Arşiv

Coğrafya Mahkumları

BİRKAÇ YIL ÖNCE OKUDUĞUM, başlangıcından bugüne İslâm toplumunu inceleyen üç ciltlik bir kitabın ikinci cildine dün bir kez daha nazar ettim. Asırlar öncesinin İslâm dünyasına dair bazı tasvirler hatırımda kalmıştı ve emin olmak için ilgili bahisleri bir kez daha okudum.

Yazar, bugünümüzü doğru değerlendirmek için hayli manidar olan bir hususu vurguluyor. Birkaç yerde, meselâ 900’lü, 1000’li yıllarda İslâm âleminde yekpare bir devletin olmadığına; ama insanların asıl ‘kimlik’ ifadesini sınırları içinde yaşadıkları devlete münhasır kılmadıklarına işaret ediyor. Nitekim, Mağrib’den Malay adalarına uzanan geniş alanda İhşidîler, Tulunîler, Fâtımîler, Zengîler, Selçuklular, Büveyhîler, Gazneliler, Karahanlılar, Sâmânoğulları gibi, bir kısmı birbiriyle savaşan bir dizi devletle yüzyüze geliyoruz. Ama bu devletlerin her biri ayrı bir yönetim merkezi, ayrı bir hükümdar, ayrı bir ordu ile temsil ediliyor olsa bile, onlardan hangisinde yaşıyor olursa olsun, ehl-i dinin kendilerini esasen ümmetin bir ferdi olarak gördüğünü anlıyoruz. Zaten, yazar, bu devletler içinde yaşayan Müslümanların kendilerini öncelikle filan devletin vatandaşı olarak değil; ‘ümmetin birliğini temsil eden geniş Dârü’l-İslâm’ın bir ferdi olarak gördükleri’ni vurguluyor.

Bunun net bir örneği ise, meselâ Fas’tan yola çıkan bir Müslüman tacirin, herhangi bir yazılı nüfus cüzdanı, pasaport veya vizeye muhtaç olmaksızın, "Selamun aleykum" vizesiyle tâ Orta Asya içlerine kadar gidip geri dönebilmesi. Keza, meselâ Horasan’da yerleşmiş bir âlimi, daha sonra yeni tedris ve tebliğ mekânı olarak seçtiği Bağdat’ta, sonra da Kahire’de buluyoruz. Devletler ve sınırları, "Dârü’l-İslâm" şuurunun ve ‘ümmetin birliği’ esasının üstüne çıkamıyor.

Bir kez daha vurgulayalım: Bu, İslâm’ın ilk asırlarına, henüz tek bir hilafet devletinin hükümranlığına tâbi olunan tevirlerin tablosu değil. Hilafet devletinin dağıldığı, tarihçilerin ‘tavâif-i mülûk devri’ diye hüzünle söz ettikleri; ümmetin, bir kısmı birbiriyle savaş eden ayrı devletlere bölündüğü bir zamanın tablosu...

Ve bizler ne hale gelmişiz ki, o günlerin tarihçilerinin, ilk İslâm asırlarına kıyasla hüzünle ve esefle söz ettikleri günlere dahi, hasret ve hayranlıkla bakıyoruz. Çünkü, şimdilerde Fas’tan Orta Asya’ya gidebilmek için; hatta yanıbaşımızdaki Suriye veya Irak’a geçebilmek için nüfus cüzdanları, pasaportlar, vizeler gerekiyor. Kimi durumlarda, transit geçiş izni, oturma izni gibi ayrı belgelere de ihtiyaç oluyor. Bütün Müslümanların kalbi hükmündeki güzelim Mekke ve Medine’yi ziyaret için dahi, onca işlem, onca gümrük kontrolü, karadan gidiliyorsa bir dizi ‘millî’ sınırda bekleyiş gerekiyor.

Ve, asıl ‘millî’ sınırlar zihinlerimize çizilmiş olmalı ki, ehl-i dinin verdiği hava raporlarında dahi, ‘dış merkezler’ arasında Mekke ve Medine’de hava durumunu öğreniyoruz.

Aynı namazda beraberce ‘iyyâke na’budu’ diyerek, tüm mü’minler adına Rablerine "Biz ancak Sana ibadet ederiz" söyleyenler, namazdan az sonra ümmetin değil, Türkiye’nın, Irak’ın, İran’ın, filan milliyetin ‘millî menfaat’ini esas alan konuşmalara dalabiliyorlar.

Bizim, belli sınırlar içinde, belli bir devletin hükmü altında, belli bir coğrafyada yaşıyor olsak bile esasen ‘Doğunun da Rabbi, Batının da Rabbi’ olan Allah’a kul olan insanların birleştiği yekvücut bir ümmet olduğumuzu en iyi anlayabileceğimiz; umum ehl-i imanın senevî kongresi, milyonlarca insanın buluştuğu eşsiz bir istişare meclisi hükmündeki hac ziyaretleri bile, maalesef "Bizden iyisi yok" düşüncesiyle son buluyor.

Bu tablo yüreğimi yandırıyor.

Hayalperest değilim; şu hâl-i pürmelâlin bir anda ortadan kalkacağını sanmıyorum. Elli küsur parçaya, elli küsur ulus-devlete bölünmüş Dârü’l-İslâm’ın yarın sabah ‘millî sınırlar’dan, birbirine karşı tank, top, tüfek, askerî mühimmat ve de asker yığınağından azade kalacağını ummuyorum. Dahası, işin bu kısmını o kadar da önemsemiyorum.

Beni, esasen, kalblerimizdeki sınırlar ilgilendiriyor.

Biz bir ümmetin fertleriyiz. Ne olur, kalblerimizi coğrafya mahkumu olmaktan kurtaralım. Kalblerimizi, ‘na’büdü’deki ‘Biz’ sırrına açalım.

Lütfen.

  27.12.2003

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut