RİSALE-İ NUR müellifinin o hayran olunası engin tefekküründe kilit nokta acaba nedir? Bir insan, nasıl olmuştur da, hem insana, hem de kâinata dair bu kadar ince, bu kadar geniş ve bu kadar derin bir tefekkürün sahibi olabilmiştir?
Ne zaman bu sorunun izini sürsem, cevabın adresi olarak karşıma ‘şefkat’ adlı bir diyarın ismi çıkıyor.
En başta, “Yirmidördüncü Mektup” adlı enfüsî tefekkür şaheseri, hele ki o risalenin başındaki benim gibilerin sormaya bile korkacağı ama onun cesaretle sorduğu, şefkatin sordurduğu o keskin sorular...
Aynı iz üzere, “İkinci Şua”daki bahar mevsimindeki mahlukatın az zaman sonra solup ölmelerine dair, Bediüzzaman’ın kendine has Türkçesi’yle ‘yazığıma gidiyordu’ gibi latif bir ifadeyi de taşıyan bahis...
Eskişehir hapsinde, kendisi idam talebiyle yargılanırken, ‘karşıdaki lise mektebi’nde bir bayram günü eğlenip raks eden genç kızların elli sene sonraki hallerini düşünmekle yaşadığı halet-i ruhiye; kendi haline değil, onlara ağladığı bu durumda, teselli için yanına gelen diğer mahpuslara “Beni bırakınız, gidiniz” deyip gençlerin istikbali ve hele ki ahireti üzerine düşünmesi...
Meyve Risalesi’nden okuduğumuz üzere, Denizli hapsinden çıkışından hemen sonra, kaldığı Şehir Oteli’nin penceresinden karşıdaki kavak ağacının rüzgârla sallanan yapraklarından güz mevsimine, oradan yine fena ve zevale ve ölümün şefkate dokunmasına, oradan ancak beka, esma-i hüsna ve ahiret hakikatiyle kalbdeki şefkatin şifa bulmasına uzanan bir tefekkür...
Kendisi Kastamonu’da tarassut altında zor şartlarda yaşamaya mahkum bir ihtiyar iken, İkinci Dünya Savaşı’nın mağdurları yaşlılar, çocuklar ve savaşın darbesini yiyen siviller hakkındaki tefekkürü...
Risale-i Nur’un kimbilir kaç yerinde, bu dünyayı ‘lezzet mekânı’ bilip zevk ü safâ peşine düşmenin bir şefkat ehli için imkânsız olduğuna; zira, açları, muhtaçları görmenin ondaki şefkati sıfıra indireceğine; buradan da hareketle, dünyayı ‘ücret yeri’ değil ‘hizmet yeri’ bilmenin gereğine dair izahları...
Yine şefkatinden hizmetini düşünüp hem bu hizmetin selameti hem uğrayacağı hapis ve sair mihnetler yüzünden çoluk çocuğunu mağdur etmeme endişesiyle bir ‘aile hayatı’ kuramadığı için, birkaç çocuk yerine bütün masumları, bütün çocukları kendi evladı bildiğine dair mektupları...
Böylesi nice bahis, şefkatiyle genişleyen bir kalbin, kâinatı nasıl ‘merkezî nakşını’ rahmetin teşkil ettiği bir halita gibi okur hale geldiğinin; ve nasıl şefkatiyle esma-i hüsna tefekkürünün, marifetullahın zirvelerine ulaştığının habercisidir. Bir bütün olarak Risale-i Nur, şefkatin, insana ne kadar da engin bir marifet imkânı sunduğunu gösterir.
Çünkü şefkat insanın aczini ve zaafını kâinat kadar büyüterek sorularını melekûta kadar genişletir. Şefkatsiz insan ‘ben’den ibaret bir dünyası vardır. Neye baksa, neyi görse ‘ben’liğiyle bir ilgisi varsa dünyasına alır; bir ilgi göremezse, görmezden gelir, unutur gider. Şefkati ölçüsünde insanın dünyası büyür. Şefkati ölçüsünde, herkesle ve herşeyle alâkadar; onların dertleriyle hemdert, elemleriyle müteellim olur. Bu dertlerin ve elemlerin altından bizzat kendi aklı, kendi gücü ve kendi kalbiyle kalkamadığı için de, Rahmân-ı Rahîm’in dergâh-ı izzetine, O’nun bu kâinatı ve içindeki her bir şeyi yaratışındaki hikmetine ve ahiretin vücuduna uzanan bir tefekkür için yola koyulur.
Meselâ Haşir Risalesi’nde, ‘haşri isbat’ eden oniki hakikatten dördünde ‘ism-i Rahîm’in zikrinin geçmesi, nitekim meselâ ‘ikinci hakikat’in bâb-ı kerem ve rahmet’ olup ‘Kerîm ve Rahîm isminin cilvesi’ olması bu açıdan manidardır. Keza, ‘beşinci hakikat’in ‘bâb-ı şefkat ve ubudiyet-i Muhammediye aleyhissalâtu vesselam’ olup ‘ism-i Mucîb ve Rahîm’in cilvesi’ olması da...
Bu bakımdan, Bediüzzaman tasavvuf yoluna göre ‘hem daha kısa, hem daha geniş, hem daha kolay, hem daha derin, hem daha selâmetli’ diye tarif ettiği Risale yolunun ‘acz, fakr, şefkat ve tefekkür’ diye sıralanan dört esasının da en esaslısıdır şefkat. Çünkü insan şefkatiyle aczini ve fakrını nihayet noktada anlar; ve mutlak anlamda fakîr olduğunu anladığı için de, âlemler Rabbinin Samediyetini mutlak surette kavrar. Şefkatin derinleştirdiği ve genişlettiği bir acz ve fakr haliyle, bütün kâinatı içindeki bütün mahlukatıyla kuşatan bir tefekkür üzerinden dergâh-ı ilâhîye yönelir.
Bunun böyle olduğunu, Risale-i Nur’un her tarafına yayılmış tefekkürün ‘başlangıç noktası’na baktığımda ekseriya ‘şefkat’in sevkini görmekle bilirdim de, şefkat ile marifetullah arasındaki bu birebir ilişkinin Bediüzzaman tarafından doğrudan, çok açık bir surette tarif edildiğini daha önce fark etmemiştim.
Mesnevî-i Nuriye satırları arasında dolaşırken ‘şefkat’e dair şu bahsi okuyunca, bu yüzden, tanıdığım ama tanışamadığım bir dostla karşılaşmış gibi oldum. “Hubâb” risalesinde yer alan bu kısa bahiste, şöyle diyordu Bediüzzaman:
“Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve zinetleri, Hâlıkımızı, Mâlikimizi ve Mevlâmızı bilmediğimiz takdirde cennet olsa bile cehennemdir. Evet, öyle gördüm ve öyle de zevkettim. Bilhassa, şefkatin ateşini söndürecek, ‘marifetullah’tan başka birşey var mıdır?” |
Bediüzzaman, şefkatin yürekleri yakıcı ‘ateşi’ni marifetullah yolunda engin bir yolculuğun ‘yakıtı’ kılan derin tefekkürüyle, marifet-i ilâhî yolunda ilerlemek isteyen herkese bir büyük ders veriyor.
Herkese...
Özellikle de, şefkat cihetiyle ‘az gelişmiş’liğini çok bilmiş ‘rasyonel’ izahlarla örtmeye çalışan zamanelere...