Afyon’da bir güzellik terapisi

Mona İslam

BİRKAÇ GÜNDÜR Afyon’dayız. Buraya eşimin bir işi dolayısıyla geldik. Bizi davet eden nazik insanlar şehri de gezdirmeyi uygun gördüler. Ne kadar da iyi ettiler. Öncesinde “160 bin nüfuslu, etrafını çepeçevre 15 dakikada arabayla turlayabileceğiniz bu küçük Anadolu şehrinde görülmeye değer ne olabilir?” diye düşünmedim diyemem, ama şehir bana bir büyük estağfirullah dedirtti, tepedeki Karahisar Kalesine bakarak şehrin ruhunu taşıyan melekten özür diledim. Öyle ya “Harabat ehline sövme, içinde hazineler saklı viraneler vardır” demişler.

Eski mahallelerdeyiz, dağlara sırtını vermiş daracık sokaklardan geçiyoruz, evler eşimin “Buradan bir ev alalım, ne kadar ilham verici, insan burada neler yazar” diyeceği kadar güzeller. Sarı, mavi, beyaz, pembe, cumbalı, ahşap balkonlu, oymalı, işlemeli, ferforjeli, birbirinin güneşini engellemekten özenle sakınan bu evler Osmanlı zamanından bu yana şehrin siluetini oluşturuyorlar. O zamanın kibar beyefendileri, hanımefendileri gibi hem omuz omuza vermiş, hem de birbirlerine nezaketle yol veriyor bu binalar. Kimse bana bu evlerin canlı olmadığını söyleyemez. Eskimişler, yıpranmışlar, bakıma muhtaçlar, ama anlatacak uzun öyküleri olan gezgin masalcıları, insanın hayata bakışını düzeltecek, onu silkeleyecek sözleri olan bilgeleri anımsatıyorlar. Acaba sahipleri ne kadar güzel yerlerde yaşadıklarının bilincinde mi, yoksa yeni şehirdeki apartmanlara mı özeniyorlar, bilemiyorum. Ama beni eşime “Sen ciddiysen, neden olmasın” dedirtecek kadar etkiliyorlar.

Şu da bir hakikat ki, ilham denilen şeye yahut duru bir tefekküre yakın olmak için Kemal Sayar’ın ‘güzellik terapisi’ deyimiyle işaret ettiği gibi, mekan ziyadesiyle önem arz ediyor. Kibrit kutusu gibi üst üste dizili mekanlar insanın ruhunu daraltmakla iktifa etmiyor; fikrini, nazarını, dünya görüşünü, hoşgörüsünü, merhametini de daraltıyor.

Anadolu’da her şehirde bir Ulu Cami var mıdır? Burada bir tane var, Selçuklu döneminden kalma bir yapı. İçine giriyoruz. Tamamıyla ahşap inşa edilmiş. Sütunlar dahi ahşap. İçerisi camiin yapılmasını hizmet ve himmetleri ile temin etmiş kırk hayırseveri anlatmak için kırk sütunlu bina edilmiş. Üstelik her bir sütunu da ayrı bir ahşap ustası çalışmış, bu yüzden her bir sütun özel, biricik, bir diğerine benzemiyor. İnsanlar gibi. Fütuhat-ı Mekkiye’de okuduğum bir ibareyi hatırlıyorum caminin içini adımlarken. “Evladım sen camileri sütunlar ayakta tutar sanıyorsun, ama ben onları ayakta tutanı insanlar görüyorum, ya sen körsün ya ben, muhakkak ki sen körsün, zira ben orada kesinlikle adamlar görüyorum” diyor bir zat. İbn Arabi bu zat-ı muhteremi “behlüller,” yani Allah yolunda giderken, aldıkları yüksek bir tecelliye dayanamayıp, aklını yitirenler safında anıyor. Burası bence de muhakkak ki, adamcağız deli de olsa bizden daha fazla hakikate muttali olmuş. Her ne kadar göremesem de sezebiliyorum, bu kudsi binalar onların şahs-ı manevisini temsil eden insanlar tarafından ayakta tutuluyor.

Buradan sonra yolumuzun bir diğer menzili bir Mevlevi tekkesi. Burası tekke ve zaviyeler kapatılmadan önceki dönemlerde bir Mevlevi Asitanesi olarak bina edilmiş, Sultan Abdülhamid de yeniden tamir ve tadil ettirmiş. Şimdi yeniden restore edilmiş, müze gibi ziyarete açılmış. İçeri girer girmez, mor ve beyaz menekşelerle karşılanıyoruz, sükunet ve taşların serinliği, su sesi, duvarlardan sanki halen zikrullah yankılanmakta, hemen az ötede ararsanız sanki neyzeni buluvereceğiz hissi ile içeri giriyoruz. Mevlana Hazretlerinin torunları burada medfun. Denildiğine göre burası Anadolu’da Konya’dan sonra ikinci büyük Mevlevi Dergahı imiş. Ben Konya’yı hiç görmedim, fakat buranın sessiz sakin havası ile Konya’nın turistik mekana dönüşmüş havası karşılaştırılamaz gibi hissediyorum. İki hanım gözüme çarpıyor Güneş Hatun ve Destina Hatun Çelebiler, burada hizmet etmiş, hanım dervişler yetiştirmiş ve burada vefat edip defnedilmişler. Bir ömrü bir dergaha adamak nasıl bir his Allahım, o hanımları tanımayı ne çok isterdim, belki ahirette kimbilir, inşallah diyorum.

Hemen bitişikte mutfak var, intisap edenler ilk adımda mutfağa alınırlarmış. Denilir ki, “Mevlevi Mutfağında yemek pişirilmez, adam pişirilir.” Tesiri şedit bir diğer şey gözüme çarpıyor, sofrada bir ibare bu, yemeğe “lokma” deniliyormuş, ne hoş, ne çok şey anlatıyor; “az yemek, az uyumak, az konuşmak” terbiyesinin yemekle ilgili bölümü tek kelime ile ancak böyle anlatılabilir. “Lokma;” yenilen şey bu kadarcık. Hattatlar, semazenler, mesnevihanlar, kudümzenler, yünlerden keçe külah ve aba yapanlar, postnişin efendi, kazancı dede; burası başka bir alem, insanın tayy-ı zaman edip buraya öyle gelememesi, yahut burayı ihya edemeyip mazi ile avunması ne kötü…

Burada her sokakta bir türbe var. Yerin altında ne kadar mübarek insan yatıyor, düşünmemek elde mi? Bu bir bayrak yarışı ve biz bugünün insanları onların emanetini nasıl taşıyoruz, bu hassasiyetimiz baki mi? Bir mübarek zattan işitmiştim, İstanbul için söylüyordu, İstanbul’un fethinden itibaren devam eden bir adet varmış, günde bir büyük miktar kelime-i tevhid çekilmekle İstanbul’un Müslüman kalacağı, fethin devam edeceğini söylüyordu. “O kadar kelime-i tevhid her gün nasıl çekilir?” diye düşünürken o zat yanıtlayıverdi: “Merak etmeyiniz, halen çekiliyor.” Bu nasıl bir anlayıştı! Ne bildik sebep-sonuç ilişkilerine, ne de kuru mantık analizlerine pabuç bırakıyordu. Müslüman şehirler Müslümanların elinde ancak belli adet kelime-i tevhid çekilirse kalabiliyordu. Afyon’da bu Mevlevi Dergahının geçmiş zamanda yaptığı faaliyet bugün sürüyor muydu, bir başka formda dahi olsa Allah’ın güzel isimleri burada zikrediliyor muydu, bilemiyorum. Öyle olmasını umuyorum.

Ziyaret edecek bir camimiz daha var. Çini kaplı minaresi ile yine büyüleyici bir yapıya giriyoruz. Burada itikaf için hususi bölümler yapılmış, yine ahşap hakim, hemen yan tarafta bir büyük medrese binası var, ama kapısında da koca bir kilit duruyor. Mihmandarımız esefle söylüyor bunu, böyle güzel bir mekanın insanın hizmetinde faydalı bir iş için kullanılmıyor ve âtıl bırakılıyor oluşu da bizim ayrı bir ayıbımız olsa gerek. Bir tek bizim tarihi eserlerimiz konusunda böyle bir hamakatimiz var. Sanat eseri hatlara boya diye kireç vurmak, paha biçilemez ahşap oyma kapılara ahşabın katili demir kilitler takmak, hiç tahrip edemiyorsak bomboş bırakıp cinlerin hizmetine açmak bize mahsus bir keyfiyet, aramakla bulunmaz, ecdadın kulakları çınlasın…

Neyse ki kötü şeyler yanında güzel şeyler de oluyor şu hayatta, yoksa nasıl yaşar insan? Belediyenin emeği ile yapılmış bir Afyon evine gidiyoruz. Dışından gezdiğimiz evlerin içini görmekle müşerref olacağız. Yol boyu vişne bahçelerini geçerek ardından bir tepeye tırmanıyoruz, etraf yemyeşil koruluk, yağmur başlıyor, arabanın pencerelerini açıyoruz, mis gibi toprak kokuyor. Eşim mırıldanarak söylüyor: “Bir şehirde toprak kokusu duyulmuyorsa, o şehirden intikam almanın zamanı gelmiş demektir.” Eve dönmeden ciğerlerimizi toprakla doldurmalıyız, kokusu da yetmez, öyle güzel kokuyor ki toprağın kendisini içimize doldurmalıyız. Bize ait, bizim unuttuğumuz bir parçamız toprak, şimdi burada hele de aşağıdaki mezarlığa bakarken ölmek hiç de sevimsiz gelmiyor insana, ölmek toprakla koyun koyuna olmak…

Afyon evine geldik, içi de dışı gibi muhteşem, eski gelenekleri yansıtan bir gelin odası hazırlamışlar, dantellere, yemenilere, oyalara vuruluyorum, gelin bohçası duvara asılmış, nasıl bir işleme bu, çin iğnesi bir tablo yanında duruyor. Bir kız evlat büyürken yıllar yılı işlenen çeyizler elbette o hanım vefat edinceye yahut ondan dahi torunlarına kalıncaya dek kullanılıyor. Eşyaya ve el emeğine, dahası insana hürmetin şahikası olmalı bu. Bir cam bölmede yüz yıl ötelerin bir gelinliğini buluyoruz, muhafaza altına alınmış, hemen yanında bir kahve değirmeni, insanın eşi için kahveyi kendi elleriyle öğütmesi de ayrı bir keyif olmalı, kahve mi sunuyorsunuz gönül mü, belli değil. Salon olarak dekore edilmiş bölümde bir eski ahşap oymalı mobilya takımı, bir de pirinç oyma mobilya takımı görüyoruz, Allahım, ne çok şey yitirmişiz; güzellik, incelik, sanat, letafet, tasvir, emek, ruhumuzu kaybetmişiz. Evine böyle el emeği göz nuru bir mobilya koyan insan ona nasıl üç-beş yıl sonra “sıkıldım senden” diyebilir? Demek vefa emekle içiçe birşey ki, bir eşyaya yahut bir insana ne kadar emek verirseniz o kadar sadık ve vefakar oluyorsunuz. Şimdi ne vefa var ne sadakat, çünkü her şey kolayca ‘mass production’ üretiliyor, kullan-at mendiller gibi seri bir biçimde tüketiliyor.

Şehir turunu bir yerde yemek yiyerek noktalamak istiyoruz, zira çok acıktık. Burada Anadolu’nun pek çok yerinde olduğu gibi enfes kır pidesi yapılıyor. Ancak ben daha ziyade “keşkek” dedikleri yemeği beğeniyorum. Maliyeti ucuz ama lezzeti gani bir yemek bu, Anadolu kadınının harikulade üretken zihninin eseri, buğday ve biraz et ile kemik suyundan yapılmış, nasıl tarif edilir bilmiyorum, ama en iddialı tabirle keşkek yemeden ölmemek lazım.

Bizi karşılayan, ağırlayan, güleryüzlü ve sıcacık insanları zikretmezsem haksızlık etmiş olurum. Ben bu şehre tekrar tekrar gelmekten çok memnun olurum, hatta eşim ciddi ise buraya yerleşmekten, hemen dergahın yakınlarında bir yerde ömrümü geçirebilirim. Zira her sokağını bir zikir gibi “çok güzel” diyerek geçtiğim bu sessiz ve küçük şehirde hala mazinin kelime-i tevhidleri ney sadasına karışıyor, duymak için “bişnev” diyene kulak vermek kafi.

Afyon’dan sucukları, kaymağı, kaplıcaları, lokumları ile söz edildiğini biliyorum. Ancak burada gördüğüm ince kültür ve manevi hava hepsinin gölgede kalmasını sağlıyor. Bu şehre gelip sadece kaplıcalarını bilen, “Görecek ne var ki?” diyen arkadaşlarım için üzülerek bana bir güzellik terapisi uygulayan ve ruhumun yüklerinden, nefsimin zincirlerinden beni bir süre de olsa azad eden, kalbime bu dünyada ukbanın yaşanabileceği sırrını fısıldayan dergaha bir kez daha selam veriyorum.

Keşke bu dergahlara bir nefes hu da biz ekleyebilsek…

  30.06.2009

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut