Yaşasın, Elf’ler geliyor!

Mona İslam

“YÜZÜKLERİN EFENDİSİ” filmini izlemeyen, kitabını okumayan var mıdır? Benim gibi bir hayalci ve fantastik öyküler sevdalısı için abes bir soru, ama herkes benim gibi olacak diye bir kaide yok, biliyorum. Sözkonusu eser, bu tür filmlerin ya da kitapların içinde bir klasik. Bu yüzden belki benim gibi kitapçıların fantastik roman bölümlerinde ne varsa bilen, oraya uğramadan kitapçıdan çıkmayan, hangi kitabın ne zaman çıkacağına varana dek takip eden biri olmasanız da, “Yüzüklerin Efendisi”ni bilirsiniz…

Bu hikâyede şer, müttefik kuvvetler halinde “Orta Dünya”yı ele geçirmeye çalışmaktadır. Bir sürü ne idüğü belirsiz yürüyen, uçan yaratık, korsanlar, büyücüler müttefik birliklerle insanlara saldırırlar. O zamana dek yeryüzünde dağınık halde, birbirlerinden epeyce habersiz, yahut düşmanca duygularla yaşamakta olan halklar, hobbitler, cüceler ve insanlar da mecburen ittifak ederler. Bu onlara epey bir güç kazandırır kuşkusuz. Ama şerde bir kuvvet daha vardır, büyü. Ne insanların, ne cücelerin, ne de hobbitlerin büyüden anladığı yoktur. Büyü elflerle beraber yeryüzünden silinip gitmiştir.

Elfler yeryüzünün insanlardan önceki efendileridir. İnsanlardan sayıca azdırlar. Daha uzun yaşarlar. Az yemek yerler, neredeyse hiç denecek kadar az uyurlar, doğanın gizemlerinden, evrenin hikmetlerinden, büyüden anlarlar. Barışçıldırlar, kolay kolay sesleri yükselmez, yüzyıllardır herhangi bir savaşa girdikleri görülmemiştir. Hayvanlara karşı şefkatlidirler, bu yüzden avlanmazlar, vejeteryandırlar, ağaçlara kardeşleri gibi davranırlar, ormanlar onlardan sorulur. Naziktirler, harikulade ve eski bir lisanı konuşurlar. Adetleri, edepleri, gelenekleri çok güçlüdür. Bir insan için alelâde bir şey, bir elf için saygısızlık addedilir.

Yeryüzünü her nedense terk etmişlerdir. Artık onlara kimse rastlamamaktadır. Ya uzaklara denizaşırı yerlere gitmişler, ya da kimsenin bilmediği, gizemli ormanlarında dünyadan el etek çekerek yaşamaya başlamışlar. İnsanlardan asırlardır onları gören olmamış. Dünya bilgeliklerine muhtaç, dünya hikmetçe eksik kalmış. Onların keskin gözleri ve basiretleri, kıvrak zekâları ve metânet ve sabırları ile tanışmamış insanlar, gittikçe kaba saba ve köksüz olmaya başlamışlar. Bir de şer hücum edince ne kadar ittifak etseler de eksik kalmışlar. Yok olmak üzeredirler.

İnsanlar güçlüdür, kılıç ve kalkanla savaşırlar, kolay kolay ölmezler, yara alırlar ama acıya dayanıklıdırlar. İnsanların öfke ve celâli vardır. Bu onlara başlarındaki kötülüğü def etmede enerji verir. Fakat doğru düşünebilmek için soğukkanlılığa ihtiyaçları vardır, insanlar sıcakkanlıdır, fevridir, acelecidir, bu yüzden hata yaparlar. Hataları, şerrin lehine işler. Elfler ise onlar gibi savaşçı değildir, öfkelenmezler, sakindirler, bu doğru ve akıllı düşünmelerine yol açar ancak onlara savaşmak için gereken enerjiyi vermez, bu yüzden onlar da insanlara nazaran eksiktirler. İki türün birbirlerine ihtiyacı vardır. Şer ancak top yekün hayırda birleşme ile mağlub edilebilir.

Bir kalede savaşan insanlar görürüz, kapı koçbaşlarıyla dövülmekte, kadınlar ve çocuklar yaralıların başında içeride gizlenmektedir. Şer tam da onların olduğu yere bir tünel bulur, erkekler dışarıda savaşırken sinsice oradan içeri girmek üzeredir. Bu esnada kale burcunda bir gözcünün kıpırdandığını, heyecanla aşağıya indiğini bağırarak “Elfler geliyor, elfler geliyor” dediğini duyarız. Elfler uzun boyları, kusursuz güzellikleri, ok ve yayları ile hızla yaklaşırlar, şer kuvvetleri öylesine şaşırır ki, saray erkânına yol açar gibi, melekleri andıran, bu harikulade yaratıklara yol açar ve elfler kaleye girerler. Şaşkınlığın nedeni bellidir, insanlar gibi, vahşiler de elflerin yeryüzünden silindiğini zannetmektedir. Elfler kale burcunda sıralanırlar, sayıları azdır, ama hiçbir oku israf etmezler, hedefleri keskin gözleriyle hep onikiden vururlar. İnsanların ümitsizliği yok oluverir, büyük bir moral destektir elflerin gelişi, artık yeni bir kanla savaşırlar onlar da…

Bütün bunlar iki gece önce televizyonda bir sufiyi heyecanla izlerken zihnimden geçirdim. Birkaç senedir toplumda artan bir yoğunlukta tasavvuf ilgisi olduğu gibi, benim de yaklaşık bir yıldır dünyama giren tasavvuf kavramları vardı. Sadece benim hayatımda değil, toplumsal hayatta da bundan beş yıl önce hiç olmadığı kadar yoğun bir tasavvuf ilgisi vardı. Müspet manada tasavvuf popüler hale gelmişti. İstanbul’un her ilçesinde tasavvuf seminerleri düzenleniyor, Fütuhat-ı Mekkiye çevirileri yapılıyor, insanlar arasında artan bir ilgi ile dolaşıyordu. Adeta bir yerden emir almış gibi hiç ortada görünmeyen bu insanlar, ortaya çıkıvermiş, her biri bir yerden heyecan ve şevkle hizmete başlamışlardı. Hele de bizim gibi insanların nereden ve kimden olursa olsun istifadesine taraftar olması tavsiye edilen, bunu ihlasın şartı bilen insanlar için, ilk şaşkınlığın ardından yapılacak şey ayağa kalkıp sevinç naraları atmaktı.

Oysa biz Osmanlı sonrası dönemde sufileri yeryüzünden silinmiş zannediyorduk. Yüzyıllarca dünyanın her tarafında olduğu gibi bu topraklarda da medrese ehlinin giremediği kadar ücra yerlere girmiş, kılcal damarlar misali köy ve kasaba halklarına dek nüfuz etmiş, halka imanı ibadeti, edebi, ahlakı öğretmiş, onların imanını ayakta tutmuş, bunu da ilimle kabil değilse irfanla yapmışlardır. Onların ortadan kayboluşu çeşit çeşit komplo teorilerine aklımızı düşürecek denli enteresandır. Kimse bu kadar köklü ve etkili bir geleneğin birden bire nasıl puf diye ortadan kalktığını anlayamamıştır. Belki onlar kendi ormanlarına, dağlarına çekildiler, sebebini onlar biliyorlar. Ama biz ehl-i şeriat bilmiyoruz. Ortaya çıkma sebepleri de ayrı bir muamma, ama olsun, geldiler ya! Artık buradalar, buna sevinmemek için ortadaki büyük savaşı göremeyecek kadar kör olmak icab eder.

Onlar bize benzemiyorlar. Bizim konuştuğumuz dil ve kavramları konuşmuyorlar. Ancak anlamasak dahi öyle tatlı bir söyleyişleri, öyle latif ve kalplere yönelen bir lisanları var ki! Tepeden tırnağa nezaketler, yukarıdan aşağıya cemaller. Bizim bilmediğimiz gizemleri, kimi zaman mistik yaklaşımlar diyerek burun kıvırdığımız hikmetleri biliyorlar. Az yiyor, az uyuyor, az konuşuyorlar. Esaslarına bağlı ehl-i tarikat hem bizim gibi zahire hem de bâtına bakıyorlar. Tüm dünyevileşme temayüllerimize, İsa nefesi gibi ruh üflüyorlar. Evet, bizim kadar kalabalık değiller, bizim kadar savaşçı da değiller, onlar mücadele için farklı metodlar benimsiyorlar. Ama duaları ve sözcükleri öyle tesirli ki kılıç-kalkan, kan- ter ve yara-bere içinde savaşmasalar da, burçlardan basiretli gözleriyle, keskin nişancılıklarıyla şerre ok atsalar, muhakkak isabet ettiriyorlar. Kimi zaman isabet ettirdikleri oklar gönüllere geliyor bir de bakmışız düşman sandığımız tarafımıza iltihak etmiş, kimi zaman hedef azalar oluyor düşmanı eli kolu bağlı hareketsiz kılıyorlar. Hesaplarımızı yaparken bir teenni kuvveti, bir aklı- selim sunuyor, kol gücümüze, cesaretimize, nefes gücü ve isabet veriyorlar. Tekkelerinden gök kubbeye salınan, Hayy nefesleriyle bize müthiş bir kuvvet oluyorlar. Artık tekkelerden, halvetlerden, mağaralardan çıktılar bize iltihak ediyorlar. Rahman’ın dokunuşuyla yüzyıl uyuyan güzel misali uyandılar, tüm zerafetleriyle yanımızda saf tutuyorlar.

Ben de o gözcü gibi heyecanlıyım şimdi, aranızda koşarak “Geldiler, yok olmamışlar, bizi yalnız bırakmamışlar, yükümüze omuz vermeye geldiler, bizimle savaşmaya geldiler! Sufiler geldiler!” diyesim var. Birbirimize ihtiyacımız var. Benzemesek de sırt sırta vermeye muhtacız. Öyle umutsuzluğa düştüğümüz bir vasatta, herkes dünyaya meyletti, saflarımız iyiden iyiye azaldı, para, iktidar, kariyer, dünya nimetleri diyerek şer bizi bir bir avladı, sonra hızını arttırdı, onar onar, yüzer yüzer topladı. Büyüledi, esir etti. Tam zamanında geldiler, hoş geldiler, bir daha sakın gitmesinler! Dünya onlarla güzel, bizim onlara ihtiyacımız var, onların da bize…

Yaşasın, sufiler yardıma geldiler! Kuşkulanmak değil, sevinmek zamanı şimdi…

  24.09.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut