Nurlar ve yollar arası bir mukayese çabası

Mona İslam

BİR SÜREDİR tasavvuf okumaları yapıyorum. Tasavvuf içerikli seminerlere gidiyorum. Çok mekan ziyaret ettim, çok kişi ile tanıştım. Çeşit çeşit, renk renk insan gördüm. Kimi zaman çocuğumu amcasına bıraktım ve akşamın geç bir saatinde aldım, kimi zaman onu da yanımda götürdüm, yoğun trafiklerde yollar kat ettim, anlamadığım meselelerde ter döktüm, hepsine değdi elhamdülillah. Daha çok yolum var, ancak öteki denizi bir parça keşfettim. Keşfettiğim en önemli hakikat bu denizin “sahilsiz bir umman” oluşu idi. “İdraksizliği idrak idrakin ta kendisi” demekti. Ağzınızı sinek kaçacak kadar açtığınızda ve hayretin kafanızı allak bullak etmesine izin verdiğinizde bir tecelliye mazhar oluyordunuz. Kanaatin hazinesinden haberdarsanız, tasavvuf bahçesinden bir meyve payınıza düşüyordu.

Çok bilgili ama bir o kadar da tevazu sahibi insanlar gördüm; üzerlerinden, onlar her ne kadar aksini iddia etseler de, olmuş meyve gibi şerbet sızıyordu. Bir o kadar da pervane gibi sevdalı ile tanıştım, onların arasına katıldım, kalbim onlarla o aşk ateşinin etrafında devrana başladı. Kimi zaman kendimi çirkin ördek yavrusu gibi hissettim. O kadar farklıydım ki etrafımdakilerden. Halleri, tavırları, kelimeleri başka idi onların. En çok da “Hımm sen Nur talebesi olan” hitabına mazhar olup hatırlanmak, üzerimdeki Üstad’ın mührü ile tanınmak hoşuma gitti. İbn Arabi’nin bir vakıada Efendimiz (sav)’e “Ruhlardaki babamız” diye hitap edip, Hz. Âdem’e “Cisimlikte babamız” demesi gibi, bir ruhsal, bir de cismî babam vardı benim de. Yüzüm nasıl cisimlikteki babama benziyorsa, her hal ve tavrım akrabalarıma tanıyanlara “Aynı Ahmed” dedirtiyorsa, Üstad da ruhumun babası idi.

Bir parça ruhuma bakan, ağzımdan çıkana bir parça kulak kabartan babamı görüyordu. Bir diğer kısmetimi de şöyle fark ettim: Denilen oydu ki: İbn Arabi’ye muhatap olmak için felsefe, kelam, hadis, tefsir, fizik, metafizik dahil bir sürü ilimden belirli ölçülerde haberdar olmak gerekiyordu. Zira Şeyh kendi asrına kadar olan tüm İslam tefekkürünü ve ilimlerini tek bir dilde, tek bir potada eritiyor, muhataplarının da bunları bilerek kendine geldiklerini varsayıyordu. Yahut ona hakkıyla talebe olmayı becerebilirseniz, ki bu zordu, hiçbir ilmi bizzat tahsil etmemiş olsanız dahi ondan tahsil ediyor, farkına varmadan birçok branşın sahasına ilişkin bilgi ve fikir sahibi oluyordunuz. Bunu öğrendiğimde hocaya dönüp şöyle demiştim: “Aynısı Üstad için de geçerlidir.” Hakiki manada Risalelere muhatabiyet de bizden aynen bunu ister, yahut bize aynen bunu verir. Hocanın benim ilahiyat okuduğumu sanmış olması da buradan kaynaklanıyordu, ben temel bilimlerden fizik okumuştum oysa. Övgüleri Üstadıma alıp şöyle cevap verdim “Hocam, demek Üstad bizi iyi yetiştirmiş.” Elhak, üzerimizde ne libas varsa onu bize biiznillah o giydirmişti. Tüm fahr onundu.

Hiçbir ortama girmek sanıldığı kadar kolay değil. Her ne kadar iman ortak paydanız olsa da, siz dışarlıklı birisiniz. Adaba riayet etmeye gayret de etseniz, bir kapıyı çalıp üç basamak geri çekilmeniz gerektiğini, ısrarla ve tekrar tekrar talepkar olmanız icab ettiğini, arzunuzda samimi olup olmadığınızla sınanacağınızı bilmezseniz işiniz zor. Zira biz Nur talebeleri öyle değiliz, biz gelene kucak açarız, hatta insanların peşinden bizzat koşarız. Bizim düsturumuz “Gelemeyene gideceksin” nebevi düsturudur, biz Ebu Cehillerin bile kapısını kırk kere çalarız. Biz ehl-i şeriatız, ah bir de hakkıyla Nura ittiba etsek, ehl-i hakikat de olacağız. Oysa ehl-i tarik kardeşlerimiz öyle değiller, daha kapalı yapılarda yaşıyor, gerçekten istenenin bu olduğuna tam ikna olmadan kimseyi aralarına almıyorlar. Elbette son derece nezaketle yapıyorlar bunu, ancak yollarının zorluğuna itikatları, onları yoldaşlarını titizlenerek seçmeye itiyor. Neyse ki ben arzu ettiğim ve niyetlendiğim bir şeyin peşini kolayca bırakmayacak kadar ehl-i sebatım.

Seçici davranmalarının bir sebebi de yollarını şart olarak görmemeleri. Onlara göre ehli şeriat nefs-i mutmainneye kadar pekala kendi çıkabilir, nefs-i raziye, marziye ve sâfiye mertebeleri için ise bir şeyh gerekir. Bu yüzden kimseye “illa gel” demiyorlar; bir adam kurtarma değil, bir adam yetiştirme çabası onlarınki. Yollarını şart olmasa dahi daha yüksek gördükleri de bir gerçek. Ama Üstad’ın dediği gibi “Herkes en güzel benim yolum” diyebilir, ama “Tek güzel benimki” dememelidir. Bu bir insaf ölçüsü diye düşünüyorum ve insaf nısftan geliyor, bir şeyi yarı yarıya paylaşmak anlamı taşıyor, yükü bölüşmek insanlara bir diyalog zemini sağlıyor. Elbette herkes seçtiği ve gittiği yerin en iyisi olduğunu düşünecek, onun için öyledir de, zira “Allah’a giden yollar nefesler adedincedir” denilmiyor mu?

Oysa hizmet-i imaniye bizzat bir adam kurtarma çalışması, cehennemden azad için bir hızlı kurs sertifikası. Cennete giriş bileti. Bu yüzden biz daha az şey bekliyoruz insanlardan ve daha fazla nev ve şekilde insana hitap etmeye gayret ediyoruz. Zira her insan teki kurtarılmaya muhtaç. Ehl-i tarikte yol göstermek için kendisi bizzat bir mertebede olmak ve rehberlik için izin ve icazet almak gerekiyor, bu yüzden mürşidin kendisi kamil olmak lazım geliyor. Oysa iman hizmetinin erleri her kurtardıkları insan teki ile bir kere daha kendi nefislerini ateşten kurtarıyorlar. Bu yüzden bizde olmadan da hizmet edilebiliyor, hizmet etmeden olunamıyor da denilse yeri. İtiraf etmek lazım olan bir diğer mukayese de bizim onlar kadar incelik ve zerafet sahibi olmadığımız, onların da bizim kadar cevval, atak ve iş bitirici olmadıkları gerçeği. Sanki letafet onlarda, güç bizde temerküz etmiş; bu yönden onların yolu daha dişil, bizimki daha eril bir mahiyet arz ediyor denilebilir.* Elbette istisnalar bir tarafa...

Benim neden orda olduğuma dair sorular soruyorlar mı? Hayır, bunu yapmayacak kadar incelik sahibi insanlar. Ancak elbette ders almak istediğiniz hocalara geçerli bir neden göstermek zorundasınız. Etraflarında ısrarla turlayan bir Nurcu tuhaflarına gidiyordur eminim. Hem iddiasından vazgeçmeyen, hem de onlardan bir şey isteyen bir öğrenci. İnsanlar herkesin kendi gettosunda yaşamasına öyle alışmışlar ki... Halbuki böyle bir kamplaşma Üstadımızın nefis tabiri ile “cemaat-i İslamiyeyi” mahvediyor. Sorulursa talebelik şartlarımı izah etmeye çalışıyorum, herşey Metin Abi’nin “İki Denizin Buluştuğu Yer” kavramı dahilinde verdiği seminerle başladı. Ben iki deniz arasında giden gelen ve ikisini de tanımaya çalışan bir balık olmaya niyetlendim. Tıpkı Cebel-i Tarık civarında yaşayan okyanus balıklarının ara sıra Akdeniz’e dahli gibi. Sonunda kendi sularınıza dönseniz de, ara sıra başka denizlerde seyretmek, dünyanın bulunduğunuz noktadan ibaret olmadığını görmek afaki tefekkürünüz açısından önem arz ediyor. Sadece bedensel gıdada değil, manevi gıdada da çeşitlilik, karman-çormanlık arz etmediği sürece iyidir. Ben o kanaatteyim diyelim.

Denizler mahiyette bir yandan öylesine farklılar, diğer yandan öylesine aynılar ki, aynılık içinde farklılık neymiş tam idrak ediyorsunuz. Bazı meselelerde siz onlardan daha kestirme bir yol biliyor ve önlerine pat diye dolambaçlı meselelerden çıkmalarını sağlayacak bir ip fırlatıyorsunuz. Bazen de onlar size kalbinizi nasıl ihtizaza getireceğinize, kulaklarınızdan çıkan öfke dumanlarına, yahut ayağınıza sürülü bir yağ gibi sizi kaydıran nefsani dürtülere nasıl karşı koyabileceğinizi öğretiyorlar. Ben bu Hızır-Musa (as) benzeri buluşmadan Musa’nın yanındaki genç Yuşa (as) gibi pek istifade ediyorum. Dinliyor ve kalbime not alıyorum. Zira insanın kalbi içine aldığı dünya büyüklüğünce bast ediyor.

İnsanın hakikate muttali oluşu hakkında fil metaforunu örnek verenlerin nasihatine kulak vermeye çalışıyorum. Daha farklı zeminlerde, farklı meşreplerde hocalardan dersler alarak filin bütününe biraz daha yaklaşmaya, boz yapa birkaç parça daha koymaya gayret ediyorum. Hasılı, sevgili Metin Abi suya bir taş atıp gitti, ben onun dalgalarını izlemeye, neticelerini ölçüp biçmeye, nasihati özel olarak bana edilmiş gibi benimsemeye devam ediyorum. Üstelik nasıl evde kavga çıktığında insan biraz dışarı çıkar dolaşırsa, yahut bir başka arkadaşıyla görüşürse öfkesi geçer, olaylara başka bir açıdan bakmaya başlar, onun gibi de, insan biraz cemaat dışına çıkınca ve sair mü’minleri müşahede edince kendi evindeki nice kavganın ne kadar küçük meselelerden çıktığını fark ediyor. Hikmet bazen dışarıda bir yerlerde durmakla, bir de gayrın nazarı ile bakmakla elde edilebiliyor.

Biz diğerlerini görmeyip merak dahi etmediğimiz gibi, onlar da bizi görmüyorlar desek hata etmiş olmayız. Çok tanısak sevebileceğimiz bir mü’min ile ya hiç tanışmıyoruz, ya onlarla karşılaştığımızda önyargılarımızla mı, onlarla mı sohbet ediyoruz anlayamıyoruz. Bizim onların efendilerine, pirlerine, öpüp başlarına koyduklarına bigane kalışımız gibi, onlar da Üstad’a karşı biganeler. Bu sırada ne çok şey kaybediyor iki taraf da... Kimi sorularının cevabının olmadığını sanıyor, kimi başka bir hayat biçiminin mümkün olmadığını vehmediyor, kimi kendini dağlar gibi dalgarın hücumu hengamında tek başına mücahedeye mecbur zannediyor. En acısı da hepsi olmasa da kimi insanların “İslam’a hizmet etmiş tüm zatlar istisnasız ehl-i tariktir, son asra bakılsa bile bu böyledir” diyebilmeleri, Elmalılı’yı veya başka zevat-ı kiramı örneklerken Bediüzzaman’ı unutmaları, unutuşa bırakmaları. Hiç şüphe yok ki bu zatların mübarekiyetleri bir tarafa, dağ gibi Üstad’ı görmezden gelmeleri, yine ehl-i tarik bir arkadaşın dediği gibi bazı meselelerin Üstad’a müracaat edilmeden çözülemeyeceğini derk etmemeleri, buna yanaşmamaları da çok üzücü. Altını çize çize “İstisnasız hepsi ehl-i tariktir” diyen zatın benim çok sevdiğim bir zat olması bana bir kat daha hüzün veriyor. Dilerim görmezden gelişinin benim bilmediğim bir izahı vardır. Efendimizin duasını tekraren söylüyorum: “Ya Rabbi bilmiyorlar.” Ve ekliyorum: “Ya Rabbi bilmiyoruz. Bize merhamet et, ilmimizi arttır”. Allah’ın bizi saç örgüleri gibi ördüğünü fark ediyorum, Allah’ın ipine topyekün sarılmak böyle bir şey olsa gerek. Tanımadığınızı sevemiyorsunuz da. Mü’minler birbirlerini tanımayı, sevmeyi, beğenmeyi, hatta övmeyi beceremedikçe bizim yenilmeye doymayan pehlivan halimiz halas olmayacak.

İtiraf etmeliyim ki tasavvuf çok cazip bir alan. Biraz dahil olduğunuzda sizi içine bir cezbe ile çekmeye başlıyor, ben de öyle çekildim. Bir mübarek zatı rüyamda üç kere gördüm, anlam veremedim, sonra ona “biat” teklifi aldım, ama Üstad’ıma vefasızlık etmek istememek bir tarafa, bir Nur talebesinin malzemesinin hiç de tarikata uygun olmadığını derk ettim. Biz bir yere girerken aklımızı kapının dışında bırakıp girenlerden değiliz. Elbette ehl-i felsefe gibi “aklını her şeye bananlardan” da değiliz. Ama bir şeyhe intisap etmek için eşimin bir ehl-i tarik arkadaşının alıntıladığı gibi “aklı yele vermek” gerekiyor. Oysa aynı zatın belirttiği gibi, Üstada talebe olmak akılsız olmuyor. Bilakis aklı tam kapasite işletmekle mümkün oluyor. Anlaşılıyor ki, bu kumaştan o elbise çıkmaz, zorlayıp çıkartsan sakil durur. Bu kumaş başka bir elbise için yapılmış. Öyle olunca da, elbette rüyalar ne olursa olsun akıllı adama rüyalarla amel etmemek, rüyaların işaret ettiği tarafa gitmemek kalıyor. Öyle ya, seçimlerimizde özgürüz, yolumuzu elbette kaderin verdikleri arasından biz seçeriz.

Bu sorgulamalar esnasında bir rüya daha gördüm. Rüyamda Hz. Ömer ve Hz. Fatıma bir kafilenin başında gidiyorlar. Bir dağın başına geliniyor, bir grup dağı tırmanmaya başlıyor, dar bir patikada dik bir yokuş çıkıyorlar. Hz. Ömer ise dağın etrafındaki daha geniş bir yoldan gitmeyi öneriyor, ve ben tereddüt ettikten ve Hz. Fatıma’nın da oradan gittiğini gördükten sonra onların peşine düşüyorum. Yol düz ve geniş, yorulmuyoruz. Ama aklım hala diğer kafilede acaba ne yaptılar diyor. Sonra dağ bitiyor ve iki yol bitişiyor, yukarıdan gelenler ile aynı yere çıkıyoruz, onlar bize göre daha kan ter içindeler. Hz. Ömer’in işini biliyor oluşuna ve oradan gitmekten vazgeçmeyişime şükrediyorum. Yoksa boşu boşuna yorulacaktım diyorum. Biri bana diyor ki, oradan gitmenin tek avantajı manzaranın güzelliğini seyretmektir. Oysa biz yola seyran için düşmedik, menzile varmak için düştük, o halde manzaraya hacet yok. Uyanıyorum. Bu çok açık nasihatten payımı alıp, okumalarıma iki deniz arasında inciden ve mercandan payıma düşenleri ceplerime doldurarak devam ediyorum.

Her ne kadar aklıma düşürdüğü şeyle gelgitler yaşamama sebebiyet verdiyse de, Metin abiye teşekkür ediyorum. Zira “sınanmamış sevgilere güvenmemek lazım.” Belki benim Risale yoluna sevgim de böyle sınanıyor kim bilir? Zaten ben hayatımdaki birçok imtihanı vefa ile veriyorum. Hayatımdaki epeyce bir soru bu ilahi ilke ile kolayca çözülüyor.


*Eril ve dişil derken maksadım Allah’ın esmasını da tasnif ederken kullandığımız celali ve cemali isimler ayrımına dayanmaktadır. Yoksa elbette cisimlerdeki cinsiyetleri kastetmiyorum, haşa. Böyle bir yanlış anlamaya mahal vermek istemem.

Not: Bunlar benim kişisel izlenimlerimdir. Nurculukla tarikatları karşılaştırmak elbette bambaşka bir sistemli çalışmayı gerektirir. Ben bundan acizim…

  03.08.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut