Benim gibi düşünmeyen:
kâfir midir, hain midir?

SAHABİ YILDIZLAR arasında benim açımdan güneş mesabesinde olan ismi ifşa etmem gerekse, diğerlerinin hakkı olan hürmeti ihmal etmeden, hiç şüphesiz Hz. Ali derdim.

Tıpkı, “Ümmetimin alimleri Benî İsrail’in peygamberleri gibidir” sırrına dahil olmuş alimler zümresinde benim için güneş mesabesindeki isim Bediüzzaman olduğu gibi...

Yaşadıkları zaman ve zemin, yüzyüze geldikleri olaylar ve imtihanlar açısından baktığımda, bu iki isim arasında hayret verici manevî akrabalık bağlarıyla karşılaşır gözlerim...

Öyle ki, Bediüzzaman’ın tarifiyle Risale-i Nur Hz. Hasan’ın altı aylık yarım kalan hilafetinin ‘bir manevî veledi’ ise eğer, yine Risale-i Nur için manen ‘Hz. Ali’nin torunu’ demeye elhak müsaade vardır.

Bu kadar girizgâhtan sonra, konumuza gelecek olursak: Hz. Ali’nin harikulâdeliklerle dola hayatının beni en ziyade sarsan tablolarından biri, Cemel Vak’asıyla ilgilidir.

Hz. Ali, Risale-i Nur’da ‘adalet-i mahzâ’ diye tarif olunan mahzâ adalet içtihadı uğruna yine içinde Hz. Talha, Hz. Zübeyr, Hz. Âişe gibi sahabilerin bulunduğu karşı içtihad taraftarlarıyla savaşı göze almış iken, bir adam gelir ve ona bu savaşta onun yanında yer alıp öldürülürse kendisi hakkında hükmün ne olacağını sorar.

“Şehit olursun” der Hz. Ali.

Adam, bu kez, “Ya karşı tarafta yer alır ve sana karşı savaşırken öldürülürsem?” diye sorar.

Hz. Ali yine aynı cevabı verir: “Şehit olursun.”

Öfkelerin kabarmış olması beklenen bir savaşın kızışmak üzere olduğu bir hengâmda, doğru olduğuna inandığı içtihadı uğruna yanlış olduğuna inandığı içtihadın tatbikinde ısrar eden sahabi ve mü’minlerle kılıç kılıca mücadeleyi göze almış bir insanın dilinden dökülen bu iki kelime, gerçekten, ‘ilim şehrinin kapısı’na yakışır iki kelimedir.

Bu harikulâde tutum, iki cihetten harikulâdelik içermektedir.

Birincisi; Hz. Ali, bu uğurda savaşı göze almaya hâşâ kendi nefsince olmak şöyle dursun, kendi aklınca dahi karar vermiş değildir. Bilakis, ‘mü’minlerden iki topluluk’ bir ihtilafa düşerse, mü’minlere onların aralarını bulmaları, yok eğer bulamazlarsa hak yerine ulaşıncaya kadar haklı taraf lehine savaşmaları emrini veren Hucurât âyetine dayanarak bu savaşın içindedir. Halife o ise, tatbik olunması gereken içtihad elbette onun içtihadıdır; ve onun içtihadı Kur’ân’da en az on kere tekrarlanan “Ve lâ tezirû...” emrince Hz. Osman’ın katili ortaya çıkıncaya kadar kimseye had vurmama yönündeyse, aksi yöndeki ısrarını sürdüren diğer taifeye karşı savaşmaya hakkı vardır. Tıpkı, halifenin onlara göre yanlış içtihadı yüzünden ortalığı kargaşanın saracağını düşünen diğer taife için de sözkonusu olduğu gibi...

Ancak, bir kere daha dikkat çekelim: Hz. Ali, halife olarak kendi aklınca savaşa karar vermiş değildir. Dayanağı, böylesi bir ihtilaf durumunda hakkın tebeyyün etmesi için ‘kıtâl’e, yani ‘savaş’a müsaade eden Hucurât sûresi âyetidir.

Bir yanda savaşı göze alacak kadar keskin bir duruş sergileyen Hz. Ali, öte taraftan, bu savaşı bir ‘iman-küfür,’ ‘hidayet-dalâlet’ savaşı gibi görmeyecek ve sunmayacak bir hakikat eridir. Zaten, dayanağı olan âyet, ortada bir ihtilaf, gerilim veya hatta savaş varsa, bunun ille de ‘karşı taraf’ın imanın ve Kur’ân’ın ölçülerinden sapmışlığıyla açıklanamayacağını mü’minlere ders vermektedir. “Ve in tâfetâni mine’l-mü’minîne...” ne demektir? İhtilafa düşmüş; biri haklı, biri haksız iki topluluk... Ama ‘mü’minlerden iki topluluk.”

Nitekim, savaşın bir tarafında halife olarak Hz. Ali hayatta iken Peygamber aleyhissalâtu vesselam tarafından cennetle müjdelenenler arasında olduğu gibi, savaşın diğer tarafında Talha b. Ubeydullah ve Zübeyr b. Avvam da hayatta iken Peygamber aleyhissalâtu vesselam tarafından cennetle müjdelenen on güzide sahabi arasındadır.

Bu bakımdan, gerçekleşen savaş, ‘cennetle müjdelenenler’in savaşıdır. Cennetle müjdelenen üç sahabiden ikisi bir tarafta, diğeri öte taraftadır. Ve onları savaşı göze alacak kadar karşı kutuplara sevkeden, mü’minlere ‘adalet’i emreden Kur’ân âyetinin yaşanmış bir olayda ne şekilde tatbik olunacağı noktasında ortaya çıkan keskin ayrışmadır. “Ne o, ne bu” diye aradan sıvışmayı değil, “Ya o, ya bu” diyerek doğru içtihad ne tarafta ise o tarafta yer almayı gerektiren bir keskin ayrışma...

Cemel Vak’ası, bu keyfiyetiyle, asırlar boyu bütün mü’minler için büyük dersler taşır. Hz. Ali’nin iki içtihaddan hangisini doğru kabul ediyor olursa olsun, bu içtihad uğruna, bir diğer deyişle bir Kur’ânî hakikatin doğru tatbikatını tesbit uğruna ölenlerin şehit olacağına hükmetmesi bu destansı dersler arasındadır.

Onun bir savaşın kızışmak üzere olduğu bir anda sergilediği bu destansı duruş, öfkenin tahriki ve nefsin devreye girmesiyle kendisi gibi düşünmeyeni peşinen hain veya kâfir ilan etmeye yatkın nicelerinin ağzını kapama, açmışlar ise dahi sözlerini hükümsüz bırakma gibi bir işlevi de vardır.

Ve onun ‘manevî torunu’ olarak Risale-i Nur’da, Hz. Ali’nin uğrunda savaşı göze aldığı ‘adalet-i mahzâ’ içtihadının âdeta manevî ‘kılcal damarlarımıza’ da sirayet edecek derecede, en ince noktalara kadar tatbikine rastlanır. Mâlûm, Hz. Ali bu içtihadı, Hz. Osman’ın katline kadar uzanan olaylar zincirinde, bu cinayeti işleyen katilleri diğer isyancılardan ayırma; diğer bir deyişle ‘cinayet’in suçunu bu cinayeti işlemeyenlere de yıkmama hassasiyetiyle sergilemiştir. Bu hassasiyet, Bediüzzaman’da, bir şehre ve bir ahaliye benzettiği her bir insana da tatbik edilir surette çıkar karşımıza. Bir insanın bir kötü fiilinden dolayı iyi fiillerini de yok sayma gibi bir adaletsizliğe; bir insanın nefis veya hevasının yanlışından dolayı kalb ve ruhunu da itham etme gibi bir haksızlığa karşı Bediüzzaman’ın yaptığı uyarılar, kökeni Hz. Ali’nin destansı duruşuna dayanmaktadır. İhlas Risalesi’nde “Sizlerin kalb ve ruh ve aklınızı ittiham etmem. (...) Fakat herkeste nefis bulunur. Ve heva ve his ve vehim damara dokundurur” derken sergilediği adaletli duruşun özünde, yine aynı içtihadın mührü okunmaktadır.

Nice zamandır, Bediüzzaman’ın kılı kırk yarıp kılcal damarlara kadar nüfuz ettirdiği bu ‘adalet-i mahzâ’ içtihadının bir diğer veçhesi dilimde ve zihnimde dolaşıyor. Lemeat’ın belki bin küsur satırı içinde yer alan tek bir satıra sığmış bir cümlecik: “Dalâlet fikrîdir, zulümat kalbîdir, israf cesedîdir.”

Alın size, bu adalet-i mahzâ içtihadı için yeni bir tatbik sahası daha... İnsanın üç melekesi, üç menfi durum, ama bu menfî durumlar arası keskin bir ayrıştırma: “Dalâlet fikrîdir, zulümat kalbîdir...”

Ve bunu bir kenara koyup, Bediüzzaman’ın ‘dimağdaki merâtib’e dair yine Lemeât’taki bahsini ve ‘mahall-i iman’ olarak kalbe işaret eden Risale bahislerini hatırlayın.

Ve sonra da, selef-i sâlihînin yürüdüğü yolda, ‘dalâletli’ fikirlerine karşı ‘ehl-i secde’ olarak Mu’tezile’yi tekfirden nasıl da teberri ettiğini...

Bu cümleyle, ‘dalâlet’i fikrî, aklî ve zihnî bir sapma olarak tarif eden Bediüzzaman, kalbin de kapsama alanına sirayet etmediği takdirde bu fikrî dalâlete karşı ‘mahall-i iman’ olan kalpleri ve dolayısıyla kalblerdeki imanı yok sayıp tekfire yeltenmeme konusunda bizi uyarıyor.

Nitekim, onun dalâletli fikriyatına karşılık, bu fikri ‘Cenab-ı Hakkı kötülüklerden tenzih’ gibi düzgün bir kalbî niyetle ürettikleri için Mu’tezile’yi tekfirden ısrarla kaçındığını Telvihat-ı Tis’a’da ve başka yerlerde görüyoruz.

Hz. Ali’den ve onun bu zamandaki manevî torunu Bediüzzaman’dan aldığım bu ince adalet dersiyle, en başta sorduğum soruyu, hepimizin her daim sorması gerektiğine inanıyorum.

Benim gibi düşünmeyen benim dünyamda otomatikman ya kâfir yahut hain oluyorsa, o kişi için değil ama benim için tehlike çanları çalıyor demektir. Zira, “dalâlet fikrîdir” ama, “zulümat kalbîdir.”

Aman ha, dikkat...

  29.04.2009

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut