Mallorca’da son gün

Zehra Sarı

FANİ DÜNYADA, başlayan herşey bitiyor; doğan elbet bir gün ölüyor, giden de bir gün gittiği yerden fani dünyadaki fani ama geçici olarak asıl zannettiği mekanına dönüyor. Bizde yarın onyedi gün kaldığımız bu “doğa harikası” olarak söylenen, ama sanatı, ilmi, kudreti sonsuz o yüceler yücesinden başkasının yapamayacağını bildiğimiz bu güzel adadan, bu geçici dünyadaki “bizim” dediğimiz yurdumuza dönüyoruz inşaallah.

Bu ada bunca gün nazarımızda ihtişamından hiçbir şey kaybetmedi, aksine her gün bizi karşılayan yeni günle birlikte daha güzel yaratılışlara şahit oldu gözlerimiz; sübhanallah’lar, maşaallah’lar döküldü dillerimizden. Ve mümkün olduğunca gezmeye çalıştık Zat-ı Zülcelalin bu güzel mekanını…Üzerindeki tüm yaşayanlara ve yaşananlara rağmen…

İnternette tıkladığınızda “Mallorca’da şurayı mutlaka görmelisiniz, şu restaurantta mutlaka şunları yemelisiniz, balık için bir numara mutlaka gidin, şurada ‘sangria’ içmeden dönmeyin” tarzı tavsiyelerden birkaçını dinledik elbette, ama tahmin edeceğiniz gibi ne Porto de Soller’de kiliseye karşı soğuk bir sangria (kokteyli meyveli bir şarap) içtik; ne de bizim damak zevkimize uygun dedikleri ‘paella’ (pirinç, safran, deniz mahsüllerinden oluşan bir yemek) yedik, ama vakit bulduğunca gezmeye çalıştık; üzerindeki sakinlerine rağmen her mekanındaki her taşın, her ağacın, her kuşun, her deniz dalgasının Allah’ı zikrettiği bu yerde.

Herkesin baktığında aynı şeyi görmediği muhakkak… Ama yüzdeye vurursak şu an kendisine bakarak yazdığım bu harikulade mavi-yeşil karışımı deniz manzarasını, öğlenin bu sıcak vaktinde bile baktığınızda size adeta gülümseyen pembeli beyazlı çiçekleri kim görse derinlerinde birşeyler hisseder; dile getirişler farklı olur büyük ihtimalle… Birinin ağzından “very good” çıkarken, diğerinkinden “hermoso,” bir başkasından “güzel,” bir başkasından da “maşaallah, barekellah” çıkar. Her yaratılanın her an Rabbinin zikrini ettiği aşikar, ama şuurlu insanın bu zikre şahitlik edip asıl sahibine teslim etmesidir imtihanı…

Yürüyen, gezen, yüzen, güneşlenen, güneşlenirken kitap okuyan, etrafı seyreden, balkonunda kağıt oynayan, lobide saatlerce oturup gelen gidene bakan, öğle yemeğinin saatinin gelmesini bekleyen, günün bu erken saatinde bile içkisini yudumlayan, otelin düzenlediği gezeye katılmak için sırada bekleyen, burada epeyce fazla olan hediyelik eşya dükkanlarından biblo, Mallorca kartları, resimleri alan vs…bir sürü dili farklı, geldiği yer farklı, alışkanlıkları farklı insan… Ama hepsini çeken ortak şey; burası, bu mekan… Nedenini kısmen bildikleri ama iç dünyalarında tam yorumlayamadıkları bir durum belki de bu ama, yüzlerinden acizane okuduğum şu ki, her insan dinin zaruriyatından haberdar olmaya muhtaç. Bunu o çok güzel bedenlerin, sarı saçlı, mavi gözlü yüzlerin manasız bakışlarından anlamak mümkün.

Halife-i arz olan, kendi dışındaki varlıklara kumandan mevkiinde yaratılmış, yeryüzünün en şerefli, en yüce varlığı, diğer varlıklar üzerinde tasarruf etme salahiyetine sahip kılınmış insan; bu şerefi kendisine bahşedeni bilmeye muhta. Bize göre gecenin bir vakti olan saat 22.00’de bile içerisinden çıkamadığı denizden, bütün gün üzerinde güneşlendiği kumlardan ve daha başka kendisini mutlu ettiğini, ihtiyacı olduğunu düşündüğü herşeyden daha fazla muhtaç Rabbini bilmeye... İşte beni bu mekan en çok başta kendime, sonra sevdiklerime, sonrada özellikle buradaki insanlara, bu farkındalığı nasip etmesi için duacı yapıyor Yaratıcımıza. Çünkü Rabbini bilen kendini bilir ve kendini bilen de imtihan için gönderildiği bu dünyada neyi ne adına kullanacağından haberdar yaşar.

Günlerce baksanız doyamayacağınız bir manzara… Her yer deniz adeta. Biz Can Pastilla’da kalıyoruz. Burada merkez şehir Palma. Gezdiğinizde çeşit çeşit mağazalar, kiliseler, parklar, restaurantlar var. Ünlü Bellver Kalesi ve Katedraliyle, çok büyük olan marinasıyla, pervaneleriyle, otelleriyle, hediyelik eşya dükkanlarıyla minik bir İstanbul adeta. Ama beni en çok çeken Valldemossa ve Soller oldu. Soller o kadar yeşil ki, o kadar güzel ki, o kadar güzel renkte çiçekler, ağacından sarkan portakallar, limonlar var ki… Hele bir evin bahçesinde ağaç gibi evin dışından başlamış büyümeye, evin ikinci kattaki balkonuna kadar uzanan o pembeli beyazlı çiçek vardı ki, beni mest etti; ayaklarım gitti gitti, geri döndü, resmini çektim durdum, hatta dönüşte bile yan sokaktan gidecek olan eşime, o sokaktan gitmekte ısrar ettim şu cümleler eşliğinde: “İnşaallah Rabbim cennetine kabul eder, orada çeşit çeşit palmiyelerim olsun istiyordum ya, yanında bu çiçek ağacının da olmasını çok isterim…”

Soller’i gezmeyi bırakıp başka bir yere gitmek ne kadar zor. Bir gününü ayırsa insan ne gezmeye doyabilir, ne de gördüklerinin şükrüne yetişebilir. Çok virajlı, dağlık bir yoldan geçerek ulaşsanız da, çıkarken heybetli dağlar sizi biraz ürpertse ve küçüklüğünüzü size bir kere daha hissettirse de, tekrar tekrar gelmek istiyor insan. Ama ardından gittiğimiz Valldemossa beni Soller’i gördükten sonra bile etkilemekle kalmayıp, kendisine hayran bırakan diğer bir yer. Tek kelimesiyle muhteşem. Hem de havanın karardığı bir vakitte görmemize rağmen. Ben Valldemossa’ya hayran oldum, haritada ismi çok hoş gelmişti (Musa’nın Vadisi imiş manası), gördüğümde kendisi çok daha hoş geldi, kelimelerle anlatılamayacak bir koy manzarası ve yeşillik… Karanlıkta tek ışık sokak lambaları. O kadar şatafatlı hayat sahiplerini barındırmasına rağmen, onlara inatla mütevazi… Beni oraya sevkeden ve “Bugün nereye gitmek istersin?” diye soran eşime neredeyse her sorduğunda “Valldemossa” cevabını verdirten; ne Polonyalı besteci-piyanist F.Chopin ile Fransız yazar George Sand’in o bahsedilen tutkulu aşklarına sahne olmuş bir mekan olması; ne Michael Douglas-Catherine Zata Jones çiftinin malikanesini barındırıyor olması; ne de dünya sosyetesinin en uğrak yerini görme merakında olmam idi. Gece yastığa başımı koyduğumda o manzarayla uykuya dalmayı isteyecek kadar beni etkileyen, oradaki sukunet ve oranın “yalnızlığıydı;” bizce güzel olarak kabul gören yalnızlıklardan olan yalnızlığı. Allah’ın yarattığı şekliyle masumiyetini devam ettiren bir yer gibi geldi bana Valldemossa; belki de buranın adını koyan Müslüman Araplardan bir büyük zâtın duasıydı bizi saran ve o yere hayran bırakan.

Deri üretimi ve ticaretiyle ünlenen İnka; Drach Mağarası ile Porto Cristo; çokça gidilmesi tavsiye edilen Santa Maria’ya yakın Festival Park, dünyacı ünlü çoğu markanın outlet mağazalarını barındıran Factory Outlet, dünyacı ünlü inci üretimi yapan Palma’dan sonra adanın ikinci büyük kenti Manacor; otelimize çok yakın olan, şimdiye kadar sadece elimin parmakları sayısınca kadar bile değil belki, adını duyduğum balık türlerine çoklarının eklenmesini sağlayan, Allah’ın bu kadar çok çeşit balık yaratmasına beni hayran bıraktıran balıkları barındıran Palma Aquarium; boğa güreşlerinin yapıldığı mekan; bende sanki dans ederken birşeye kızıyorlar, isyan ediyorlar ve bunu keskin hareketlerle ifade ediyorlar hissi uyandıran dansları Flamenko; ve bizim göremediğimiz bilemediğimiz daha birçok şeyi kendisinde barındıran Mallorca adası kesinlikle görülmeye değer bir yer.

Burada beni gülümseten, beni mutlu eden birkaç şeyden daha bahsetmek istiyorum. Eşimin beraber çalıştığı 14 Romanyalı otelin girişinde oturmuş konuşuyorlarken, eşimin onlara sesli bir şekilde “Selamun aleyküm” deyince onların da ellerini başlarına getirip, hep bir ağızdan “aleyküm selam” demesi beni çok mutlu etti, hepsini gülümseyen gözlerle seyrettim ve hidayetleri için dua ettim. Burada Senegal’den gelen bir sürü siyahi görmek mümkün. Sahilde yürürken 19 yaşlarında kolye, küpe tarzı şeyler satan bir genç bana “Selamun aleyküm” demesin mi? Selamı duyunca şaşırarak arkama döndüğümde bana İngilizce Müslüman olup olmadığımı sordu, cevabımı alınca da isminin Muhammed olduğunu söyledi. Ne güzel bir manzaraydı, onun yüzü de benimki gibiydi, bir Müslüman gördüğü için gülüyordu; o gördüğü, ismini Zarah diye telaffuz edebildiği, kendi renginden olmayan bir Müslüman olsa da...

Öğle vakti yerini ikindiye doğru bırakmaya az kalmışken, ben hâmâ yazım da sizlerle daha neleri paylaşsam sancısını yaşıyorum. Yemekte hangi ülkeden ve dinden olursa olsun annelerin şefkatinin hep aynı olduğunu gördüm. Çocuklarının yemeğini önüne getirip, kendisinden önce yavrusunun karnının doymasını isteyen anneler… Bu manzara din, millet ayırt etmiyor büyük olasılıkla. Bindiğim asansöre son anda, tam asansör harekete geçecekken binen mayolu bir beyin Almanca konuşmaya çalışıp benden cevap alamayınca, çat-pat bildiği İngilizcesiyle bana Arap olup olmadığımı sorması da, burayı düşündüğümde, hatırıma gelecek sahnelerden. Ben de özellikle, sadece Arap kadınlarının başlarını örtmediklerini anlasın diye, o asansörden iniyor olsa da Müslüman olduğumu ve Türkiye’den, İstanbul’dan geldiğimi söyledim.

Ve son olarak Hindu satıcı, Jin Amcadan bahsetmek istiyorum. Sevdiklerime birkaç hediyelik eşya almak için girdiğim dükkanında; bir saati aşkın bir süre durmama müsaade etmesi ve sonrasında eşimle tanışmak istediğini söylemesi üzerine eşimle de tekrar ziyaret ettiğimiz Jin Amca yirmi yıldır bu adada yaşıyor. Güleryüz her yerde insanı çok etkiliyor, hele güleryüz sahibi olan kişi dükkanından bir eyler almak için girdiğiniz dükkanın sahibiyse size illa ki oradan birşeyler almadan çıkarttırmıyor.

Jin Amca da gerçekten güleryüzlü ve müşterileriyle ilgilenmesini çok iyi bilen biri. “Bu sıcakta, herkes mayolarıyla gezerken, sen niye böyle giyindin?” diye başladı konuşmaya güzel bir İngilizce ile. Müslüman olduğumu söyleyince de, tanıdığı birçok Müslüman olduğunu ama onların benim gibi olmadıklarını, içkilerini içtiklerini, denize rahat rahat girdiklerini anlattı. “Bunu kim emretti, eşin mi böyle giyinmeni istiyor?” deyince, Kur’an da Allah’ın bir emri olduğunu söyledim. “Kim söylüyor bunu, erkekler mi?” diye devam edince ben Kur’an’ın Cebrail adlı bir melek tarafından Peygamberimize Allah tarafından indirildiğini söyleyince; Jin Amca, “Hem peygamberler, hem de melekler erkek, tabiî ki onlar sizi kapatır; ama kendileri dört hanımla evlenir” tarzında şeyler söyledi. Ne kadar meleklerin erkek ya da dişi olmadığını, dinimizde tek evliliğin tavsiye edildiğini söylesem de, dinimiz hakkında Müslüman arkadaşlarından çok da güzel şeyler öğrenememiş olan Jin Amca ile daha fazla sözü uzatmamaya karar verdim. Aldığım şeylerde indirim yapılıp yapılamayacağını sorduğumda ise, (Mallorca’da genellikle fiyat konusunda hiçbir pazarlık yapılmıyor, üzerinde ne yazıyorsa fiyat o) bana, geçen sene İstanbul’da bir saat alırken yaşadıklarını anlatıp, “İstanbul çok pahalı ve esnaf turistlere hep daha fazlasını söyleyip, bizi kandırmaya çalışıyor” deyince çok üzüldüm. İndirim talebimi yenilemedim. Anlattığına göre İstanbul’daki saatçi, söylediği fiyatın yarısının yarısına saati bırakmış, ama Jin Amca “Böyle alışveriş olmaz, bunun gerçek fiyatı ne o zaman?” deyip, saati almadan çıkmış.

Odamızı temizleyen ablayla her sabah hola (ola diye okunuyor) diyerek selamlaşıp, sonrasında adios diye vedalaştığımız, az önce kendisine, Türkiye’den getirdiğim kuru kayısılardan verdiğimde onun gracias cevabına el salladığım, bu kadar gün alışırım zannettiğim bakılmalara, doğrusunu söylemek gerekirse alışamadığım bu güzel cennet mekan adadan, sizlerinde bu güzellikleri görmeniz duasıyla selam yolluyorum. Kimbilir belki bize de bir dahaki sefere buraya yakın İbiza adasına gitmek nasip olur…

  21.08.2009

© 2021 karakalem.net, Zehra Sarı



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut