GEÇENLERDE İSTANBUL’DA altmış şu kadar futbol sahası büyüklüğünde adalet sarayı yapılacağını basından öğrendim. Artık büyücek ilçelerde bile hükümet binaları içindeki adliyeye ayrılan kısımlar ‘adalet’ dağıtmaya kâfi gelemez oldu.
Oturduğum beldede de, hükümet binası içindeki adliye kısmı yetmedi; güzelim pamuk tarlaları istimlâk edilerek muhteşem bir adalet sarayı yapıldı.
12 Eylül İhtilalinden yaklaşık bir iki sene sonra Ege’nin bir kasabasındaki öğretmen okulu polis okuluna çevrilmişti.
Bir gece, geç vakit kardeşimin bir yakınımın evinden geliyorum: hava sıcak olduğu için insanlar balkonlarda oturuyorlar. Bir balkonda biri hoyrat bir sesle, komşu kattakine bağırıyor. “Kapatsana müziğin sesini!” Öbürü de “kapatmasam ne olacak?” diye karşılık veriyor. Beriki de aynı hoyrat tonda “polis çağırırım!” diyor.
Kadın kadın-erkek dırdırı ve bahçeye komşunun tavuğunun girmesi gibi basit meseleler için bile kolluk kuvveti çağıracak durumdayız.
Ne kadar ıslah ettiği şüpheli olan cezaevleri ise doldu, dolacak.
Münferit gibi görülen bu hususlar aslında bir noktaya işaret ediyor; giderek devlet-merkezli bir topluluk olduk. En basit meselelerimizi bile kendi kendimize çözemiyoruz.
Aydınlanma ve modernizmle birlikte Batıda, Hıristiyanlıktaki üçlemenin yerini devlet, vatan ve ulus kavramları aldı. Ulus devlet dinlerin kutsallarını rafa kaldırmış, bunun yerine kendini bir ilah makamına oturtmaya çalışmıştır. Bir şekilde elde ettiği otoritesi ile kendini doğrunun yanlışın; iyinin kötünün; güzelin çirkinin tek ölçütü addetmiştir. Ve kendi çıkarttığı mevzuatla insanları idare etmeye çalışacağını, hemen her türlü problemi çözeceğini vehmetmiştir. Gerçekte ise durum hiç de böyle değildir.
Yanlış anlaşılmasın, kanun çıkartılmasına itirazım yok. Bu, tek başına, yanlış bir şey değildir. Ancak, ideal toplum –tamamı itibariyle- kanun, nizamla idare edilen topluluk değildir. İdeal toplumda kanun adamları, en çok yüzde beşin ya da onun peşinde koşar. Diğer büyük çoğunluk, adliyenin veya polis karakolunun yolunu bile bilmez.
Ama fıtrat-ı zîşuur olan vicdanı besleyecek dinî değerler imal edildiği, yok sayıldığı, hatta bazı ülkelerde olduğu gibi bastırıldığı takdirde, yürürlüğe konulan mevzuatın hiçbir işlerliği kalmıyor. İnsanların çoğu çıkartılan mevzuatın mürekkebi bile kurumadan onları nasıl ihlal edebiliriz hesapları yapmaya başlıyor.
Vicdanı besleyen din ihmal edilmese olur olmaz her bir husus için kanun yapmaya bile gerek kalmayacaktır.
Kapalı yerlerde sigara içme yasağını hatırlayalım: Bu kadar bedihi, açık bir konunun da kanunu mu olur aslında? Kudsî geleneğimizdeki sadece hukûk-u ibâd (kul hakkı) anlaşılsa ve özümsense buna gerek kalır mıydı? İnsan vicdandaki basiret ve feraset ile çözüp de kendi kendine yasak getiremez mi?
Bu hoyratlık, bu terbiye eksikliği devam ederse belki de açık havada da sigara serbestliğine istisna getiren kanun yürürlüğe konulabilecektir.
Düşünün ki sigara gibi basit bir şeyin bile kanunla çözülebildiği ülkede, kim bilir daha hangi basit meselelere dair kanun çıkartılmak zorunda kalınacaktır? Ondan sonra da, bunların uygulanabilmesi için, polis sayısı kabaracak, devasa adliye binaları inşa edilmeye devam edilecek, cezaevleri de alabildiğine kalabalıklaşacaktır.
İnsanın yaratılışı, ona yerleştirilen akıl, ulvi hisler ve kuvveler böyle bir eziyeti, böyle bir düşüşü, böylesi bir istibdadı reddeder ve reddetmelidir.
İnsanın temiz yaratılışı (fıtrat) ile semavi dinler arasında tam bir uyum vardır. O mübarek zincirin son halkası Efendimiz (sav) şöyle buyurur: “Sizden biriniz bir kötülük gördüğünde onu eli ile düzeltsin. Eliyle düzeltmeye gücü yetmiyorsa diliyle düzeltsin. Ona da gücü yetmiyorsa ona kalbiyle buğzetsin.
Kötülüğü eliyle düzeltecek olan devletin kolluk kuvvetleridir. Ama ondan önce, bir nasihat ve iyiliği emretme müessesesi ciddi olarak işlemelidir. Ancak okullar bunu, yukarıdaki öğretmen okulu örneğindeki gibi, layıkıyla yapmıyor. Medya bunu layıkıyla yerine getiremiyor. Bazı âlimler, elimizden bazı müesseselerimiz gitmesin diye bu görevi hakkıyla yerine getirmiyor. Dolayısıyla koskoca bir insan yetiştirme müessesesi adeta bir suç makinesine dönüşüyor.
Korkarım, bu gidişle şefkatli üstadım Said Nursî’nin uyardığı şu noktaya doğru koşar adım gidiyoruz. O, devrin CHP Genel Sekreterine yazdığı mektubun bir parçasında şunu diyor:
Hem bir müslüman, başka milletler gibi değil. Eğer dinini bıraksa anarşist olur, hiçbir kayd altında kalamaz. İstibdad-ı mutlaktan, rüşvet-i mutlakadan başka hiçbir terbiye ve tedbirle idare edilmez. Bu hakikatın çok hüccetleri, çok misalleri var. Kısa kesip, sizin zekâvetinize havale ediyorum. |
Endişem o ki, dinî terbiyeden uzaklaşıldıkça, çıkartılan kanunlar, kolluk kuvvetleri, adım başı konulan kameralar, gelişen onca teknoloji insanlığın barış ve selametine hizmet etmeyecektir.
Bu gidişe dur demek için tepeden tırnağa bir emr-i bi l-ma’rûf seferberliğine girişmek zorundayız.
Not: www.karakalem.net okurlarının ve bütün Ramazan (Fıtr) Bayramlarını tebrik eder, hepimiz hakkında hayırlara vesile olmasını Rabbimden dilerim.
© 2021 karakalem.net, Mehmed Boyacıoğlu