“KUR’ÂN okumaları” serüveniniz nasıl başladı, sizi böyle bir yolculuğa çıkmaya sevkeden saikler nelerdi?
Kur’ân okumaları serüvenim, bir açıdan onbeş yaşında, bir açıdan bu tarihten onbeş yıl sonra başladı. Hayatıma bir yol arayışı içinde Risale-i Nur’la onbeş yaşında tanıştım ve Risale-i Nur daha kendisiyle tanıştığımız hafta içinde beni Kur’ân’la tanıştırdı. Gerçi evvelce de Kur’ân’dan habersiz değildim, ama Kur’ân’ı okumayı öğrenmeye başlamam Risale-i Nur okumaya başladığım haftada olmuştur. Mahalle camimizin imamı Salih Demir hocadan sadece iki hafta ders aldım. O iki haftalık ders içinde elifbâdan Kur’ân’a geçmiş, ilk beş sayfayı hocamızla birlikte okumuştum. Salih hocanın Bakara sûresinin ilk beş sayfasının âyetlerini okuduğumuz o kısa öğrenim esnasında, âyetlerin mealini de kelime kelime bana aktarmasının, Risale-i Nur tahsiliyle birlikte, yıllar sonra Kur’ân Okumaları ismini taşıyan kitaplar yazmamdaki en önemli unsurlardan biri olduğunu düşünüyorum. Zira, Risale-i Nur zihnimizi Kur’ân’ı anlamaya hazırladığı gibi, hocamın bu kısa süreli dersi de Kur’ân’ın aşina bir dil ile bize konuştuğunu fark etmemi sağladı.
Onbeş yaşında bir genç olarak 1979 yılında yaşamaya başladığım bu Kur’ân okumaları serüveninin yazıya taşınması ise, onbeş yıl sonra oldu. Aradan geçen zaman içinde gerek dergi çalışmaları dolayısıyla, gerek ilk kitabî çalışmalarımda Kur’ân’la bir şekilde irtibat sözkonusu idi gerçi, ama doğrudan ‘Kur’ân okumaları’ başlığı altında anılmayı hak eden ilk yazılar yazmaya 1994’te başladım ve bu ilk süreç 1996’da Kur’ân Okumaları başlığını taşıyan ilk kitabımızla sonuçlandı. Serüvenin o tarihten bugüne kadarki kısmının ise, okuyucularımız için zaten malum olduğunu düşündüğüm için, ayrıca anlatmam gerekmiyor diye düşünüyorum.
Beni ‘Kur’ân Okumaları’ diye özetlenebilecek bir yolculuğa sevkeden saiklere gelince; sırasıyla birkaç unsuru zikretmem gerekiyor. Birincisi, Risale-i Nur’un tamamı Kur’ân denizinden süzülmüş damlalardan oluşan her bir risalesiyle hayatı hayatlandırmanın yolu olarak Kur’ân’la sürekli hemhal olma davetinde bulunuyor olduğunu hissetmemdi. İkincisi, üniversite öğrenimim sırasında, üçüncü sınıfta, “Sosyal Bilimlerde Yöntem” dersimiz etrafında gelişen ve ders dışında epeyce zamanımızı alan “Bilginin Kaynağı” üzerine tartışmalarımız esnasında “Vahiysiz yakîn mümkün değildir” hakikatine ulaşmış olmamdı. Üçüncüsü, yine üniversitenin son senesinde bir sınıf arkadaşımın bir sorusu üzerine, Kur’ân’ı hayatın içinde ve yaşanmakta olan modern hayatı sorgulayarak okuma noktasında bir kıvama doğru yol almamdı.
Sonrası, birbiri ardı sıra geldi, hayatın içinde soru, sorun ve arayışlar yaşarken zihnimiz âyetlerle kalbimiz arasında olabildiği kadarıyla mekik gibi işledi durdu ve Kur’ân hazinesinden gelen çözümler, şifalar ve devaları yazmaya kendimizi vicdanen mecbur hissetmemizle de bu okumalar yazıya taşınır hale geldi.
Bir âyeti düşünce dünyanıza almadan önce nasıl bir maddî ve manevî hazırlıktan geçiyorsunuz?
Hayatını hayatımız için bir örnek olarak gördüğüm Bediüzzaman’ın Kur’ân’dan aldığı dersleri yazarken başvurduğu ‘sünuhat’ yolunu becerebildiğim kadarıyla takip etmeye çalıştığımı söyleyebilirim. Risale-i Nur içindeki ‘otobiyografik’ notlardan öğrendiğimiz üzere, Bediüzzaman’ın Kur’ân’la hemhal oluşu şöyle bir süreçte gerçekleşiyor. Bir tarafta, yaşanmakta olan bir hayat var. Bu hayatın içinde bir yandan kâinatla hemhal olurken, bir yandan insaniyetimiz itibarıyla bir sosyal hayat yaşıyoruz ve dışımızdaki bu her iki âlemden iç dünyamıza gözlemler, sorular, sevinçler, elemler taşınıyor. Bediüzzaman bir yandan böyle bir hayatı yaşarken, öte yandan bu hayatın içinde bir hayat rehberi olarak Kur’ân’la sürekli bir hemhal oluş içinde. Her gününde Kur’ân’la hem okuma, hem anlama; hem tezekkür, hem tefekkür cihetiyle ciddi bir meşguliyeti sözkonusu. Bu süreçte, yaşanan hayatın getirdiği soru ve sorunlar, Kur’ân’ın sırlarını açması için birer anahtara dönüşüyor Bediüzzaman için; ama şunu da belirtelim, bu anahtarı kullanmakla birlikte, kapıya da yüklenmiyor Bediüzzaman. Bir âyete dair bir mânâ dünyasına açılır gibi olduğunda, bu mânâyı bir inci gibi koynunda saklıyor ve ilgili mânânın inkişafını zamana ve zemine bırakıyor. Ve ne zaman ki, ilgili âyete dair mânâlar zihninden kalbine akmış ve kalbinde yerleşip kıvam bulmuş, o zaman yazıyor, yazdırıyor.
Bediüzzaman’ın Kur’ân’ı anlamaya dair bu usulünü ve tecrübesini, yapabildiğim kadarıyla, kendime örnek aldığımı söyleyebilirim. Elbette, şu kaydı da düşmek gerekiyor. Deniz aynı deniz olsa da, herkes kendi kabının genişliği nisbetinde alabilir. Kur’ân’ı Bediüzzaman gibi anladığımı iddia ediyor değilim, ama Bediüzzaman’ın anladığı gibi anlamaya ve bu anlama sürecinde Bediüzzaman’ın takip ettiği yolu takip etmeye çalışıyorum.
Kur’ân okumaları yönteminizden biraz bahsedebilir misiniz?
Kur’ân okumada bir özel yöntemim var mı, bilmiyorum. Açık söylemek gerekirse, bir yöntem arayışım da olmadı. Ne Kur’ân okumaları, ne Risale okumaları, ne hadis ve Asr-ı Saadet üzerine okumalar bakımından. Ama hayatın akışı içinde Rabbimiz bizi iniş-çıkışlar, gel-gitler içinde bizi yaşatırken biz farkına bile varmadan bize bir yol, yöntem öğretiyor. Çoğu zaman öğrendiğimiz bu yolu, yöntemi epeyce yol aldıktan sonra fark ediyoruz. Açıkçası, “Kur’ân’ı şöyle okumalıyım” diye bir yol belirleyip, sonra o yola koyulmadım. Kur’ân’la hemhal olmaya ihtiyacımız vardı, bu hemhal oluşun tarzı, usulü, üslubu kendiliğinden gelişti. Elbette, önümüzde bir örnek olarak Bediüzzaman tecrübesinin de öğreticiliğinde.
Hâlâ daha, Kur’ân’ı okurken belli bir ‘metod’dan söz edebilecek durumda değilim. Kur’ân’ı okuyorum; hayatı anlamak, hele ki hayatın yükü ve iç dünyama tesir eden yaralar karşısında şifa için Kur’ân’a sığınıyorum, hepsi bu. Belki ‘yöntem’ olarak, bir tek şunu ilave etmem gerekiyor. Kur’ân hazinelerinden bir sır, bir mânâ açıldığında, onu zihnimin ve kalbimin bir köşesine ve ‘ilmi kalemle muhafazayı’ emreden hadisin mucibince bir yerlere kaydediyorum, ve yazılması seneler sonra gerçekleşecek olsa dahi, o mânâyı bırakıp geçmiyorum; zihnimde, kalbimde ve defterimde saklıyorum.
Kur’ân okumalarını yaparken hangi kaynaklardan yararlanıyorsunuz, referans olarak başvurduğunuz eserler var mı?
Beni Kur’ân’la tanıştıranın Risale-i Nur olduğunu söylemiştim. Risale-i Nur, otuz yıldır Kur’ân’ı anlamada hususî mürşidim, rehberim niteliğimde. Bediüzzaman’ın Kur’ân’ı anlama yolculuğu için sadece “Mu’cizat-ı Kur’âniye Risalesi”nde veya sadece İşârâtü’l-İ’caz’da dile getirdiklerini daha etraflıca kavrayabilmek isterdim. Hakkıyla kavradığımı söyleyemem, ama Kur’ân okumalarında bakış açımı ve vizyonumu Risale-i Nur belirliyor.
Öte yandan, okuduğum hadis külliyatları ile siyer kitaplarının, özelde bu kaynaklardaki ‘esbab-ı nüzul’e dair bilgilerin âyetlerin mesajını anlamada çok büyük yardımı olduğunu tecrübeten biliyorum. Tek bir meale bağlı ve bağımlı olmanın daraltıcı ve bazen yanıltıcı olduğunu düşünen biriyim. Biri ‘kelime anlamlı’ olmak üzere, on civarında mealden istifade ediyorum ve bir âyete dair bir nükte dünyama açılacak olduğunda ilgili âyete ve o âyetin içinde yer aldığı sûreye dair tefsirlere de bakıyorum. Fahreddin-i Râzî’nin Tefsîru’l-Kebîr’i en ziyade başvurduğum tefsir niteliğinde.
Bir de, genel okumaların Kur’ân’ı anlamada faydasına değinmek gerek. İster dünya tarihi, ister peygamberler tarihi, ister modern zamanlar üzerine, ister belli bir konuyla ilgili olsun, her okuma Kur’ân okumalarında soruların ve arayışların menzilini genişletme gibi bir fayda sağlıyor diye hissediyorum.
Kur’ân ayetlerini anlamada zaman ve mekan önemli midir? Kur’ân üzerinde tefekküre dalmadan önce özel bir zaman ve mekan seçilmeli midir?
Zaman ve mekânın elbette önemi var. Bediüzzaman’ın dünyasına da Kur’ân’dan mânâların ekseriya Ramazan ayında veya namazda veya namaz tesbihatı sırasında açılmış olması bir rastlantı olmasa gerek. Aynı şekilde, birçok mânânın, bir dert, soru, arayış içinde, hatta bir musibetin sevkiyle açılmış olduğunu da yine Bediüzzaman’ın Risaleler içinde düştüğü notlardan anlıyoruz.
Onun için geçerli olan bu durum, hepimiz için de geçerli. Kur’ân’ı anlamada zaman ve mekân önemlidir; kalb ve ruhumuzu abdest, istiaze, tezekkür ve ibadetle ve hatta oruçla Kur’ân’a hazırlamak önemlidir.
Ama burada da meseleyi tadında bırakmak gerekiyor. Kâbe’nin tam karşısında oldukları ve Kur’ân’ı ilk nüzul anında bizzat Hz. Peygamber’den dinledikleri halde Kureyş müşriklerinin direncini hatırlayalım. Demek ki, zaman bir arayış ve ihtiyaç hissediş hali ve anı, mekân itibarıyla öncelikli olan ise açık bir zihin ve hakkı teslime talip bir kalptir.
Sizin “Kur’ân Okumaları”nıza tefsir diyebilir miyiz? Eğer değilse sizin çalışmalarınızı tefsirden ayıran yönler nelerdir?
Şu an için dört kitap hacmine ulaşmış bulunan “Kur’ân Okumaları” çalışmam için ‘tefsir’ demekten hicap ederim. Tefsir, İslâmî ıstılaha yerleşmiş olduğu üzere, hususî bir disiplindir; öyle ki, âlim ünvanını bihakkın almış pek çok isim dahi kendilerini ‘müfessir’ diye tavsif etmekten hicap etmişlerdir. Tefsir sözkonusu olduğunda hususan bu konuda ihtisas kesbetmemiş âlimler bile böyle bir edeple hareket ederken, tabir yerindeyse ‘mektep medrese görmemiş’ biri olarak benim yaptığım çalışmaya tefsir adını vermem asla düşünülemez. Böyle bir şeyin, müfessirlere ve tefsir geleneğine karşı çok büyük bir saygısızlık olacağını düşünürüm.
Ama öte taraftan, bugünün bazı ‘ilahiyatçı’larının din hakkında düşünmek ve konuşmak sanki kendi tekellerinde imiş gibi; Kur’ân sözkonusu olduğunda da onlara anlatmak, başkalarına dinlemek düşermiş gibi bir tavrı içselleştirmiş olduklarını görmekten de rahatsızım. Kur’ân’dan fıkhî anlamda bağlayıcı bir hüküm çıkarmak veya itikadî anlamda bir sonuç ortaya koymak, müçtehid vasfına lâyık âlimlerin kârıdır; burada bize onlara kulak vermek düşer. Ama Kur’ân, sadece âlimlere inmiş değildir; bütün mü’minler, dahası bütün insanlar Kur’ânî davetin kapsama alanı içindedir. Bu bakımdan da, fıkhî veya itikadî bir hüküm tesis etmeye kalkışmadan, herkes kabiliyeti nisbetince Kur’ân’ı anlama, âyetlerle yoğrulma ve âyetleri yorumlama çabası içinde olma durumundadır. Bizim çalışmamız da işte bu kısma denk düşüyor.
Bu kaydı düşerken, Bediüzzaman’ın “Risale-i Nur’u bir sene anlayarak ve kabul ederek okuyan, zamanımızın bir âlimi olabilir” sözünü de hatırlatmak isterim. Risale-i Nur’un sözümona Kur’ân’ı anlamaya engel olduğu şeklinde, bir kısmı derin mahfillerle bağlantılı bazı ‘ilahiyat’ çevrelerinden türetilmiş ve bir kısmı ‘çirkeflik’ derecesine varan iddiaların rağmına, Risale-i Nur’un Kur’ân’ı anlamada nasıl bir yol gösterici, öğretici ve rehber olduğuna şimdilik dört kitap halindeki “Kur’ân Okumaları”m açık bir delil ve şahittir. Müfessir değilim, ama meselâ editörlüğünü yürüttüğüm dergimiz Karakalem’in son sayılarının kapak yazıları olarak kaleme aldığım, Beled, Fâtiha ve Vâkıa üzerine okuma notlarının, hangi mektep ve medresede okunmuş olursa olsun, Risale-i Nur’un yol göstericiliği olmadan yazılamayacağını düşünürüm. Tamamen seküler bir eğitimden geçmiş, ne medrese, ne imam-hatip, ne ilahiyat eğitimi görmüş bir insanın Risale-i Nur’dan aldığı dersle Kur’ân üzerine yazdıkları, Bediüzzaman’ın “Risale-i Nur’u anlayarak ve kabul ederek okuyan”lara dair sözünün bir isbatıdır diye düşünüyor ve ümit ediyorum.
Âyetleri anlamaya çalışırken kişisel ve has bir dairede mi düşünmeliyiz, yoksa geniş bir dairede bütün bir topluma hitap ediyor gibi mi algılamalıyız?
İlk vahiy tecrübesini hatırlayalım. İlk âyetin “Okuyun,” “Okutun” diye değil “Oku!” diyerek başladığını... Ve Hz. Peygamber’e ‘kalkıp uyarma’yı emreden ikinci vahyin bu ilk vahiyden ikibuçuk sene sonra geldiğini... Demek ki, Kur’ân’ı önce kendimize okumamız gerekiyor. Anlamadan anlatmaya bir yolculuk da yaşamamız elbette gerek; ama anlatma, ‘anlayıp benimseme’den sonra gerçekleşmeli...
Kur’ân’ın muhatabı kişi midir, yoksa toplum mudur?
Kur’ân’ın muhatabı kişidir, toplumdur ve bütün insanlıktır. Kur’ân’da hem bütün insanlara, hem hususan mü’minlere, hem de Hz. Peygamber’in şahsında hususan insana hitap eden âyetler çıkar karşımıza. Demek ki, ‘ben’den başlayıp bütün insanlığı ve hatta bütün mahlukatı kuşatır şekilde ‘biz’e doğru bir yolculuk yaşamalıyız Kur’ân’ı anlama ve anlatma sürecimizde. Ama başlama noktası, kendi iç dünyamız olmak üzere... Kur’ânî anlamada hayatî noktanın, yolculuğa “Rabbim bana konuşuyor” idrakine sahip olmak olduğuna inanıyorum.
Herkes Kur’ân okumaları yapabilir mi? Bunu yapmak isteyenlere tavsiyeleriniz nelerdir?
Kur’ân bütün insanları kendine muhatap alıyor olduğuna ve ‘mübîn’ olduğunu bizzat beyan ediyor olduğuna göre, herkes Kur’ân okumaları yapabilir. Bu yoldaki tavsiyem ise, Kur’ân Okumaları’nın ilk kitabının en başında bizatihî Kur’ân’dan aldığım dersle dile getirdiğim usulî noktaları dikkate almak... Meselâ şeytanın bu anlama yolculuğunda zihin ve kalbimize müdahalelerinden Allah’a sığınmak, konuşan Rabbimiz ise bize düşenin susup can kulağıyla dinlemek olduğunu idrak etmek, “Temizlerden başkası ona dokunamaz” sırrınca temiz bir yürekle ona kulak vermek, tane tane okuyup anlamaya çalışarak dinlemek vs.
Diğer bir husus ise, Kur’ân âyetlerinin hem herkes için anlaşılabilir derecede açık, hem ancak ilimde derinleşenlerin kavrayabileceği derecede geniş ve derin âyetleri mânâları olduğunu; hele ki, bizatihî Kur’ân’ın bildirdiği üzere ‘müteşabihat’ı üzerine te’vilin Allah’ın izniyle ancak ‘râsihûne fi’l-ilm’e nasip olduğunu görerek, ilme itibarı ve tevazuyu elden bırakmamak. Kendi aklını ve ilmini yeterli görmemek... Bizatihî anlama çabasını, tabirimi mazur görün, ukalalığa dönüştürmemek...
Keza, bizim gibi Kur’ân’ı bizzat anlamaya yetecek Arapça bilgisi olmayanların tek bir meali yeterli görmemeleri, Elmalılı merhumun meal ve tefsirinin en başında belirttiği üzere ‘meal’in kelime olarak ‘eksiltilmiş anlam’ demek olduğunu asla unutmamaları ve dahası, başvuru mercii olarak tek bir tefsiri de yeterli görmemeleri gerekiyor.
Kur’ân okumalarını sure üzerinden mi, yoksa tek tek ayetler üzerinden mi yapmak lazım?
İdeal olan, Bediüzzaman’ın Kur’ân’ın i’cazının birinci veçhesi olarak belirttiği ‘nazm-ı maani’yi gözeterek, bir sûredeki bütün âyetlerin nasıl birbirine bakıp birbirini tamamladığını görerek; tabir yerindeyse ilk âyetten son âyete kadar akan mânâları suyun pınardan çıkıp dağlar, vadiler, ovalar, bayırlar aşarak denize ulaşması misali nasıl akıp sonsuz bir mânâ denizine ulaştığını görebilir surette sûreleri ve âyetleri okumaktır kanaatimce.
Ama öyle bir hazine ki Kur’ân, tek bir âyeti, hatta tek bir âyetindeki tek bir cümle veya hatta tek bir kelime ve dahası tek bir harf-i tarif sizin için bir şifa ve rahmet olabiliyor. O yüzden de, yeter ki Kur’ân’la daimî bir hemhal oluş yaşayalım, ötesini zamana ve zemine bırakalım demekten yanayım.
Kur’ân okumalarını nasıl yapmalı? Sadece Arapça metin üzerinden okuma tefekkür için yeterli midir? Meal veya tefsirden okumayla ayetlerdeki mesajlar algınabilir mi, yoksa Arapça bilmek gerekir mi?
Ne o yeterli, ne de öbürü... Sadece Arapça yeterli olsa, bütün Araplar Kur’ân’ı hakkıyla anlamış olurlardı ve en büyük müfessirler de sadece Araplar arasından çıkardı. İkincisinin yeterli olacağını söylemek ise zaten mümkün değil. Aslolan, ikisinin birden mevcudiyetidir. Bu durumda değilsek, o zaman da, tevazuyu elden bırakmadan ve gereken yerde gereken kaynağa başvurmayı ihmal etmeden anlama çabasında sebat etmektir.
Kur’ân âyetlerini anlamaya çalışan bir insanın daha öncesinde hangi kitapları okumasını, hangi kaynaklardan istifade etmesini tavsiye edersiniz?
Gördüğüm o ki, maksat Kur’ân’ı anlamak ve Kur’ân’la hemhal olmak olduktan sonra okuduğumuz her türlü kitap bu yolda bir hizmet görüyor. Ama siyer ve hadis bilgisinin, İslâm tarihi ve Peygamberler tarihi üzerine bir bilginin, insanlık tarihi üzerine bir okumanın ve yaşadığımız zamana dair okumaların Kur’ân’ı hayatın içinde okumak ve anlamak noktasında önemini de tecrübeten biliyorum.