YOK OLMAKTANSA hiç olabilmek!
Sıkıştığım şu günlerde en çok üzerinde düşündüğüm aforizma. Görüşte aralarında fark görünmeyen ve harflerin sıralanmasıyla oluşmuş kardeş iki kelime. Hangisi daha üstün ya da hangisi hayata anlam katar, aklım almıyor.
Tercih yapma zorunluluğunda kalsaydık acaba hangisine yapışırdık, bulamıyorum.
Düşündükçe zihnim karışıyor. Ensemden itibaren başlayan bir ağrı ve kulaklarımın arkasından boynuma doğru akmaya başlayan ter. İkisi bu aralar beni en çok ziyaret eden vücuduma ait tepkiler.
Doğduğu toprakların değerlerini doğumundan itibaren paylaşmak zorunda kalan insan, kendini ifade edebileceği yaşa kadar toplumun doğrularına meftun.
Bebekliğinden belli bir yaşa kadar, topluma ait değerlerin doğruluğunu test edebilme melekelerinden yoksun olduğu için, insanın bilmediği her değer hayatının ilk basamaklarını inşa ediyor. Ebeveyni doğru dese doğru, yanlış dese yanlış.
Biraz büyüyüp toplumdaki aksaklıkları görünce kimilerinin ezberi bozuluyor. Birinci grup diyebileceğimiz bu insanlar hayata ait terslikleri görüp, çözümün olabileceğine inanıyorlar. “Ben bu gidiş karşısında sessiz kalamam arkadaş” deyişleri en belirgin özellikleri.
İkinci grup diyeceğimiz kimileri ise aileden aldıkları bilgilerin ışığında “böyle gelmiş, böyle gider” formatının dinginliğine sığınıyor. Bu, onların yaşananlar karşısında meydana gelen yeni durumlara kolaylıkla adapte olmasını sağlıyor; bunun verdiği zihni dinginliğin konforuyla daha da kolay ve sımsıkı yapışıyorlar hayata. Tek istedikleri, karınlarının tokluğu ve barınabilecekleri bir yuva. Gerisi teferruat.
Birince gruba mensup olan her bir birey, bozulan önceki ezberlerinin yerine neyi koyacağını düşünürken, bir süre sonra bu yolda yalnız olmadığının farkına varıyor. Sonra kendisi gibi mevcut durumdan rahatsız olanlarla el ele vererek kötü gidişin önünü almanın planlarını kurmaya başlıyor. Sayı birken iki, sonra üç ve diğerleri...
Ne de olsa kendi dertlerinin yanında diğerlerinin hissizliği de bağırlarında yanan ateşin alevlerini arttırıyor. Bu ümitsizlik yerine ümit yağmurları bırakıyor yanan sinelerine. Kendileri gibi düşünen insanlarla oluşturdukları grubun topluma nazaran küçük bir azınlık olması da asla morallerini bozmuyor. Bilakis şevklerini kamçılıyor.
Herşeye rağmen onlar her durumdan haberdar olan ve ne yapılması gerektiğini bilen önderlere sahip oluyorlar zamanla. Seleflerinin bu konudaki tecrübeleri en çok başvurdukları başucu kaynağı. Onların doğrularını kendi doğruları gibi sahiplenirken, yaptıkları yanlışları nasıl refere edeceklerini düşünüp, yol haritaları tertip ediyorlar.
Safların az ama sık olduğu dönemler problemlerin olmadığı, olsa da hemen çözülebildiği anlar. Doğruya sahip olmanın verdiği güçle saflar gitgide artarken, hemen çözülebilen problemler ertelenen problemlere dönüşüyor.
Ne de olsa kendi doğrularına ışığa kanat çırpan kelebekler gibi diğer insanlar da saf saf koşarken bu gibi basit şeyleri dert etmek “dava adamlarına” yakışmaz.
Ciddi bir ikilem yol ayrımlarını oluştururken, belki de ilk kez toplumun doğrularına isyan eden fert yaptıklarını sorgulama zahmetine katlanır. Artık gençliğin vurdumduymazlığı gitmiş, orta yaşın bilgeliği oturmuştur ömür tahtının üzerine.
Gençlik geçmiş, başta konulan hedefler yerine başkalarının ustalıkla yerleştirdiği hedeflere ulaşılmıştır yolun sonunda. ‘Kendisi gibi düşünenler’ arasında ‘sırf kendisini düşünenler’, yeni duruma en kolaylıkla adapte olanlardır gördüğü fotoğraf karelerinde.
Hayat yolu aşındırılmış, geriye dönme imkânları tamamen kalkmış ve ileriye gitmekten başka çare kalmamıştır.
Ne yapılmalıdır bundan sonra?
Ölene dek beynin tüm hücrelerini vantuz gibi emen bu soru, her yeni güne yön verir artık. Kendisi gibi düşünmeyen ve ikinci gruba girip gençken küçümsediği insanların işgal ettikleri makamlardan çok, hiçbir zahmet çekmedikleri halde bu yeni durum sonunda kendi gibi ömürlerini feda edenlerden daha muteber olarak alkışlanmaları ruhunu sarsar. Hatta onların birinci gruptaki önderlerin gözünde bu kadar değerli olmasını anlamakta zorlanmaktadır.
Kendisi nerede hata yapmış da denklemin dışında kalmıştır; bunu sorgulamaya başlar her doğan günün ilk ışıklarından, başını yastığa koyup uykusuzluğuna şahit geceyarılarına kadar.
Sevdiklerini ihmal ettiğinden olsa gerek, bu zor anlarda ellerinden tutacak kimse de yoktur yanı başında.
Hikâyenin bundan sonrasını anlamak için, kendisini zamanında davasına cömertçe adayıp, sonraları unutulan insanların yakıcı hatıralarına bakmak lazım.
İster sağcı, ister solcu, ister şucu bucu...
Hikâyeler birbirinin benzeri ve her biri can yakıcı. En amansız olanı ise hayatının bir bölümünde kendini “İslami” davalara adayıp şu an iç huzuru bulamayanların oluşturduğu kitle. Birileri “Ne yapalım kardeşim, eleştireceğine çözüm getir!” diyecektir yine.
Çözüm ne mi?
Galiba yapılması gereken, daha işin başında tarz-ı hareketimizi yani reelpolitik merkezli yol alacağımızı açıkça insanlara anlatmak ve muhtemel yol arkadaşlarımıza ıslah olmaz pragmatik mantığımızı deklare etmek olmalıdır. Bunu yapmayı başardığımızda en azından bize güvenip peşimize takılacak insanları aldatmama erdemini üslenmiş olacağız.
Bakalım ne kadar yol arkadaşımız olacak?
Sonra yolda kalanlara beylik ifadeyle “eleştirme kardeşim, sahaya in” demeye hakkınız olsun.