Cam ve ayna

Lokman Tıraş*

ÖTEKİNİ ANLAMAK için uzandığım prokrustes yatağımda, başkalarının düşlerine, yaşamlarını burnumu sokmamaya karar verdim. Yaşam alıntıdır çünkü. Kimse bunu inkâr edemez. Bir konuyu konuşmak ya da yazmak için alıntı yaparız. Giyimimiz de alıntı, yememiz içmemiz de alıntıdır. Seçtiğimiz eşlerimiz bile alıntıdır. Alıntılı yaşam doğrusu utanılası bir yaşamdır. Fakat bu utancı yok etmek için tüm bu alıntıları çok şiirsel bir kavramla örteriz: ilham. Alıntılarla işim olmaz. Dingin, ilhamsız, yavaşlatılmış zamanlı hayat bana daha uygun, bardaktaki su gibi sakin olmalıyım.

Karıncalanan ayağımı yatağıma çektim. Bu gün sadece kendimin elinden tutup kendime gülümseyeceğim. Gün gün yaşamaktan daha çok saat saat ya da saniyelerce yaşamak, yavaş ama daha çok yaşamaktır bana göre. Böylece kendime gülümsemek için kendime zaman ayıra bilirim. Konuşmak da o kadar çok zaman alıyor ki çoğu zaman, konuşmanın konuşulmayacak kadar lüzumsuz olduğunu söylemek, kendimle sohbet ederken kendimi incitmiyor. Doğru söze ne demeli? Ötekini anlamak için, önce kendi aynasını yapmalı insan. Bir parça camın arkasını gümüşe, altına boyamakla elde edilen bir ayna türünden bir ayna. Günde bir kez aynaya takılıyorum. Kırgın değilim, yakınmıyorum da aynadaki yalnızlığımdan. Baktığın aynada kendinden başkasını görmek çirkinliktir. Aynayı bir kenara bırakalım. Kırılmasın. Birazdan ondan kötü bir şekilde bahsedeceğim. Kendimle çelişmeyi de sevmiyor değilim hani. Aslında ben, şeffaf camları daha çok severim. Cama bakılınca bakan kendini değil, karşısındaki görür. Bir nebze insanlığı görür gerçi. Ayna ve cam taşımalı insan yanında. Ayna ile kendine, diğeriyle de insanlığa bakmak için. Nerde bir gümüş ve altın varsa orada insan önce ben der. Kendinden başkasını görmez. Öteki ötekileşmiştir artık. Camın, gümüşün, altının bileşeni aynadır. Ayna da hodbinliğin ta kendisidir. Ayna kırıldı.

Uyuyorum…

“Neşeliyim düşümde

Kızarmış bir hurma gibi sevme bilinciyle

Doğuyor güneş.”

Ayağımı sarkıttım yatağımdan. Uykum açılmak üzere. Güzel. Elimde tatlı bir sıcaklık. Güneş dokunuyor elime. Benim için mi var bu ulu yıldız? Yoksa ben onun için mi varım? Bilmiyorum. İyi ki de bilmiyorum. Sonuçta o da var ben de varım. Böylesi daha güzel değil mi? Hangimiz, hangimiz için var’ı tartışacağımıza sadece var olduklarımızı kabul edelim kâfi. Akıllı insan işidir bu. İrice bir köpeği kucaklamaya kalksanız, yaptığınız bu ferasetsiz hareket için sizi hiç çekinmeden ısırıverir. Fakat yine aynı köpeği sele kapılmış giderken kucaklayıp kurtarmaya davransanız köpek hiç sesini çıkarmadan buna müsaade eder. Kurtarılan hayvan size bir teşekkür bile etmeden suyunu silkeler gider. O sizi anlıyordu ta doğuşundan beri. Kendini de. Olması gerekeni yaptınız, orta bir olağandışılık, yani bir fedakârlık yok. Olması gereken için teşekkür edilmez. Olağandışı bir hareketin ödülü ya baş tacı olmak ya da ısırılmaktır. Köpeğin yaptığı bu.

İnsanı bir hayvanın anlaması kolay, insanın da hayvanı. Kendimizi ve ötekini anlamak? Elimiz de süslü bir ayna, hep kendimize bakıyoruz. Aynadakine bile sormak yok, sen kimsin? Aynamıza susarak bakarız. Konuşmak için başkasına ihtiyaç duyarken kendimize suskunca bakarız. Aynadaki bizimle aynı yöne bakmaz, sağımız, solumuz bile farklıdır. Biz konuşsak o konuşur gibi yapar. Hiç de samimi değildir Aynadaki hep bir yapayalnızdır ve ölüdür. Bir nevi gölgedir. Can yoktur onda. Aynadaki insan değildir; insanın bedenin renkli gölgesidir. Kim aynaya bakıp da insanı gördüm diye bilir? Eski dilde ayna demek sır demektir hâsılı. Sır; görünenin görünmeyenini ima eder. Öteki ile aramızda arkası gümüş ya da altın olan bir cam var sadece.

Uyandım…

“Ulu ırmakların rahmine

Gizlenmiş Kron.

Prokrustes’i de, Theseus’u da sen öldürdün.”

Size yatağımdan bahsedeceğim. Boyumdan kısadır benim yatağım. Ayaklarım hep aşağıya sarkmaktadır. Bundan dolayı ismi de prokrustes’tir. Efsaneye göre; Prokrustes yatağı tek biçimliliğin ve dogmatizmin kadim çağdaki bir simgesiydi. Prokrustes, bir dağ eşkıyasıdır, muhiti ise Atina ve Megara yolu üzeridir. Prokrustes kendi boyuna uygun olan, kendine göre ideal/standart bir demir yatağa sahiptir. Yolu üzerinden geçenleri zorla bu yatağına bağlarmış. Eğer yolcunun boyu yataktan kısa ise yolcunun boyunu uzatmak için boyunu uzatana kadar yatağa gerermiş yolcuyu. Eğer yolcunun boyu yataktan uzunsa, yolcunun ayaklarını keserek yolcunun boyu ile yatağın boyunu eşitlermiş. Ön yargı, ideoloji, fanatizm, şovenizm ya da taassup adları ne olursa olsun, hepsi Prokrustes’in demir yatağıdır. Orada fikirler ya kesilir ya da gerilir. Yeter ki öteki olmaya gör.

Oysa aklın milleti, rengi ayrıca bir cinsiyeti de yoktur. Aklın organı olan bedenlerin renkleri, ait oldukları bir milleti ve cinsiyetleri vardır. İnsanları ırklarının, renklerinin ve inançlarının sebebiyle kendimizin standartlarına göre onlara şekil verme gayreti, öteki ile ulaşım köprülerini yıkmaktır.

Doğrusu insanların böyle ilkel bir yargılıma, ön yargı mekanizmasına sahip olmalarının en başat müsebbibi oluşma ve bozulmaya giren, bir yoğunluğu bulunan, ancak başka bir şeylerle tamamlanabilen, baskın arzular sahibi kimyevi organik bileşik olan bir beden sahibi olmalarıdır. Kalpte bir ruh mevcuttur. Bu ruh: şehvet, duygu ve gadap gibi bağıntıları barındırmakta kendisinde. Bu bağıntılar insanda hareket etkinliğini meydana getirirken aynı vakitte duygusal davranışları; sevme, nefret etme, üzülme beğenme, tiksinme ve var olan tüm saldırganlık hissiyatlarında nedenidir. Şeytanın yap dediğine eğinik bir ruhtur sözünü ettiğimiz. Kendinden başkasını görmez, bütün dünyası dünya kadar bir aynadır. Sadece kendisi vardır orada. Komşu yoktur dünyasında, ötekisi berikisinin adına rastlamazsınız. Affedersiniz ama, bir hayvanca yaşamdır bu anlatılan. Bu devirde insanların hayvanlardan ayrıldığı husus konusunda, bu düşünce noktasına gelince ciddi şüphelerim var. Acaba hangisi içgüdüleriyle hareket ediyor? Bence hayvan içgüdüleriyle hareket ediyor, insan ise içgüdüleriyle düşünüyor. Kanıt mı? Güldürmeyin beni. Alın size kanıt: işledikleri kötülükler. Daha doğrusu hiçbir hayvanın Prokrustes’in demir yatağından yoktur. Fark ve kanıt bu işte.

Fakat ruh deyince; ruh bu kadar kötü olmamalı. Dünyada güzel şeyler de olmuyor değil hani. Ötekini düşünen, ceplerinde ayna yerine cam taşıyan insanlar da var. İşte bu tip insanlarda baskın olan bir ruh mevcuttur. Filozoflar bu ruha “emr-i ruh” derler. Hani vicdan dediğimiz, hani Allahu Teala’nın içimizdeki, şahdamarımızdan daha yakın olan sesi olarak bildiğimiz ruh. Düşünme, hatırlama, hıfz, tefekkür, temyiz özelliği ile insanı yöntem açısından hayvandan farklı kılan fakat tamamen de insanlaştırmayan mefruşata sahip olan; lâkin kalbî ve aklî idrake sahip, ilimleri kolayca öğrenen, soyut tasavvurları kavrama kabiliyeti olan insanın insan olma özelliğini bu özellikleriyle oluşturan o mükemmel cevherdir: emr-i ruh. Bu ruha sahip insanların evlerinin penceresi camdandır, altın ya da gümüşten değil. Pencerelerinden baktıklarında komşusunu görürler, kendilerini değil. Hani ırk renk, dil, din ayırımı yapmayan bir kutsal söz vardır:

“ Komşusu aç iken, tok yatan bizden değildir.” Bu söz özettir onca söylenene.

  26.09.2009

© 2021 karakalem.net, Lokman Tıraş



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut