SON ZAMANLARDA çok dua ediyorum. Nefsimin terbiyesi için, tutturduklarından kurtulması için çabalıyorum. Ona bir çocuğa ders verir gibi, “Bak canım bunu değil bunu iste, daha güzel değil mi?” diyerek öğütler veriyor, arzularının hedefini değiştirmeye çalışıyorum. Bazen istememek ona çok zor geliyor, sayıp duruyor, listeler çıkarıyor. Allahım, ne bitmek tükenmek bilmez istekleri var!. O zaman yine dua ediyorum. O benden birşey istedikçe ben de Allah’tan tek bir şey istiyorum “Allahım, nefsime istememeyi istettir.” Biliyorum, özünde kötü değil, ama bazen yolunu şaşırıyor, bazen acele ediyor, sabırsızlık gösteriyor, anlayamadığı işlere burnunu sokuyor, çocuk gibi şefkat istiyor nefsim, bir o kadar da disiplin. Yine biliyorum ki, istediklerini bir bir versem ne olacak, bıkıp iki günde kenara atacak. Arsız, şımarık, doyumsuz bir velet olacak. Bir çocuk terbiye etmiş bir anne olarak, nefsimi de terbiye etmeyi becermeliyim.
Bir tasavvuf sohbeti sonrası sevdiğim bir ablamdan nasihat istiyorum, hatalarımdan dem vuruyorum. “Allah yine de bana lütfunu kesmiyor, utanıyorum” diyorum. “Verdiklerine mukabil mahcubum, gereği gibi yaşayarak, şükürle mukabele edemiyorum, bir türlü adam olamıyorum, arzularımdan vazgeçemiyorum.” Bana insanın iki şekilde hata yapabileceğini söylüyor: muhabbetten ve arzulardan, ya da adavetten ve nefretten ileri gelen hatalar. Muhabbetten gelen hatayı Hz. Âdem’in yasak meyveye uzanmasına, adavetten gelen hatayı ise İblis’in babamıza olan nefretine göre anlıyorum. Biri isteme, diğeri reddetme; biri arzu, diğeri nefret. İkisi de yanlış, ama biri diğerinden daha masum. “Kuvve-i cazibeye kapılmak daha insanî, kuvve-i dâfiaya kapılmak daha şeytanî bir vasıf olsa gerek” diye düşünmeden edemiyorum. Allah’a şükrediyorum, tüm kırgınlıklarım, yanlışlarım, sürçmelerim beni mü’minlere karşı adavete sürüklemediler; bundan sonra da sürüklemesinler istiyorum. Haşr sûresinin ilgili âyetini hatırladığım kadarı ile tekrarlıyorum: “Allahım, mü’minlerden kimse için kalbimde kötü bir his bırakma”. Bazen insanın kendisine, kendisini seven bir mü’minin nazarı ile bakması iyi oluyor. Onun aynası sizi olduğunuzdan güzel gösteriyor, ona göre siz mübarek mi mübarek, nur mu nur bir kardeşsiniz. “Dua niyetine” diyorum, alıp övgüleri koynuma koyuyorum. Muhabbet sırrı olsa gerek, eşyanın tabiatını değiştiriyor. Biraz hafifliyorum.
Akşamın bir saati Taksim’den Gümüşsuyu’na yürüyorum, otoparka bıraktığım arabaya ulaşmam gerek. Kızım, “Anne buradan çıkmıştık” diyor. Gidiyoruz, çıktığımız yer otoparkın girişi değil. Çocuğun algısına güvenmek her zaman bizi doğru kapıya götürmüyor. Nefsine tâbi insan da, bir çocuğun yol göstermesine tâbi bir yetişkin gibi diye düşünüyorum. Bunu düşedurduğum hatalarıma, yoldan çıkışlarıma, aceleden kayışlarıma bir işaret addediyorum. İnsanın her zaman kaybettiği şeyi kaybettiği yerde araması doğru olmayabiliyor. Bazen insan su damlacıklarında güneşi arayabiliyor, elhak güneşi orada görmüştür, yanılmıyor, ama yine de güneş orada değil, çocuk zihni onu yanıltıyor. Bazen maksada ulaşmak için başka kapılardan girmek icab ediyor. Hatta bazen gaye gaye olmaktan, maksat maksat edinilmekten çıkmakla kolaylıkla önünüze geliyor. Dünya siz onu kovaladıkça sizden kaçıyor, siz ondan içtinab ettikçe önünüzde selam duruyor. Tabii kaçınma tutumunda samimi olmak gerek. “Aman ben kaçayım da nasılsa gelir” demek ama aslında arzu edilenden vazgeçmeden bir üçkağıt çevirmek, olsa olsa kendimizi gülünç duruma düşürmek demek.
Arzuların peşine takıldığım her an, bir çocuğun peşine takılmış oluyorum, çocuk ne kadar masum olursa olsun, peşinden fazlaca sürüklenmek, arzusuna göre çok abur cubur yemek, hiçbir şey olmasa karın ağrısı yapıyor, dişleri çürütüyor. Elbette her çocuk benim kızım gibi akıllı uslu olmuyor (maşallah), yaramaz olanlar insanın başını fena halde derde sokabiliyor. Ama nefisle mücahedede ne kadar yaramaz olursa olsun, onu çocuk gibi görmek şefkat mesleğine uygun geliyor. Nefsin hakkını vermek, ona merhamet etmek, şüphesiz onu ulaşabileceği en yüksek kemal mertebesine süluk ettirmek demek.
İrade Allah’ın sıfatı, irade insanın da vasfı. İnsandaki irade O’nun güneşinden bir yansıma, bir lem’a. Öyle ki, ne zaman yüzünü güneşe çevirse damla parlıyor, ne zaman başka vecihlere yönelse sönüyor. İstemek yalnız istemekle olmuyor, istemek Allah’ın istediğini istemekle oluyor. İnsanın hilafeti, O’nun namına işgören oluşunun sırrı burada başlıyor. Ancak O’nun istediğini istediğinde, istemesini O’nunki ile cem ettiğinde, Allah onun gören gözü, işiten kulağı oluyor. Ne zaman ki ellerini başka bir şeye değil O’na uzatırsa, Allah tereddütsüz elini tutuyor. Zira Allah bizi istiyor, bizim de O’nu istememizi istiyor. İrade kullanımı bizi Allah’a ve O’nun dilemesine götürdüğünde çocuk nefsimiz büyüyor ve yetişkin oluyor, kemal buluyor. Öyle ki, cennetle dahi iktifa etmiyor da, “illa Ente, illa Sen” diyerek Allah’a yöneliyor. Bu şimdilik bana çok uzak, ama hedefi yüksek tutmak lazım; mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır. Öyleyse en yüksek olana talip oluyorum ben de, A’lâ olan Rabbime.
Sufiler der ki: “Yer gök yok idi, aşk vardı.” Ve eklerler: “Aşk herşeyi var etti.” Aşk Allah’ın birşeyi irade etmesi. İradesi ile birşeye yönelmesi. Onu seçmesi ve ayırması. Kendine has kılması. Ehl-i tasavvuf böyle yakıştırmış, Allah’ın birşeyi istemesine, arzu etmesine O’nun şanına layık bir isteme ile “aşk” demeyi uygun bulmuşlar; zira aşk istemelerin en büyüğüdür, öyle tesmiye etmişler. Ayrıca bu vecheden bakılırsa Allah’ın en çok istediği, en mümeyyiz maksadı, en ali gayesi, en seçip kendine has kıldığı kulu insan. Ve sufilerin şatahatlarında, coşkulu şiirlerinde bu Allah’ın insana aşkına uzanan bir remz, bir imge oluyor. Elbette Allah beşerî olan herşeyden münezzehtir, fakat insanın Rabbini anlaması böyle kendi ile kıyaslarla, teşbihlerle ancak mümkün olabiliyor.
Hakikaten de Arapça kaideye bakanlar görecekler ki, “irade” kelimesi Arapça’da günlük kullanımda bile “istiyorum, arzu ediyorum, seviyorum” anlamlarında kullanılır. Allah’ın birşeyi istemesi onun olması için yeter sebeptir. İnsan ise böyle irade edemez, zira onun iradesi, yani arzusu tebeîdir, o ancak Rabbinin istediğini isteyebilirse, iradesi kurucu ve yaratıcı bir iradeye temas ederse arzusu gerçekleşir. Aşkın doğurgan olması ancak onun Yaratıcı’ya bağlanması ile mümkündür. O zaman nerede aşk şavkını vurursa orada bir âlem yaratılır; ve bu kâinat için böyle olduğu gibi, insan için de böyledir. Siz iradenizin minik düğmesini çevirdiğinizde ana trafodan size elektrik gelecek ve önünüz aydınlanacaktır. Siz ise düğmeyi ben çevirdim ve ışığı ben açtım sanacaksınız. Arzularımız da böyledirler. Allah çoğu zaman bizdeki kuvveleri fiile çıkarmak için arzuları kalbimize atar, onları aşkla tutuşturur ve biz yorulmak bilmeden sa’y ederiz. Bir de bakarız ki aklı başında ve soğukkanlı iken hesaplamaktan yapamayacağımız birçok şeyi aşk ve arzu ile yapıvermişiz de farkına varmamışız. Sanki o yapan biz değilmişiz, vallahi de değiliz!
Bunları düşünerek yola düşüyorum. Akşamın ışıklarında Beşiktaş sahili ne kadar hoş görünüyor. Kadın olmak bir engel, insan arabadan çıkıp özgürce dolaşamıyor, deniz kenarında volta atamıyor, oysa çocukken ne çok severdim taş sektirmeyi... Artık sahiller de beton taş da kalmadı sektirecek. Hele çocuğunuzun uyku saati geldi ise, yapmanız gereken acele eve dönmekten başka birşey olmuyor. Gülümsüyorum, hakikatte hayatı herkes kadınlar gibi yaşıyor, kimsenin beden kafesinden çıkıp etrafta aylaklık edecek zamanı yok, yol kendiliğinden akıyor, ve kimseyi beklemiyor. Tüm dikkatinizi yola vermelisiniz, yoksa öndeki arabaya arkadan çarparsınız. İş kulluk ve bekaya yolculuk oldu mu, kadın erkek müsavi oluyor. Mühim olan da bu ya, gönül koyacak birşey kalmıyor. Allah Mutlak Adil.
Trafik yoğun, Yıldız’dan köprüye girmem gerek, Yakub (a.s.)’dan himmet isteyip “Fe sabrun cemîl” diyorum, der demez, “fe” sırrınca hemen önüme bir dua bahsi açılıyor. İçimdeki meleki elçi konuşuyor. Dua edenin duasına icabet edilir. Allah kendini “Ud’uni estecib leküm” (dua edin, icabet edeyim) diyerek bağlamıştır. Yine “Allah kendine rahmeti ilke edinmiştir” cümlesi geliyor hatırıma. Allah için birinin kendisine birşeyi farz kılması mümkün olmadığına göre, nasıl iştir ki Allah için birşey zorunluluk olur? İbn Arabi himmet ediyor: “Bu bizim adaklarımıza benzer, nasıl ki bir mü’min kendine farz olmayan birşeyi adak adayarak kendine farz kılar, artık onun adağı yerine getirmesi bir vecibedir, oysa kimse onu buna mecbur etmemiştir, aynen öyle de Allah kendini dua edenin dua etmesine cevap vermek noktasında bağlamış, birşeyi kendine vecibe edinmiştir, bu rahmetinin ona yüklediği bir vecibedir.” (Fütuhat, 2. cilt s. 75-77)
Tüylerim ürperiyor, Allah bize karşı kendini birşeye mecbur hissediyor. Ne tenzil, ne lütuf! Ve bize karşılığında, “Öyleyse onlar da bana icabet etsinler” diyor. Kendi icabetini önce, bizimkini sonra zikrediyor. İradesini irademize tâbi kılıyor, halbuki hakikatte olması gereken tam tersi. Ancak gerçekten Büyük olan bir Zât böylesine tenzil buyurabilir diye hayret ediyorum. İnsan nasıl mahcup olmaz, Allah kendi emrine tâbi olunması ile bizim O’ndan istediklerimizi vermesini birbirine gerek şart olarak koyuyor, öyle ki, “siz emrimi dinlerseniz ben de duanızı dinlerim” demek istiyor. Hatta “Siz duanıza cevap verdiğimi görüyorsunuz ya, bana da öyle karşılık verin” diyerek bize kat kat mahcubiyetle “lebbeyk” dedirtiyor.
İstiğfar ediyorum, bu tenzile, bu lütfa mukabele etmekten, hatta dile getirmekten acizim. Tekraren “düşerim kalkarım, tekrar düşerim tekrar kalkarım, yılmam tekrar kalkarım, kirlenirim tekrar temizlenirim, benim Rabbim Kuddüs’tür, hiçbir şeyde edemesem istiğfarda sebat edeceğim, ahdim olsun!” diyorum. Yenilgilerin her birini yeniden güç devşirmek için, düşüşlerin her birini yeniden kalkabilmek için sebep yapıyorum. Aczimi bir elime, arzumu bir elime alıyor, öyle el açıp istiyorum.
İnsan birşey istemeye utanıyor böyle bir ihsan karşısında. Ne denilebilir ki? Ağzımdan sadece bir şey dökülüyor: “Seni istiyorum.” Küçükken aynı sözleri babama söylediğimi hayal meyal hatırlıyorum. Arabistan’dan Türkiye’ye her gelişinde telefon açar sorardı: “Ne istiyorsun, sana ne getireyim.” Aklıma hiçbir şey gelmezdi isteyecek, ne istesem babamın gelişinin yanında sönük kalırdı, hiçbir şey onun gözlerine bakmakla eşdeğer değildi. “Allah için de aynı işte!” diyorum, “sevgiler benzeşiyor.” Allah her duygumuzu kendini tanıttırmada bir vahid-i kıyasî yapıyor.
Gülümsüyorum. Sanki dudaklarımı gülümsemek üzere bükenin, kalbime kanat çırpan kuşları dolduranın O olduğunu, nefesimden daha yakın olduğunu hissediyorum. Sessizlik ve nefes alışverişler, yoğun trafikte bir içe dönüş... Bakıyorum, nefes alışlarıma arka koltuktaki kızımın uykusundaki solukları ekleniyor, sanki içimden geçenlere “amin” diyor. Tüm iyi şeylerden ona da bir pay istiyorum.
Artık iyiliği tanımlamaktan vazgeçtim, listeler ve siparişler vermekten, şunu istiyorum, şöyle bir hayat istiyorum, şunun yanında ve şu mekânda olmak istiyorum, hepsi boş. Ben iyiliğin ne olduğunu bilmiyorum, neyi istemem gerektiğini de. Adresi şaşırınca her arzu hüsranla sonuçlanıyor. Tüm adreslerden mektuplar geri dönüyor. Her cevapsız mektupta insan bir kere daha ölüyor. İstediğim şey O’nun istediği, sevdiğim O’nun sevdiği. Talebim O. Gayrısına razı değilim. “İlla hu, illa hu, illa hu” diyerek güzel ve yıldızlı bir gecede evime varıyorum.
Trafiğin içinde bile âyetlerini kalbe indirmekten vazgeçmeyen, vahyini ve ilhamını tenzilde hiç fasıla vermeyen, “İşim çıktı gelemeyeceğim, yahut geç geleceğim” demeyen, yanımdan hiçbir öteye gitmeyen, Varlığı başka varlıklar gibi usanç ve rahatsızlık vermeyen, beni terk etmeyen Allah’a hamd ediyorum. Tüm yolculuklarımın böyle sabr-ı cemille ve tefekkürle geçmesini diliyorum.