Bir arpa boyu yol gittik

Mona İslam

KUR’ANÎ ANLATIMDA Musa-Hızır karşılaşmasını biliriz. Kehf suresinde anlatılan üç büyük kıssadan biri olan Musa-Hızır karşılaşması, çok uzun sürmemekle birlikte pek çok cihetten hikmetlerle yüklü bir kıssadır.

Bilindiği üzere buluşmanın ilk muharriki, İsrail oğullarının Musa (as)’a dünyadaki en bilge kişiyi sormaları, onun da bunun kendisi olduğu zannıyla verdiği cevaptır. Nitekim cevabı Allah tarafından hemen düzeltilir ve ona kendisinden daha bilgili biri olduğu haber verilir. Musa (as) da onunla buluşmak ve ondan ders almak üzere yola çıkar. Kıssanın yaşanma sebebi “Her bilenin üzerinde bir bilen vardır” sırrının anlaşılmasıdır.

İnsan en çok bildiğini zannettiği zaman hata yapar, çünkü “bilme” noktasındaki kendine güven bir yanılsama yaratır, insanın gözleri bu yanılsamanın ardından bakmaya başlar, gerçeklikle basiret arasına bir perde girer. Zaten keşfetmiş olduğu “Gerçek” hakikatin ancak bir mertebedeki tecellisinden ibarettir. Tamamı olamaz, zira hakikat HAK ismine dayandığı cihetle sonsuzdur, kuşatılamaz. Bu tüm şuurlu varlık kategorileri için böyledir, nitekim akl-ı selimi temsil eden Cebrail de Sidretü’l-Münteha denilen yerde bilgisinin sınırına gelir. Ancak bu onun bilgisinin sınırıdır, “Mutlak Bilgi”nin sınırı değildir. Zaten “Mutlak Bilgi”nin sınırı yoktur. Nitekim Efendimizin (SAV) tüm şuurlu varlık kategorilerinin üzerinde bir yükselmeyle Cebrail’i bilgice aştığını ve ilerlediğini görürüz. Bu aynı zamanda Allah’a yakınlıkta da Cebrail’i aşmaktır. Ancak o da Kab-ı Kavseyn denilen bir yerde durmak zorundadır, buradan ötesi Mutlak Sır’dır. Hiçbir varlık bilginin nihayetine ulaşamaz, zira o nihayetsizdir. Ona Alîm denilir. Alîm isminin Arapça vezninde mübalağa sigasında geldiği ve tahayyül edilemeyecek bir büyüklüğü ifade ettiği bilinmelidir. Burada “Bilme” tahayyül sınırları dışındadır, sonsuzdur. Bu yüzden filhakika “Bilmek, bilmediğini bilmektir”.

Hızır ve Musa kıssasına dönecek olursak, burada iki bilme biçiminden söz etmek durumunda kalırız. Bu kanaatimce sufilerin zahir ve batın adamları dedikleri iki kategoriye işaret eder. Onlara göre bilme dört kategoriye ayrılır, zahir, batın, had ve matla’. Bu dört kategorinin de erleri vardır. Yine bu dört bilme biçimi Kur’an-ı Hakîm’i tefsirde de birbirinden ayrılır. İbn Arabi’ye göre her ayet-i kerimenin bir zahiri, bir batını, bir haddi, ve bir matlaı vardır. Teferruatta boğulmadan Hızır ve Musa’ya dönersek, onları zahir ve batın kategorilerine pekâlâ yerleştirebiliriz. Bu meyanda iki ayrı bilme biçimi vardır, ve hakikat-i halde bu ikisi de birbirine yabancıdır, birbirinin cahilidir. Yine Fütuhat müellifi zahir ve batını birleştirebilen matla adamlarından da söz eder. Ancak bu şimdilik konumuzun dışındadır. Bunun mümkün olduğunu belirtmek adına buraya bir not düşelim…

Fütuhat müellifi bu bahiste şöyle söyler:

“Hızır, Hz. Musa’nın kendisinin bulunduğu makam hakkında bir tecrübesinin olmadığını anladığı gibi, Hızır da Musa’nın sahip olduğu ve Allah’ın ona öğretmiş olduğu bilgi hakkında herhangi bir zevke sahip değildi. Şu var ki Hızır’ın makamı, sahip olduğu özel bir müşahede nedeniyle, Allah’ın herhangi bir yaratığına itiraz etmeyi gerektirmemiştir. Hz. Musa’nın ve peygamberlerin makamları ise, getirdikleri vahyin dışında olduğunu gördükleri her işte, peygamber olmaları yönünden itirazı gerektirir.”

Burada dikkati çeken bir husus Hz. Musa’nın bulunduğu bilgi durumunun da bir “zevk”i haiz olduğudur. Zira zevk genellikle batın ehli için kullanılagelir, alışılmış olan budur, demek bu gözden kaçırılan bir hakikattir. Sanıldığının aksine, zahir ehli de ilminde ve ubudiyetinde bir zevk sahibidir.

Görülmesi gereken bir diğer mesele, iki tarafa da Allah tarafından öğretilen bilgidir. Mahiyetleri ve yöntemleri farklı da olsa ikisi de ind-i ilahidendir. Dolayısıyla, sözlerini idrak etsek de etmesek de, her bir ilim kategorisinde bulunanlara saygı duymamız gerekir. Üçüncüsü Hz. Musa’nın itirazlarının bazı kalem erbabınca yapılageldiği gibi tenkide medar olmadığıdır. Çünkü o peygamberlik makamının gereğini yerine getirmiştir. Demek, vahiyle muhatap olma, itirazı gerektirir. Her şeyi olduğu gibi kabul etme hali ise, Hızır’ın temsil ettiği bilgi kategorisine aittir. Bu durumda ikisi de doğrudur. Siz vahye muhatap bir mü’minseniz, hele de veraset-i nübüvvet üzerinize bir emanet gibi giydirilmişse, insanlara ilişkin bir sorumluluğunuz, imamlığınız varsa, mahlukata karşı halifelik ile mücehhez kılınmışsanız Musa gibi itiraz etmelisiniz. Etmezseniz mes’ul olursunuz.

Hatırlanacak olursa Adem’in yaratılışına da melekler böyle itiraz etmişti. Ancak melekler sınıfında da, insanlar arasında da Efrad tabir edilen, Allah’ın cemal ve celalinden kendinden geçmiş, üzerlerinde Ferd ismi tecelli etmiş kimseler vardır ki, bunlar yaratılmış herhangi bir şeye itiraz etmezler. Bunlar Hızır’ın durduğu yerde dururlar. Gayrı için, itiraz ve soru yöneltme aklın gereğidir. Aklı yerli yerinde duran hiç kimse soru sormazlık edemez. Etmemelidir…

Fütuhat’taki anlatıya dönersek:

“Bu konuda vardığımız görüşün kanıtı, Hızır’ın Musa hakkındaki şu ifadesidir: ‘Bilgice kuşatamadığın bir şeye nasıl sabredeceksin.” Hızır bir peygamber olsaydı, Hz. Musa’ya ‘bilgice kuşatamadığın’ demezdi. O halde Hızır’ın davranışı, peygamberlik makamından değildi. Ayrıca Musa’ya farklılıklarından söz ederken şöyle demişti: ‘Her birimiz kendi makamındadır.’ Hızır Musa’ya şöyle demiştir: “Ey Musa! Ben Allah’ın bana öğretmiş olduğu ve senin bilmediğin bir bilgiye sahibim. Sen de, Allah’ın sana öğretmiş olduğu ve benim bilmediğim bir bilgiye sahipsin.’ Böylece Hızır Musa’dan ayrılmış, (Musa’nın Hızır’a )tepki göstermesiyle farklılaşmışlardır.”

Yolculuk sebebi olan “Bilmek, bilmediğini bilmektir” hakikati anlaşılmış, Mus a(as) bu dünyada nasıl Allah’ı göremezse zira kuşatamazsa, O’nun sonsuz bilgisini de kuşatamayacağını, O’nun kendisine öğretmediği şeyleri öğrettiği kulları olabileceğini, ve bu sayede bilmedeki edebi öğrenmiş, maksat hâsıl olmuş, eve dönülmüştür. Anlaşılan odur ki, Allah nasıl varlık kategorileri yaratmışsa, aynen onun gibi bilgi kategorileri de yaratmıştır.

Bilginin peşine düşerken bunu kendine perde yapan insanın düşeceği bir varta daha bu kıssada pek güzel halledilmektedir. Hakikat talibi kimi zaman zanneder ki, en üstün olan en çok bilendir. Hatta bu kimilerine “Hızır’ın makamı Musa’nınkinden üstündür, çünkü Hızır Musa’dan daha çok bilmektedir” dedirtir. Oysa hakikat-i hal bu değildir, Musa kitap ve şeriat sahibi ulü’l-azm bir peygamberdir. Hızır ise bir bilge zattır. Elbette Musa Hızır’la kıyas edilemeyecek denli üstündür. Zira üstünlük bilme ile değildir, Allah’a yakınlık iledir. Nitekim kimi sufiler bunu anlatmak için Abdülkadir Geylani hazretleri ile ondan sonra gelmiş ve ilimce daha yüksek kimseleri örnek verirler. Bakarsanız Hz. Abdülkadir’in eserleri zahiren onlarınkinin “ilimce” altındadır. Fakat onlar mertebece Hz. Abdülkadir’in ayağının ucuna ancak yaklaşabilirler. Çünkü esas olan kurbiyyettir, ilim değil. İlim ancak Allah’a yakınlaştırıyorsa bir değer taşır.

Nitekim benzer bir meseleyi Efendimizin hayatında da görürüz. Kendisine ağaçların budanması, aşılanması gibi konularda danışan sahabisine “Siz dünyanızın işlerini benden daha iyi bilirsiniz” dememiş midir? O sahabe bazı şeyleri Efendimizden daha iyi biliyor diye o Fahr-i Kainat’la mertebece karşılaştırılabilir mi? HAŞA! Yine onun buyurduğu üzere, bazen dinleyenler anlatanlardan daha iyi fehmederler. Hatta o ilimle daha iyi amel ederler. Üstelik onlar “bilme”nin sahip olabileceği “kibir” tehlikesinden azadedirler ve çok daha ihlasla amel ederler. Üstelik bilmede, alınan yol ne kadar zorlu olursa olsun, hasıl olan bir zevk vardır ki, bu hakikat arayıcısını yoldan çıkarır, bilmenin bizatihi amaç olduğunu sanır da onun Allah’a yaklaşmanın bir aracı olduğunu, Marifet’in Muhabbet’i intac etmesi gerektiğini unutur. O zaman Allah’a değil, bilgiye muhabbet eder. Bu da maazallah onun İblis’in düştüğü yola rahvan olduğunun sinyalini verir. O vakit tüm bilmeler “Ben biliyorum!” demek için olur. Bu yüzden bilmeyenler bilenlere nazaran pekala Allah’a daha yakın olabilirler. Bu anlatıcının tevazuu değildir, bizzat hakikattir. Bazen büyük zevat bunu söylediğinde tevazu eseri sanılır, ama değildir, bu hakikatin çok yalın bir ifadesidir. Bu bilgi yolculuğunun olmazsa olmaz bir edebidir.

Gerçekte hakikat talipleri, masallarda “Az gittim uz gittim dere tepe düz gittim bir de baktım ki bir arpa boyu yol gitmişim” anlatımıyla, çok güzel ifade edilen bir yolculuk yaparlar. Musa (as) yolculuktan bir hiçle döndü zannedenler, yolculuktan bir şeyle dönülür vehmine kapılanlar bilmelidirler ki, “bilmediğini bilmek”le dönülen bir yolculuk hakikat-i halde “bilmek”le dönülen bir yolculuktur. Tersi ise muzaaf bir cehalet olsa gerek…


Not: Tafsilata bakmak isteyenler için alıntı yaptığım kısım Fütuhat-ı Mekkiye’nin 2.cildi, Onsekizinci Kısım, s. 123.

  05.11.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut