“MİMLENMİŞ” SATIRLAR-1
“Ateş tecrübeleri”

Ali Dedeoğlu

“CEHALET EN büyük özgürlüktür” diyor ilk çağlarda yaşamış filozoflardan biri. Nerede okuduğumu hatırlayamadığım bu cümle, ilk okuduğumdan beri zihnimin bir köşesinde saklanırken, her hatırlayışımda beni ziyadesiyle düşünceye daldırır.

İslam toplumlarının kendilerinin varlık nedeni olan geleneklerinden keskin kopuşları, maalesef bizleri de Batı standartlarına öykünen insanlara çevirdi. Köy odalarının, medreselerin ya da camilerin köşelerinde âlimlerin tadına doyulmaz sohbetleri yok artık dünyamızda. Çocuklarına ve gençlerine birşey veremeyen seleflerimizin gölgesinde bülbüle hasret gül misali kuruduk.

Böylece bir kalemde silinen medreselerle birlikte iyi bir filoloji ve mantık eğitimi veren damar dumura uğratıldı.

Modern zamanlarda yalnızlığımızı ya modern mabetlerin sunduğu imkânlarda ya da kitaplarda arıyoruz şimdilerde. Ben ruhumun nefes alması için daha çok kitapların güleryüzlü iklimine kendimi bıraktım.

Okuduğum kitaplarda benim için önemli gördüğüm satırları bir daha dönüp, yeniden okumak için altlarını çizerim.

Şimdilerde Ahmet Turan Alkan’ın Ötüken Yayınevinden çıkmış “Ateş Tecrübeleri” isimli kitabında altını çizdiğim satırları okuyorum.

İşte bunlardan bazıları:

“Hukuk-ı beşer ya da devletler hukuku diye bildiğimiz şey, yırtıcı orman yasalarının kravatlı hali: Sinek örümceğin, örümcek kurbağanın, kurbağa kertenkelenin, kertenkele farenin, fare kartalın, kartal tilkinin, tilki de aslanın pençesinde.”

“İlkokulda ‘Bir Türk dünyaya bedeldir’ vecizesini, kışlada ‘Ne Mutlu Türk’üm diyene’ aforizmasını ezberledikse de fiiliyatta Türkiye Cumhuriyeti, Devlet-i Aliyye’nin tebaasına bakışını tevarüs etmişti.”

“Yeni milliyetçiliğin temelinde kendi tarafına sevgi duymaktan ziyade, karşı gruptan nefret etme içgüdüsü var”

“Hadis kritikçileri, ellerindeki imkâna nazaran hayli sağlam bir tenkid metodu geliştirdiler; buna ‘cerh ve ta’dil ‘denilmektedir. Cerh, hadis rivayet eden kişinin güvenilir olmadığını araştırmak, ta’dil ise doğru sözlü, güvenilir ve sağlam hafızalı olduğunu ispat etmek anlamlarına gelmektedir.”

“Hâlbuki sahabiler birbirlerini ‘cerh ve ta’dil’ edebiliyor, eleştirebiliyor, hatta birbirlerine kılıç bile çekebiliyorlardı. Onların birbirinden esirgemediği kritik hakkını, daha sonra gelen kritikçilerin kendilerine layık görmemesi şüphesiz esaslı bir zaaf noktası teşkil etmiştir.”

“Daha sonra gelen İslam devletlerinin yöneticileri de, bu stabilizasyonu sarsacak kıpırdanmalara müsamaha etmediler. Bu tutumun Osmanlılar zamanındaki en çarpıcı misali Şeyh Bedreddin hadisesidir. İdam edildiği esnada devletin Kazaskeri olan Şeyh Bedreddin aleyhinde idam fetvası vermemek için Molla Lütfi’nin hacca gitmek bahanesiyle ortadan kaybolması da bilgin-devlet çatışmasının başka bir boyutunu temsil eder. Daha da şaşırtıcı olan bir diğer boyut, Şeyh Bedreddin’in Camiü’l Fusuleyn adlı eserinin Osmanlı medreselerinde şer’an katlinden sonra da okutulmaya devam edilmesidir. Böyle garip olayları izah edebilmek için meseleye çok farklı açılardan yaklaşmak icab ediyor; Şeyh Bedreddin safdil köy menşe’li solcuların sandıkları ve arzu ettikleri gibi ‘gül yanaklılardan gayrı herşeyi paylaşan’ ilkel bir iştirakçi ya da eli bayraklı bir halk devrimcisi değildi, devrinin en büyük hukuk teorisyenlerinden biri ve Osmanlı devletinin kazaskeri idi. Devletle çatışması Türkiye’de komünizmin tarihine dipnot düşürmek amacını taşımıyordu herhalde; içtihadının siyasi sonuçları, yerleşik siyasal düzenle çatışmıştı sadece: bedelini canıyla ödedi. Yerleşik siyasal düzen, kendi meşruiyetini hiçbir otoriteyle tartışma konusu yapmak niyetinde değildi. Buna rağmen katil fetvasını yine de ulemadan aldılar. Ulema zümresi daima siyasal düzenle uzlaşmayı tercih etti. Bilhassa Osmanlı tarihi için bu cümlenin hükmü oldukça sahihtir.”

“Kanaatlerimiz namusumuz değildir. Kanaatlerimizden icap ettiği zaman feragat etmeyi göze almadan ne tartışalım, ne de kendimizi yoralım. Sağ ve sol; boş şeyler bunlar, hakikat karşısında bu kimliklerin hiçbir değeri yok! Ama komplekslerinden utananlar için bir elbise ve birer kimlik. Bizi gerçeklerden gizlediği gibi, gerçeği de bizden uzaklaştırıyor. Zihnimize vurulmuş birer paslı kelepçeye benziyorlar. Bizi, beynimizden küçük topluluklara, küçük menfaatlere, geçici modalara, lezzetsiz oyunlara, çapsız sevgilere bağlıyor. Kıralım onları! Bütün kanaatlerimizle hesaplaşalım, inandığımız herşey alınterinin, gözyaşının ve emeğin mahsulü olsun ki, bize ait olsun.

“Geliniz artık “fert” olalım: Şöyle, “Kim var orada?”diye seslenildiğinde, “sağına soluna” bakamadan ve dizleri titremeden ayağa dikilip, “Ben varım, sen kimsin?” cevabını verebilecek türden fert! Geliniz, önce kendimiz keşfedelim, benliğimizin kimyasını reddedip, “ben” diyebilmenin o tarifsiz onurunu yaşayalım.

“Geliniz kendi çehremizle yaşayalım; kendi ellerimizle; kendi yüreğimiz ve kendi düşüncelerimizle barışalım. Yalnız kalmanın ürkütücülüğü yıkmasın bizi. Kendi türkülerimizi söyleyelim, kendi fikirlerimizi seslendirelim, kendi elbisemizi kendimiz biçip, kendimiz dikelim. Eğer iyi terzi değilsek kendimizle alay edelim ve bir daha deneyelim.

Önce ‘ben’ olalım: Sonra belki ‘biz’ oluruz!”

“İslam Müslüman Doğu’nun Hıristiyan Batı’ya karşı yönelttiği bir savaş parolası, bir ‘safları sıklaştıralım aziz cemaat’ çığlığı, bir nevi doktriner Müslüman üniforması değildir: “Allah insanlardan ne ister?” sorusuna Allah’ın verdiği cevap ve bu cevaba karşı insandan beklenen ‘icab’tır ve bu icab bütün varlığı içine alır. Bu kapsamda İslam ‘taraf’ değil ‘esas’tır.”

“İnsan hakları edebiyatında lügat parçalarken, diğer tarafta aşikâre silah üreten, ürettiği silahları satmak için durmaksızın fitne körükleyen, azınlık hamiliğine girişenler ne kadar inandırıcı olabilir? Bu yumuşama, merhamet ve teenni rüzgârları nereden nereye doğru esiyor? Vermemiz gereken en acil hüküm; bu iyimserliğe kapılacak kadar safdil miyiz hâlâ?”

“İnsan hakları edebiyatı, kuvvet ve kuvvetlinin hukukuna meşruiyet kazandırmanın bir diğer görüntüsüdür, zira müeyyide ve istikameti çok yönlü değil, tek yönlüdür; ancak güçlü olanlar, zayıfların insan haklarına hürmet edip etmediğini denetleyebilirler. İnsan hakları, güçlülerin, zayıfların tepesinde sallayıp durdukları Demokles kılıcıdır!”

“Yeni bir din doğuyor; bu dinin adı ‘yenidünya düzeni’dir. Bütün insanlar dinin emir ve yasaklarına uymakla mükelleftir; herhangi bir ferd bu mükellefiyetler mucibince amel etmekle yenidünya dininin cennetine kolayca girebileceğini sanmamalıdır. Bu din ‘herkesten daha fazla eşit’ olan imtiyazlıları cennetine kabul eder; yöneticileri, yüksek bürokratları, siyasi karar alma ve etkileme gücüne sahip herkesi ve onların uygulayıcılarıdır. Yenidünya dininin cehennemi; istikrarsızlık, kışkırtma, nifak, dış tehdit, ambargo, izolasyon ve savaştır. Yeni düzeni anlamayanlar, anlamamakta direnenler ve anladıkları halde itiraza yeltenenler, bu cehennemin hem yakıtı, hem de misafiridir.”

“‘Elbette, İslam’da var’ retoriği, en hafifinden bir aşağılık kompleksinin uzantısıdır ve zannımca espri itibariyle İslam’a aykırıdır. Yeni değerlerle İslam’ı test etmek, İslam değerlerine karşı güvensizlik anlamını taşır.”

“Batının dayatıp durduğu ‘çağdaşlaşma’ modeline karşı Müslümanların cevabı gecikip durmaktadır. Böyle bir cevabın üretilmesindeki en mühim zorluk, Müslümanların dünyaya bakışıyla İslam’ın bakışı arasındaki yorum farkıdır. Yaşayan Müslümanların bütün kavramları İslam’ın mantığına göre yeniden tarif etmeleri bu cehd esnasında zihinlerini İslam mantığıyla yeniden ‘format’lamaları gerekiyor. Buna ‘Amerika’nın yeniden keşfi’ de diyebilirsiniz.”

Aslında alıntılanacak daha çok satır var. Şimdilik bu kadarıyla iktifa edelim.

Faydalı olması dileğiyle…

  09.06.2009

© 2021 karakalem.net, Ali Dedeoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut