Salkımsöğütler ne getirir? Şans mı, keder mi?

Mona İslam

“Gerçek şu ki, bu Kur’an o dosdoğru olan yolu göstermekte; dürüst ve erdemli davranışlar ortaya koyan mü’minlere, ödüllerinin çok büyük olacağını müjdelemektedir; ve ahirete inanmayanlara da kendileri için çok can yakıcı bir azap hazırladığımızı (haber vermektedir). Hal böyleyken, insan yine de (çoğu zaman) iyilik için dua ediyormuşçasına (tutkuyla) kötülük için dua eder; çünkü insan yargılarında tez canlıdır.”(İsra, 17:9-11)

“Kimin aşka eğilimi yoksa kanatsız kuş gibidir.”

“Sırların gönülde kalırsa, muradın çabuk gerçekleşir. Tohum toprağa gizlenirse yeşerir.”

“Zahiri güzelliğe ait olan aşklar aşk değildir, sonunda onlar utanç olurlar.”(Mesnevi-i Şerif)

“Yusuf baba neden ağlıyorsun? Niçin kederlisin?” ( The Willow Tree filminden küçük kızın sözleri)

YUSUF’U ÇİÇEKLERLE dolu bir bahçede, bir minik dere başında kızı ile oynarken buluruz. Yusuf oturur, kızı ona bir şeyler anlatır. Yusuf başka yerlerdedir. Mutlu değildir. Yusuf kördür.

Az sonra Yusuf’un karısını görürüz. Mesnevi’den dizeler yazmaktadır, körlerin kullanabileceği bir daktiloyla, sırf Yusuf okuyabilsin diye. Yusuf’un karısı onun fakültede verdiği Mesnevi dersine canla başla yardım etmektedir. Bahçedeki çiçekler, evin güzelliği, Yusuf’un işi gücü, minik kızlarının terbiyesi ona aittir. Yusuf’un karısı melek gibidir, üstelik oldukça güzeldir de. Ama Yusuf karısını hiç görmemiştir...

Bir dua eder Yusuf, görmeyi diler, ışığa herkesten ziyade muhtaçtır o, ışığı ister Hüda’sından. Bir söz de verir üstelik, gözleri görürse hayatını O’na adayacaktır. Bir rüzgar gelir, işaret gibi, tüm Mesnevi sayfaları savrulur, karısı beyhude koşar bahçede onları toplamak için, onlar onun emekleridir, onlar Yusuf’un hayatıdır, Yusuf’un Mesnevisini yel alır.

Bir tümör teşhisiyle hastaneye kaldırılır, canla başla, merhametle toplanır akrabaları etrafına, Yusuf onların yüzündeki sevgiyi görmez. Yusuf kördür. Ağlar, “bu da mı gelecekti başıma?” diye. Yardım isterken belası artmıştır, nasıl iştir bu? Hüda onu unutmuş mudur?

Onu tedavi için Fransa’ya yollarlar, amcası tüm tedavi masraflarını üstlenir, bir de onu karşılayan bir mihmandar bulur Paris’te. Amcası Yusuf’u çok sevmektedir, Yusuf farkında değildir.

Yusuf hastanede Murtaza ile tanışır. Çok neşeli biridir Murtaza, canlı, hayat dolu, sanki gidecek olan onun gözleri değildir. Murtaza ona gözlere iyi geldiğini söyleyerek ceviz ikram eder. O Yusuf’un aksine bunca yılını görerek geçirmiştir, ancak yavaş yavaş görüşünü kaybetmektedir, bunun için hastanededir, çare yoktur. Murtaza tevekkülle “Bugüne dek çok şey gördüm, ne yapalım, bu kadarına da şükür, ama keşke bir sürü ceviz ağacının olduğu bir koruluk görseydik” der. O zaman bol bol ceviz yiyebileceklerdir, o zaman kimbilir belki gözleri iyileşecektir Murtaza’nın. Murtaza umutla habire ceviz yer, ama vaziyeti bir kabulleniş ve duadan ibarettir.

Yusuf ise bir salkımsöğüt görmek istemektedir. Ne mütevazi bir istektir bu! Nefis mütevazi isteklerle durur mu? Onun karşılanan her talebi ateşe odun atmak gibidir, attıkça daha çok odun ister. Yusuf salkımsöğüdün şans getirdiğine inanmaktadır, arkadaşı şefkatle onu bir salkımsöğüdün altına götürür, orada Yusuf’un bir fotoğrafını çeker. Yusuf da dua eder, ama onun duası daha çok “ille olsun” kalıbındadır.

Yusuf’un tetkikleri yapılır, tümör alınır, Yusuf’un görme ihtimali ortaya çıkar, retina tedavi edilir. Yusuf’un bandajlarını açtığında gördüğü ilk şey ağzında bir ekmek taşıyan karıncadır. Karınca hayattır. Yusuf karıncayı görür, hayatı görür. Işık vardır artık Yusuf’un hayatında.

Gözlerine ışığın ilk değdiği anda Yusuf’un sevincini görecektiniz. Hayretini, şaşkınlığını, koridorlarda gören gözlerle acemi adımlarını. Aynada ilk kez kendi yüzüne bakışını. Kalkıp heyecanla alkışlamak gelirdi içinizden Yusuf gibi. Taşkın bir sevinç hissederdiniz. Ama bir “Elhamdülillah” da derdiniz değil mi? Yusuf demedi, hiç aklına gelmedi.

Tahran’a indiler. Karşılama komitesi ne kalabalık, bütün fakülte, öğrencileri, akrabaları, komşuları... Hepsi mutlu, alkış kıyamet. Yusuf gözleri ile tek tek yüzlere bakar, bunlar hayatının parçası olan insanlardır, ama hiçbirini tanımamaktadır. Bir yüz görür, çok güzel sarı saçlı bir genç kadın. Bu, karısı mıdır? Nasıl da sevinçle Yusuf’a bakmaktadır. Evet evet, karısı bu olmalıdır? Yusuf karısı o olsun diler. Yusuf’un tüm dilekleri “illa” kalıbındadır.

Sonra o kadar sevinçli yüzün içinde en sahici, en merhametli, üstelik hüzünlü bir yüzü fark eder, bu beyaz saçlı ve çarşaflı kadın Yusuf’un annesidir. Yusuf annesini tanır, oysa onu evvelen hiç görmemiştir. Anneleri ille görmek gerekmez, onlar her halleri ile tanınır. Binlerce insan arasında başkadır onlar. Kimse onlar kadar merhametle bakamaz insana...

Annesi işaret eder gelinini, öper torununu, biziz der. Anne tanınınca aile de fark edilmiştir, Yusuf’un yüzü karışıktır, annesi kadar olmasa da yine de kendisine merhametle ve sevgiyle bakan bu kadını tanımamaktadır, açıkçası biraz hayal kırıklığına uğramıştır. Yusuf yeni bulduğu gözleri ile ilk kez karısını dışlar hayatından. Oysa karısı gayet de hoş bir hanımdır, ama onu bekleyen topluluğun en güzeli de değildir kuşkusuz. Yusuf en güzeli ister, artık gözleri vardır. Gözler en güzeli seçemezse ne işe yararlar? Yusuf Hüda’ya verdiği sözde sebatsızdır.

Evini, bahçesini yeniden keşfeder Yusuf, evvelce cennet sandığı bu bahçe midir? Hayatını adadığı kitaplar bunlar mıdır? Hiçbir şeyi beğenmez geride kalan, okula da gitmek istemez artık. Artık gözleri vardır, kör olan hayatındaki hiçbir şey yakasına takılı kalmamalıdır.

Bir gün kapıya o hoş sarışın kadın gelir, karısıyla konuşur, çekilen fotoğrafları ve araştırma tezini verir. Bu kadın Yusuf’un bir öğrencisidir. Yusuf gözlerini diker ve uzun uzun kadını gözetler, gözleri ile karısına ihanet eder. Yusuf hayatı bir çift gözden ibaret sanır. Yusuf hayata karşı nankördür.

Artık aklı fikri o kadındadır. Peşine düşer, yolunu gözler, ne yazık ki kadının yanında kendisi gibi genç bir erkek görür. Hayal kırıklığına uğrar, ama hayal kırıklığının büyüğü karısına aittir, zira o da o an Yusuf’u gözlemektedir. Karısı kızını da alıp evi terk eder. Zira Yusuf vefasız ve zalimdir. Kalbindeki sevgiyi hak edene vermemektedir.

Yusuf onları hiç aramaz, kolay yoldan kurtulmuştur onlardan, artık görmektedir. Yusuf kimseye ihtiyacı yoktur, annesine de tam böyle söyler. Merhametin son sınırı anne de Yusuf’u terk eder. Annesinin gidişi Rahmân’ın gidişi gibidir. Rahmân giderse geriye ne kalır? Kitaplarını ateşe verir, bir tek kurtulan kitap vardır, bir deri mhafazada bulunan Mesnevi. Bahçedeki havuza düşer Mesnevi, su Mesnevi’yi korur. Su akıldır, nefis ise ateş. Yusuf biraz aklını kullansa kalbindeki Mesnevi’yi de kurtarabilecektir ama...

Filmin sonunu anlatmayacağım elbette. Ama her insan bu hikayenin sonunu bilir. Zira bu bizim hikayemizdir. Her arzumuz, her isteğimiz, vazgeçmeden gece gündüz ettiğimiz dualarımız acaba bizim için hayır mıdır? Acaba her mahrumiyet gerçekten de bir yoksunluk mudur? Yoksa yokların içinde mi gizlidir asıl varlık? Yusuf bidayette de kördür, ahirde de kör. Zira, görmeyen Yusuf’un kalbidir. Işık kalbe girmeyince insanın yıldızları gören gözleri olsa kaç yazar! Yusuf hayatının kıymetini bilmez, hep orada olmayanı ister. Oysa hakîm bir dosttan öğrendiğim gibi, “Gerçek kötülük orada olmayanı istemektir.” Oysa âlem ism-i Hakîm’in hükmü altındadır. Bu dünyada baskın isim budur. Gazalî’nin de dediği gibi, her ne yaratılmış ise mükemmel olan odur. Bu yüzden âlemde “keşke”ye yer yoktur. Bu yüzden “keşke” şeytandandır. Bu dünyada ancak Hakîm isminin gölgesi altında yaşayanlar mutlu olabilirler.

Ben kendi adıma bu Mecid Mecidi filmini izlerken kendi nefsimin serüvenini izledim. Benim de sonsuzluğa uzanan arzularım var, değişmesini istediğim şartlarım var. Kendimde açtırmak istediğim gözlerim var. Ama bu arzularda acele ettikçe insan şeytanın iğvasından masum kalamıyor. Sadece şu olsa, diye kandırıyor şeytan nefsimi, yakın bir hedefe kilitliyor. Masumane bir istekle işe başlıyor, elde ettikçe de gerisinin geleceğini o sinsi pekâlâ biliyor. Zira insan yasak ağaca bir kez yaklaşmaya görsün, ondan yemeye engel olamaz. O da sadece yaklaştırmak için uğraşıyor, zaten gerisini biz çarçabuk hallediyoruz. Öyle ya, hayra olduğu gibi, şerre de sonsuz kabiliyetimiz var.

Nefsimin şeytan yumurtalarının üstünde kuluçkaya yattığını, onu oradan kaldırmak için ne kadar çaba harcadığımı biliyorum. Nefsim melek ilhamları ile şeytan iğvasını ayırt edemiyor, çoğu zaman aceleci tabiatı yüzünden yakın lezzeti tercih ediyor, sabredemiyor. Ruhum ona yol göstermese, ışığı göremiyor. Bu yüzden vefasız, sebatsız, hakikatsiz Yusuf’a da pek acımadım doğrusu. Çünkü nefsime de taleplerinde acıyamıyorum. O çok bencil ve keyfine gelen bir şey için tüm âlemi Yusuf’un kitaplarını tutuşturduğu gibi tutuşturmaktan çekinmiyor.

Bu ateşten kurtulmanın yolu akıl suyunu çokça istimal etmek. Nefsin ateşini akılla cehennem ateşini yıkar gibi yetmiş kere yıkamak. Kalbi ise merhametle ancak layık olana yönlendirmek. Kalp toprağına dikenler değil, çiçekler ekmek.

Şüphesiz etrafımızda bizi seven insanlar nefsimizden daha merhamete ve tercihe şayan. Zaten nefse merhamet de onu Rabbine vasıl etmekten gayrı ne ola?

  27.07.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut