HAFTA SONU yapılan AK Parti 3. Olağan Kongresi’nde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yapmış olduğu konuşmadan haberdar olduğumda, takip eden saatler ve günler boyu Türkiye’de neyin konuşulacağını bilmek için müneccim olmak gerekmiyordu.
Tahmin edildiği gibi oldu, bu upuzun konuşmanın içindeki bir cümle, daha da doğrusu o bir cümlenin içindeki bir isim, Türkiye’nin yeni gündem konusu oldu. Televizyon haberlerinde, gazete manşetlerinde, gazetelerin köşe yazılarında, televizyonların tartışma ve yorum programlarında konuşmanın bilhassa bir bölümü, ama özellikle o bir bölümdeki bir cümle, daha da doğrusu o cümlenin içindeki bir isim konuşuldu.
Üstelik, o isim, o ismin sahibinin Cumhuriyet döneminde kullanmayı tercih etmediği bir şekilde ‘-i’ takısı eklenmiş halde...
Bediüzzaman Said Nursî’nin ismini zikrederken, ‘Said-i Nursi’ diye telaffuz etmek, partisi için AK Parti kısaltması yerine AKP kısaltmasını tercih edenlerden ziyadesiyle rahatsızlık duyan bir başbakanın asla yapmaması gereken bir hataydı oysa. Kendisi AKP’den rahatsız olurken, Said Nursi için müntesiplerinin asla kullanmadığı, muhaliflerinin ise kasden kullandığı bir yanlış telaffuzu tercih etmek, başbakana (veya daha doğrusu; konuşma metnini yazan danışmanlarına) yakışmadı.
Bu kaydımızı düştükten sonra, ilgili konuşmanın ilgili kısmına gelirsek; konuşmadan haberdar olduğum ilk anda, bu konuşmanın Risale-i Nur camiasında uyandıracağı duyguları da; bunca isim arasında Bediüzzaman’ın isminin geçmesinden dolayı birilerinin çıkarmaya kalkışacağı yaygarayı da tahmin edebilmiştim; ve ne yazık ki, istisnalar bir tarafa, gerek camia, gerek sözünü ettiğim ‘birileri’ açısından, sonuç tam beklendiği gibi oldu.
Ama konuşmayı duyar duymaz benim ruhuma yerleşen duygu, kopkoyu bir hüzünden ibaretti.
Üstüste katlanmış hüzünleri buluşturan kopkoyu bir hüzün...
İşe bakın:
Eski Said olarak tarihçe-i hayatı ortadayken, bu vatan evladının imanının selameti adına neredeyse ‘mizacından feragat’ edip her türlü sözlü ve fiili eziyete sabır ve tahammül gösteren;
Kendi ifadesiyle ‘Menemen taklidi’ bir komployla ve idam talebiyle atılmış olduğu Eskişehir Hapishanesi’nde kendi haline değil de karşıdaki lise mektebinin avlusunda bir ‘resmî bayram’ günü sevinçle danseden genç kızların elli sene sonraki dünya hallerini ve ahiretteki vaziyetlerini düşünüp ağlayan;
‘Düşünce ithalatçısı’ Türkiye topraklarının bütün dünyaya ‘ihraç’ edebildiği en özgün, en güçlü, temelleri en sağlam, ontolojik kurgusu en güçlü eser olarak Risale-i Nur’u en ağır şartlarda ism-i Hakîm ve Rahîm’e iltica ile telif eden;
Yeni Said olarak yazdığı Risale-i Nur’da ettiği hizmet bir yana, Eski Said olarak meselâ Münazarat’ında yazdıklarını özümsemekten bu toprakların henüz aciz durumda olduğu;
Ama bu acziyet yüzünden Türk-Kürt, laik-dindar ayrışmasıyla iki derin fay hattının yol açacağı büyük depremlerin risk alanında bulunan; dolayısıyla, bunca vatan evladı o tarafta veya bu tarafta kırıldıktan sonra da olsa sözlerine kulak vermekte herkesin hayır bulacağı bir ismin adını anmak, bunca seneler sonra, bunca tecrübeden, bunca başını taşlara vurmalardan sonra bile hâlâ bir cesaret ve hatta kahramanlık nişanesi olarak görülebiliyordu.
Birileri başbakanın Bediüzzaman’ın ismini ‘ne cür’etle’ zikredebildiğinin hesabını sorar ve başka birileri de başbakan ‘Said-i Nursi’den de söz etti diye sevindirik olurken, işte bu yüzden, ben hiç sevinemedim.
Sevinemedim; çünkü bu konuşma, Bediüzzaman’ın ismini Sabahat Akkiraz, Cem Karaca, Ahmet Kaya ve Nazım Hikmet ile yan yana anarak Türkiye’nin zenginliğinden söz açarken, Bediüzzaman’ı fakirleştiriyordu.
Sevinemedim; çünkü bu konuşmada, Bediüzzaman, Türkiye’nin ‘farklılıkları’nı temsil eden uçlar içinde bir uç muamelesini görüyordu.
Sevinemedim; çünkü bu konuşma sevemediğim ‘mozayik’ söylemindeki zaafiyeti bünyesinde taşıyordu. Bediüzzaman, Türkiye bütünündeki taşlar içinde bir taş, renkler içinde bir renk değildir oysa; bütün taşların ihtiyacı ve istidadı nisbetinde feyz alacağı bir nur kaynağıdır. Nur ise, baksanız, renksizdir; ama bütün renkleri zımnında taşır. Nura ‘renklerden bir renk’ muamelesi yapmak, onu hapsetmek, hasretmektir.
Sevinemedim; çünkü, başbakanın konuşmasının ilgili kısmında zikredilen hiçbir isimle ilgili olmayan ‘tedirgin’ ve hatta ‘korkak’ bir kayıt sözkonusuydu. Bediüzzaman’ın ismi zikredilirken: “Seversiniz, sevmezsiniz, beğenirsiniz, beğenmezsiniz, görüşlerini kabul edersiniz, etmezsiniz... Ama Ahmedi Hani’siz, Bitlisli Said-i Nursi’siz bir Türkiye’nin maneviyatı noksan kalır.”
Her ismin seveni sevmeyeni, beğeneni beğenmeyeni, görüşlerini kabul edeni etmeyeni var iken, Ahmet Kaya’dan, Sabahat Akkiraz’dan, Cem Karaca’dan, Nazım Hikmet’ten esirgenen bu kayıtların söz Bediüzzaman’a gelince zikredilmesi neyin nesi?
Hem, diğerleri için hangi vilayette doğduğunun bir önemi yok iken, Bediüzzaman için ‘Bitlisli’ diye kayıt düşülmesi neyin nesi?
Sevinemedim; çünkü, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Velî, Mevlânâ gibi isimler yok sayıldığında ‘öksüz, yetim, köksüz, dayanaksız, dilsiz, ruhsuz’ kalacağını belirttiği Türkiye’nin, Ahmedi Hani ile birlikte Bediüzzaman göz ardı edildiğinde ise ‘maneviyatı noksan’ kalacağını söylüyordu başbakan. Yunus olmayınca ‘dili noksan’ değil ‘dilsiz’ olan, Mevlana olmayınca ‘ruhu yarım’ değil ‘ruhsuz’ kalacağı belirtilen Türkiye için, söz Bediüzzaman’a gelince bu ‘maneviyatı noksan’ cimriliği neden? Nedir orada dilsiz ve ruhsuz kelimesi rahatça kullanılabilir iken, burada ‘maneviyatsız kalır’ demekten başbakanı alıkoyan? Hem de, yakın tarihte bu topraklar Bernard Lewis gibi isimlerin dahi vurguladığı bir ‘pozitivist anıtkabir’e dönüşme sürecinde iken maneviyatı ile hayattar kalabilmişse bunun en büyük vesilesi Bediüzzaman’ın hayatı ve eseriyle ortaya koyduğu manevî mücahede iken?
Sevinemedim; çünkü, Bediüzzaman’a ‘noksan’ da olsa bir ‘maneviyat’ misyonu biçen konuşma, bu açıdan misyonunu da daraltıyordu çünkü Bediüzzaman’ın. “Din hayatın hayatı/Hem nuru, hem esası/İhya-yı din ile olur/Bu milletin ihyası” diyen bir insanın, “Nur-u akıl kalbden gelir” diyen bir insanın ‘maneviyat’a dair söylediklerinin ‘maddiyat’a dönük tazammunlarını, sosyal ve siyasal hayata, nizam-ı âleme dair tazammunlarını; açıkçası, onun hayatının ve eserinin Avrupa dinsizlerinin ve Asya münafıklarının ortak teşebbüsüyle yok edilmek istenmiş bir medeniyete manası ve maddesiyle yeniden hayat verecek bir diriltici nefes taşıdığı gerçeğini gözardı ettiği ortadaydı bu sınırlayıcı ifadenin...
Başbakanın bir tarafta cür’et, öte tarafta cesaret nişanesi görülen bu bir cümlelik sözüne sinmiş bunca zaafiyeti sıralarken, onun bu sözü sarfedişinin ardında bir kötü niyet ima ediyor olduğum sanılmasın.
Ama geçen hafta sonu başbakanın yaptığı konuşmada Bediüzzaman Said Nursi’nin ismini eksik ve yanlış olarak ‘Said-i Nursi’ suretinde de olsa ifade etmesi, en fazla ‘hiç yoktan iyi’ değerini taşıyor. Yoksa Bediüzzaman, böyle yarım ağız, böyle korkak ve tedirgin bir cümle kurgusuyla, böyle ‘seversiniz sevmezsiniz’ zırhlarıyla kendini korumaya alma gayreti dahilinde ve ‘uçlardan bir uç, renklerden bir renk’ söylemiyle anılmayı hak etmiyor.
Bediüzzaman’ın bu dünyada ve bu topraklarda yaptıkları, adının ‘korkak’ ve ‘ürkek’ bir üslupla değil, göğsünü gere gere, açık yüreklilikle, mertçe, kadirşinaslığı elden bırakmayan bir üslupla zikredilmesi gerekiyor.
Bu bakımdan, Risale-i Nur’a intisap etmiş bir mü’min olarak, başbakanın söylediği söze sevinemiyorum.
Bu intisabımla, başbakana teşekkür borçlu olduğumu hissediyor değilim. Ama kamuoyu önünde olmasa dahi vicdanıyla baş başa kaldığında adını böylesine ürkekçe zikredebildiği için başbakanın Bediüzzaman’a bir özür borçlu olduğunu düşünüyorum.
Not: Başbakanın sözkonusu konuşmasının ilgili kısmı, aşağıdaki şekildedir:
“Bu ülkenin tarihinden, Ahmet Yesevi'yi, Hacı Bektaş-ı Veli'yi, Pir Sultan'ı, Hacı Bayram Veli'yi çıkartmaya kalkarsanız, onları görmezden gelirseniz, onları yok sayarsanız, bu ülke öksüz kalır, yetim kalır, köksüz ve dayanaksız kalır. Yunus Emre'siz bir Türkiye dilsiz kalır. Mevlana'sız bir Türkiye ruhsuz kalır. Sabahat Akkiraz'a kulak vermeyen, dinlemeyen Türkiye Türküsüz kalır. Tatyos Efendi'yi yok sayan Türkiye'nin besteleri yarım kalır. Cem Karaca bu ülkenin hasretini çektiği kadar, bu ülke de Cem Karaca'nın hasretini çekti. "Hoşçakalın İki Gözüm" diyen Ahmet Kaya'ya vefa göstermeyen Türkiye'nin şarkıları eksik kalır. Nasıl Mehmet Akif'siz bir Türkiye tahayyül edilemezse, değerli kardeşlerim onun o ruh dünyasındaki anlayış bizim için ne denli saygınsa, evet bizler bütün bu şiir dünyamızdan, edebiyat dünyamızdan gelip geçenlere aynı şekilde o saygıyı duymalıyız. Onun için Nazım Hikmet'siz bir Türkiye eksik sayılır. Seversiniz, sevmezsiniz, beğenirsiniz, beğenmezsiniz, görüşlerini kabul edersiniz, etmezsiniz... Ama Ahmedi Hani'siz, Bitlisli Said-i Nursi'siz bir Türkiye'nin maneviyatı noksan kalır. Biz, bu ülkenin tüm renkleriyle, bütün çiçekleriyle, bütün kokularıyla, dağları, taşları, ırmaklarıyla Türkiye'yiz. Bunu böyle bilmeliyiz.”
© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu