak bugüne kadar getirdiği izahat. Bu perspektiften bakıldığında, hele ki Bediüzzaman’ın “Vatan için herşey feda edilir” anlayışına Kur’ânî adalet ve merhamet ilkesi uyarınca lâhika mektuplarında getirdiği itirazlar dikkate alındığında, Türkiye toplumunda yaşanan gerilimin aşılması için gerekli ‘açılım’ın temel dayanaklarını tesbit etmek pekâlâ mümkün iken, İsmail Çolak’ın kitabında bu derinliği ve genişliği görebilmek ne yazık ki mümkün değil. Bilakis, Bediüzzaman’ın isminin başlığın uyandırdığı çağrısımın aksine, kitabın akışı içerisinde adeta bir ‘yama’ gibi kaldığını; kitaba ruhunu vermediğini, kitabın dem ve damarlarına nüfuz etmediğini görüyoruz.

Sonuç itibarıyla, dikkatli ve rikkatli bir müzakere gerektiren bir konuda aceleye getirilmiş, başlığında ve altbaşlığında taşıdığı iddianın içini dolduramayan bir kitapla karşı karşıyayız.

Yine de, umulur ki bu kitap, en azından meselenin nasıl ele alınmaması gerektiği konusunda bir örneklik oluşturma niteliğiyle bir hizmet görür; ve futbol dilindeki ‘atamayana atarlar’ kaidesini de hatırlatarak bu konuda eli kalem oynatmayan ama meseleyi hakkıyla irdelemeye vâkıf ehl-i Risale’yi gayrete getirmeyi başarır.

Umulur ki öyle olsun.

Not: Yaftalamaya çok müsait bir konuda ‘eleştirel’ satırlar kaleme almanın zorluğunu bildiğim için hatırlatmak isterim: Bu eleştiri yazısı, ‘Diyarbakırlı bir Kürt’ tarafından değil, kendisini ulus aidiyeti ile değil imanı ve insanlığı ile tanımlamayı bilerek tercih eden ‘İzmirli bir Türk’ tarafından yazılmıştır.

  04.11.2009

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut