Arşiv

Bir Âyet, İki Mesnevî, Üç Kelime

MUSA ALEYHİSSELAM KUDÜS ŞEHRİ İÇİN ancak eğilerek geçilebilen dar ve alçak bir kapı yaptırır. Böylece, Benî İsrail cebbarları içeri girerken ister istemez eğilecekler; kendi acizliklerini, zilletlerini hatırlayacaklardır. Bakara sûresinde, bu hadiseden, "Kapıdan eğilerek giriniz" mealindeki âyetle sözedilir. Aslı "vedhulü’l-bâbe sücceden" şeklinde okunan bu âyetin, "Kapıdan başınızı eğerek giriniz" veya "Kapıdan secde ederek giriniz" şeklinde meallendirilmesi de mümkündür. Ben, bu meâli, bir önceki yazıda sözünü ettiğim ‘Yahudi olmamak üzerine’ serüvenimin bir durağı yapmak istiyorum. Bunun için, iki Mesnevî’den, yani, Mesnevî-i Şerif ve Mesnevî-i Nuriye’den aldığım dersle, bu âyette geçen anahtar kavramları açmaya, kendi dünyamda karşılıklarını bulmaya çalışacağım.

Âyet üç kelimeden oluşmaktadır: şehir, kapı ve secde. Şehiri, ulaşılmak istenen bir nimetin, arzulanan bir ikramın ifadesi olarak değerlendiriyorum. Ya da, şehir, Risalelerde netleştiği biçimiyle, bir müsebbebdir, sonuçtur. Esbab ve müsebbeb arası ‘nihayetsiz uzak’ olduğuna göre, her sebebe tevessülümüzde vardığımız sonuç, kendi kudretimizle varamayacağımız bir şehirdir aslında. Sözgelimi, elektrik düğmesine basarak, ışık şehrine ulaşırız. Bir şehre girmek, nimete ya da ikrama mazhar olmak, müsebbebe erişmektir. Ancak, bu şehre bir kapıdan, bir dar kapıdan eğilerek/secde edilerek girilir. Sebepler dairesinde, her nimetin bir külfeti vardır, her ikram bir dua ile gelir, müsebbebata esbaba tevessül ederek varılır. Diğer bir ifadeyle, nimet şehrine külfet kapısından girilir; sonuçlar ülkesine sebeplerin kapısı çalınarak dahil olunur. Böylece, âyetteki üçüncü unsurun, ‘secde’nin anlamı biraz açılır. Secde etmek/eğilmek, Kadîr-i Ezelî’nin sebepleri halkederek kâinata koyduğu kevnî kanunlara riayet etmek demektir. Sözgelimi, bir meyve için ağacı dikip toprağı sulayan ve meyve mevsiminin gelmesini bekleyen kimse, ağacın yetiştirilmesine gösterdiği özenle ve o bekleyişiyle, tıpkı Benî İsrail gibi, gerçekte bir dar kapıdan eğilerek geçiyordur. Meyve şehrine ancak o kapıdan geçerek girebilir çünkü. Meyve kılıfına dürülü nimet şehrine dahil olabilmesi için ağaç, toprak, su, ışık, hava gibi dar kapılardan eğilerek geçmesi gerekmektedir.

Şöyle ki, Kadîr-i Ezelî padişahları etten kemikten dar bir kapı gibi halketti.

Ehl-i dünya Zât-ı Kibriyâ’ya secde etmedikleri için onlara secdeye devam etti.

Mesnevî’nin bu ifadelerinde, ‘padişahlar’ yerine ‘sebepler’ konulursa, sözkonusu meselin halimize ne kadar yakın olduğu anlaşılır. Çünkü, nasıl bu dünyada her şehrin veya ülkenin kapısını bir padişah bekliyorsa, sebepler dairesinde de her nimetin, her müsebbebin başını bekleyen gerek etten kemikten gerek taştan topraktan gerekse ağaçtan ottan sebepler vardır. Neticede, kâfir olsun mü’min olsun, herkes bu sebepler kapısından eğilerek nimete mazhar oluyor, neticeye varıyor. Ancak, mü’mini ve kâfiri ayırt eden sebepler kapısında ne adına eğildikleri, kime secde ettikleridir.

Nitekim, Mesnevî-i Nuriye’de de, "Beşinci Nota"da, felsefe şakirdi ile Kur’ân-ı Hakîm’in şakirdi sebepler karşısındaki tavırları ile birbirinden ayrılır. Felsefe şâkirdi, "Herşey kendi nefsine mâliktir" diye başlayarak, her bir şeyin herşeyin Hâlik’ı ve Rabbi ile bağını koparıp, böylece onu mevhum bir tabiata isnad eder, âsârı esbaba verir. Yâni, kâinatta görünen eserleri, işleri, fiilleri, onların zuhur ettiği sebeplere hamleder. Nimeti sebeplere verir, müsebbebi esbabdan bilir. Sebeblerin Hâlıkı olan Müsebbibü’l-Esbabı tanımaz, sadece sebepleri bilir. Sebeplere kendileri adına riayet eder. Rabbini tanımayarak firavunluk iddia ederken, bir taraftan da, topraktan taştan sebepler önünde eğilerek, menfaat gördüğü herşeyi [kendisini bir şehre götüren her kapıyı] kendisine rab telâkki ederek, aslında zilletini gösterir. Sonuç: Felsefe şakirdi bir fir’avun-u zelîldir.

Fare huylulara hükmeden kedidir.\

Farenin haddine mi düşmüş aslandan korkmak?

Felsefe şakirdi, Mesnevî-i Şerîf’e gelince, ‘fare huylu’ oluverir. Yani, sağır ve kör esbabdan [kediden] korkar, onlardan meded ister, onlardan derdine derman bekler. Aslandan, yani Müsebbibü’l-Esbab’dan medet istemeye, O’na dua etmeye layık değildir.

Aslandan korkanlar ancak misk ceylanlarıdır.

Misk ceylanının Mesnevî-i Nuriye’deki adı ise, Kur’ân-ı Hakîm şakirdidir. O, "bir abddir, fakat âzam-ı mahlûkata karşı da ubudiyete tenezzül etmez... bir abd-i azîzdir." O, sebepleri hazine-i Rahmet’in kapısı bilerek o kapıyı çalar. Sebeplere riayet ederken, aslında sebeplerin Hâlıkı’na dua ettiğini, onun önünde secde ettiğini bilir.

İmdi, felsefe şâkirdini de, Kur’an şakirdini de bu dünyada aynı kapıdan eğilerek geçerken görürüz. Yani, sebepler dünyasında herkes esbaba tevessül eder, o kapıdan geçerken eğilir. Velâkin, mesele kimin önünde eğildikleridir? Esbabın mı, Müsebbibü’l-Esbabın mı? Evet, herkes secdededir ve nihayet bu dünya herkese mesciddir. Ama kiminin mescidi nâr, kimininki cinândır.

İki mescid halketti de Hak\

Onlara nâr verdi, bunlara cinân.

İşte, dar kapıdan geçiyoruz. Başımıza dikkat!

  27.12.2003

© 2021 karakalem.net, Senai Demirci

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut