Gecenin ışığında bir uyanık rüya

Mona İslam

GÖKYÜZÜ GECELERİ ne kadar karanlıktır değil mi? Elbette yıldızlar var. Ama yine de kendinizi semada dolaşırken tahayyül ediniz, mesela bir uzay gemisinde, karanlıkta bir yolculuktur yaptığınız, zifiri olmasa da. Yıldızlar, gezegenler ne çoktur o yukarı alemlerde, aydınlık olmalı değil mi? Yine de karanlık tahayyül ederiz semayı. Tahayyülümüz nisbidir. Nisbetimiz arza göredir. Yeryüzünde gündüz vaktinde bir koltuğun altındaki toz zerrelerini bile görebiliriz. Bu aydınlığa nisbetle yukarılara karanlık deriz.

Arzın hakikati aslen karanlıktır. Ancak güneş ona yakın olduğundan, yerküremiz semada ne varsa hepsinden aydınlık oluvermiştir. Gece arz, asli hüviyetine bürünür. Güneş uzaklaşır, ve arz ne kadar da karanlık olduğunu bilir. Zatı itibariyle sema ondan daha aydınlıktır. Arz güneşe yakın olmasıyla en aydınlık gezegen olma ünvanına hak kazanır.

Ay da arzın toprağındandır. Anasının bağrından kopmuş bir seyyaredir o da. Kopmuş ve semaya yükselmiş, uruç etmiş, ama yine de muhabbetinden arzı terk edememiş, etrafında döner durur. Ona ışık vermek için pervane olur. Bir yüzü güneşe bir yüzü arza bakar, nuru alır ve iletir. Durmadan yorulmadan, terk etmeden, ayrılmadan. Ay gökyüzündeki nice yıldıza nisbetle cisimce küçüktür, nuru da kendinden değil güneştendir. Ancak gece yol göstericilikte, yeryüzünü karanlıktan aydınlığa çıkarmada onun benzeri yoktur. İnsanlar ibadet günlerini ona bakarak bilirler. Her hareketi, her dönüşümü, her hali rehberdir. Cirmi ve ziyası ne kadar büyük olursa olsun hiçbir yıldız ayın ışığıyla aşık atamaz. Onlar uzaktır, ay yakın. Yakınlık en büyük değerdir.

Gecenin bir saati ve ben “yetefekkerune fi halkıssemavati vel ard” ayetinin emri üzerine, bu kez yatarken ve uyku tutmaması hiç bu kadar keyifli olmamışken kapalı perdelere aldırmaksızın, hayalimin açık ve geniş penceresinden bakıyorum ecram-ı semaviyeye. Onların zihnimde birer işari manası var. Afaktan enfüse, böylece kalbimin derinliklerine geliveriyorlar. Kalkıp yatakta oturuyorum, heyecanlıyım ve daha fazla yatamam. Bu mana adamı ayaklandırır cinsten. Daha doğrusu bana öyle yapıyor.

Arz benim. Aslım toprak. Aslım karanlık. Aslım Havva. Sema melekler alemi. İrili ufaklı yıldızlarıyla ne kadar da görkemli, ne kadar da güzel. Güneş (teşbihte hata olmaz, varsa Allah affetsin) benim Rabbime remz, Ay ise Efendime. Uyanıkken gördüğüm bir rüyayı tabir eder gibiyim şimdi. Allah bana yakın. Yüzü bana dönük. Bu yüzden ben hakikatimde karanlık da olsam, semalardan daha aydınlığım. Ruhumda en kuytu köşeleri bile bana gösterecek denli ışık var Rahman’dan. O bana yakın, gözü benim üzerimde. Benı ısıtıyor,beni aydınlatıyor, bana enerji veriyor, beni renkten renge boyuyor. Ne zaman ki Rahman’ın ışığı gözden kaybolsa, o var olsa da ben onu göremesem, o vakit gece vakti, ve ben aslımın karanlığını görüyorum. Elimi çıkartsam onu dahi göremeyeceğim. Zulümat, günah, yeis, deniyyet, esfeli safilin.

Yine de ay imdadıma yetişiyor. Efendim. Bana karanlığımın içinden bir nur gösteriyor. “Rabbin seni terk etmedi, bak beni gönderdi, ışığını benimle sana gönderdi. Seni asla bırakmıyorum. Kıyamete hatta cennete değin etrafında dönüp duracağım, buradayım, korkma” diyor. Elini tutuyorum. O büyük meleklerden dahi daha parlak. Cismi cismimden, toprağı toprağımdan, en ünsiyet edilesi olan. Uzak yıldızlar gibi melekler, Cebrail ve Mikail gibi dahi olsa, yine de uzak ışıkları bana onunki kadar erişmezler, bana onun gibi şefaat edemezler. O bana en yakın olan. O güneşe en yakın olan.

Kalktım, bu heyecan adamı uyutmaz. Unutulmasın diye paylaşmalıyım, öncelikle salonda oturan eşimle. Kafasını bilgisayarından kaldırıyor, cin gibi gözlerime bakıp “Uyumadın mı sen hala?” diyor. Sökün etmiş kelimeler ağzımdan dökülüyorlar, tutabilene aşk olsun. Bak dinle diyorum, anlatmazsam kaybolacaklar. Dinliyor sağ olsun. “Tabii” diyor, “bunları düşünürsen uyuyamazsın”. “Kasıtla düşünmedim” diyorum, “yağıverdiler aklıma yağmur gibi, tuttum sana getirdim. Bak!” Gülümsüyor.

“Sence,” diyorum “Allah’a en yakın melekler nerede olmalı? Yedi kat semanın dışında mı? En üst tabakalarda mı? Cennette mi? Nerede?” Duruyor, biliyor ben zaten cevap vereceğim, soruyu soruyorum, cevabı zaten cebimde tutuyorum. “Bir soru daha” diyorum, Allahım oyun oynayan çocuk gibi haz alıyorum bu tefekkür çabasından! Fütuhat’ta müfekkirenin güneşle temsil edildiği geliyor sonra aklıma. Evet, hakikaten içim ısınıyor düşündükçe. “Allah’a en yakın kim?” “İnsan” “O halde mukarrebun melekler de insana en yakın olanlar olmalı, değil mi? Uzak yıldızlardakiler değil, kokladığımız çiçeklerdekiler, göktekiler değil, yerdekiler. Cennettekiler değil, omuzlarımızın üzerindekiler. Kıdemliler, insana en yakın yerde iş görenler.”

“Bak” diyorum, “aynen öyle de.” Bu ifade onu gülümsetiyor yine, “Bayan Nurcu” konuşuyor. Takılıyorum ona, “en sevdiğin nurcu benim, biliyorum” diyerek. “Mesela Bediüzzaman’a ve İbn Arabi’ye nazar edelim. Belki nefsü’l-emirde İbn Arabi Bediüzzaman’dan daha parlak bir yıldızdır, daha cesametlidir, Allah bilir. Ancak Bediüzzaman bize zamanca daha yakın, o halde ay gibi küçük de olsa en çok ışığı o verir. Üzerimizde en büyük himmet onundur. Zira uzaklık hem mekanca hem zamanca olur. Yakın olan en çok aydınlatandır. Düştüğünde seni kaldırmak için ilk evvela yetişen odur. İnsan çocuğunu kendisine en yakın olana ve çocuğunun da en iyi anlaştığı, onun huyunu suyunu en iyi bilene emanet etmez mi? Allah da bizi kendine yakın ve bize yakın olan mürşid-i kamillere böyle emanet eder.”

Sonunda gidip uyuyabilirim. Bir rüya görüyorum. Bu kez hayal değil. Bir grup genç var, kızlar erkekler, 20-25 yaş arası gençler. Ben de aralarındayım, sanki gençleşmişim. İbn Arabi’nin “fütüvvet” anlatımı geliyor aklıma onlarla yürürken, ebedi gençlik, iyi müminler, canla başla Allah yolunda hizmet edenler, sayi ve çabası hiç bitmeyenler, yorulmayanlar. Bir sarp kayalığa tırmanıyoruz. İki genç var arkamda. Hep ardımdan geliyorlar, tırmanırken düşersem yakalayıverecek gibiler. Ellerimiz ayaklarımız yaralanıyor tırmanırken. Zirvede uçsuz bucaksız bir deniz görüyoruz, iniyoruz bir kumsal var, kumlar çıplak ayaklarımızı iyileştiriyorlar. Deniz usul usul ayaklarımıza değip bize selam veriyor sanki. Kumsal boyu o iki genç hala ardımdalar, beni hiç bırakmıyorlar. Onlar varken emniyetteyim. Başka gençler de var orada ama, bu ikisi benim yakın dostlarım.

Sahilin sonu bir açık hava tiyatrosuna çıkıyor, yukarıda yıldızlar bizi izlerken biz de perdede bir film izleyeceğiz. Oturuyoruz, ben o iki gencin arasında denk düşüyorum. Biri sağımda biri solumda duruyor kiramen katibiyn gibi. Film başlıyor, “bak” diyorlar “bu senin hayatın hakkında. Birlikte yorumlayacağız.” Uyanıyorum, biliyorum onlardan biri Üstad Bediüzzaman, diğeri Şeyh Muhyiddin İbn Arabi. Hayatıma dışarıdan bakma ödevimde bana yardım ediyorlar. Tırmanırken de, ferahla yürürken de bana himmet ediyorlar. Onlar ebedi gençler, bana da tutunursam ebedi gençlik vaat ediyorlar. “Elhamdülillah” diyorum. “Uyutuşu ve uyandırışı ne güzel benim RABBİM…”

Hatırlatıyorum kendime,

“Ve onları (ölümsüz) gençlikler bekleyecek, sanki kendi kendilerinin (çocuklarıymış gibi), kabuklarının içinde saklanan inciler gibi (saf ve temiz). Ve böylece nimet tattırılanlar, birbirlerine dönerek ( geçmişte yaşadıkları hakkında) sorular soracaklar. Onlar “Bakın” diyecekler, “Eskiden çoluk çocuğumuz arasında yaşadığımız sıralarda, (Allah’ın bizden razı olmadığını düşünerek) korku içindeydik; ve bu durumdayken Allah bizi lütfu ile inayetlendirdi ve (çaresizliğin) yakıcı fırtınalarının azabından bizi korudu. Şüphesiz biz bundan önce (yalnız) O’na yalvarırdık: (ve O, bize şimdi gösterdi ki) yalnız O’dur gerçekten iyilik eden ve gerçek rahmet kaynağı!” (Tur 24-28)

ayetlerini tırmandığım yamacın Tur gibi olmasını umarak.

Allah dünya uykumuzu da ölüm uyanışımızı da böyle güzel eylesin…

Bizi ebedi gençlik ehlinden kılsın…

  10.09.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut