Tahkiki elden bırakmamak

YAZI HAYATIMDA benim için en uyarıcı olaylardan birini, on yılı da aşkın bir süre önce yaşadım.

O sıralar bir günlük gazetede yazıyordum. Günlük gazetede yazıyoruz diye, bildik gündemin peşine düşme gibi bir derdim yoktu çok şükür. Bilakis, bugün de sitemizde, dergimizde ve kitap çalışmalarımda sürdürdüğüm üzere, ‘geçici’ olana değil, ‘kalıcı’ olana atıfta bulunma çabası içerisinde yazmaya çalışıyor; bu minvalde, Kur’ân’a, hadise ve beni Kur’ân’la ve hadisle tanıştıran Risale’ye dair yazılar kaleme alıyordum.

İşte bu yazılar arasında Risale’ye atıfla yazdığım bir yazıda yaptığım hatayı, yazı yayınlandıktan sonra farkettim. Bediüzzaman’ın Sünuhat’ta İslâmî düşünce tarihine atfen dile getirdiği bir meselede söyledikleri zihnimde eksik şekilde yer etmiş, bu ise beni yanlış bir yoruma sevketmişti.

Bu yanlışı, daha sonra ilgili bahsi bir kez daha okurken farkettim. Ama bu arada, bir hüsnüzannımı tashih etme ihtiyacı hissettim. ‘Eğrilirsem, beni doğrulturlar’ diye umduğum dostlarım, arkadaşlarım, okuyucularım bu yanlış konusunda beni uyaramamışlardı. Belki onlar da bir hüsnüzannın kurbanı idiler. İhtimal ki, hüsnüzanla okudukları için yazıdaki o yorum yanlışını farketmemişlerdi. Yahut, bir kısmı yazıyı okuyamamıştı belki, bir kısmı ise ‘hızlı okuma’ kurbanıydı muhtemelen.

Her halükarda, dersimi almıştım. Eğrilirsek bize eğrildiğimiz noktayı hatırlatacak dostlarımız olsa bile, bazı şeylerin onların da gözünden kaçabileceği düşüncesiyle, tahkiki elden bırakmamak idi aslolan. İlgili yazıyı yazarken hafızama itimad edeceğim yerde ‘sadırdan’ değil ‘satırdan’ konuşmanın erdemine sığınsam ve ilgili bahsi yazı esnasında bir kere daha okusam, bahsin zihnime eksik yerleştiğini, bunun da yanlış bir yoruma yol açtığını fark edebilecektim.

Demek, her halükarda teyakkuz lâzımdı. Bu teyakkuzun bir gereği olarak da, tahkik...

O gün bugündür, her zaman tastamam başardığımı söylemek mümkün değilse de, ‘ezberime’ ve ‘hâfızama’ güvenmeden yazmaya çalışıyorum. Hele ki, yazacağım konu doğrudan Kur’ân’a, hadise veya Risale’ye atıfla şekilleniyor ise, ilgili bahsi muhakkak bir kez daha okumaya çalışıyorum. Bu yüzden, bazan bir yazıya ayırdığım zamandan çok daha fazlasını o yazıya ilham konusu olan metni tekrar bulup tekrar satırdan okumaya harcayabiliyorum. Bunu yapmadığımda nasıl bir yanlışa duçar olabileceğimi ise, daha bu yaz bu düsturu ihmal ettiğim bir yazımda zuhur eden ve şükür ki bu kez müdakkik bir kardeşimin beni uyardığı benzer bir hatadan biliyorum.

İnsan, kendisiyle ilgili bu durumun benzerini, kalemine güvendiği isimlerde de görmek istiyor. Göremediği bir durumda ise, üzülüyor.

Yeni Şafak yazarı Akif Emre, bu topraklarda mü’minlerin zihin haritalarında muhakkak bir yer taşıyor olması gerektiğine inandığım bir isim. Bazan meseleye fazla ‘kuşkucu’ bir zaviyeden baktığı veya meseleyi fazla ‘zorladığı’ gibi kanaatler edinsem de, mü’minlerin lâdinî sularda yüzmeye meraklı ve hatta talip oldukları bir zeminde onun gibi isimlerin varlığını bir ‘emniyet unsuru’ olarak görüyorum.

Gelin görün ki, tedbiri elden bıraktığı anda en dikkatli yazarın dahi başına gelebilecek bir hatayı onun yazısında gördüğümde, hele ki bu yazının istemeden bir başka mü’mine bühtan sonucuna yol açtığını da müşahede ettiğimde, ‘şablonların zararı’ konusunda bir ders ile birlikte, bir hüzün ve hayal kırıklığı yaşadığımı söylemeden edemeyeceğim.

Emre, ilgili yazısında, Batıdaki en popüler ‘Müslüman entellektüel’lerden biri olan Tarık Ramazan’ın Avrupa’ya yayın yapan ve İran devletinin desteklediği bir televizyon kanalında yayınlanan bir tartışma programının katılımcıları arasında olduğu için Hollanda’daki Erasmus üniversitesindeki öğretim üyeliği görevinden ‘kovuluşu’ üzerine yazdığı yazıda, ne yazık ki, basit bir ‘google’ taramasıyla dahi halledebileceği bir ‘tahkik’ görevini ihmal ettiği için ciddi bir bühtana sebebiyet veriyordu.

Basit bir tahkik hatası... Fikirlerine katılır veya katılmazsınız, fikirlerin bir kısmına katılır bir kısmına katılmazsınız; fikirlerini yararlı bulur veya çok tehlikeli bulursunuz; bütün bunlar bir yana, Akif Emre’nin ilgili olay dolayısıyla vardığı ‘yargı’nın aslında bir ‘önyargı’ olduğunu gösteren bir durumdu ortadaki:

“...Asıl şöhretini 11 Eylül sonrası gelişmelerde yaptı. Tüm İslam aleminin Batıya karşı silahlı teröre kalkıştığını varsayan "terörle küresel savaş" jargonuna sarılan batılı kamuoyunu rahatlatan bir söylem olarak iş gördü. 11 Eylül sonrası ortamda geliştirdiği "Avrupa İslamı" söylemi sayesinde hayli popüler oldu, önüne en fazla mikrofon uzatılan İslam uzmanlarından biriydi.”

Başkaca cümlelerin yanında, bunu da söylüyordu Akif Emre, Tarık Ramazan için. Bu cümleleri okuyunca, Akif Emre’nin verdiği bilgiye itimad eden bir mü’minin Ramazan için ne düşüneceği de açıktı: Tarık Ramazan, egemenlerin dümen suyunda giden bir adamdır. Baksanıza, 11 Eylül olayları olmuş, ardından bu adam ‘Avrupa İslamı’ söylemi geliştirivermiş!

Akif Emre’nin yazısından sözkonusu cümleleri okuyunca, belki benim hafızamın yanılıyor olduğu, belki Tarık Ramazan’a ‘pek de kuşkuyla bakmadığım için’ zihnime yanlış yerleştiği düşüncesiyle, kitaplığıma yöneldim ve Tarık Ramazan’ın “To Be A European Muslim” (Avrupalı Bir Müslüman Olmak) başlıklı kitabını buldum. İngiltere’de The Islamic Foundation tarafından yayınlanan kitabın yayın tarihi 1999 idi ve Ramazan’ın kitaba yazdığı önsözün sonuna da ‘Mart 1999’ kaydı düşülmüştü.

Yani, mesele Akif Emre’nin dediği gibi değildi. ‘Avrupalı Müslüman olmak’ söylemi (ki bu ‘Avrupa İslamı’ndan farklı birşeydir bana göre), 11 Eylül şartlarında üretilmiş bir ‘bilim esnafı kurnazlığı,’ bir ‘pazarlama harikası’ değildi. Fikirleri elbette tartışmaya açık bir mü’minin, ‘Batıda İslâm’ın temsili ve tebliği’ üzerine geliştirdiği, ‘egemenlere yaranma’ çabasından ve 11 Eylül şartlarından bağımsız bir akıl yürütme ve bir yol arayışının ifadesiydi bu kitap.

Gelin görün ki, kuşkuyla bakmamız gereken Batıyla bir şekilde temas halindeki bir mü’min hakkında ‘fazla kuşkucu’ olduğumuzda, hele ki bu yolda ‘şablonumuza’ fazla itimad edince basit bir olgu ve tarih hatasından nasıl bir bühtana doğru yol alınabileceğinin örneğini sunuyordu ilgili yazı.

Belki, bir yazı konusu edilmeye değer görülmeyecek bir meseledir bu. Ama bizim gibi yazan adamların, fikirlerine ve yaklaşımına katılmasak da bir mü’min hakkında ‘yargı’ içeren ve insanları ‘yargı’ya götüren yazılar kaleme alırken tahkikimizi daha iyi yapmamız ve insafımızı aklımıza arkadaş kılmamız gereğine işaret eden bir ders olarak göründü bana.

Sitemizde bunu yazmak istedim; tâ ki, hem yazanlarımız mü’minler hakkında yazarken ‘tahkik’te kusur etmesin, ayrıca ‘teyakkuz’u ‘insaf’la mezcetsinler, hem de okuyanlarımız ‘hüsnüzan’la birlikte tahkiki elden bırakmadan yazılarımıza rağbet etsinler.

Meramım, umarım anlaşılmıştır...

  23.09.2009

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut